Akdeniz’i Geziyoruz-III

Kahvenin ağzımızda bıraktığı hoş lezzetle yolumuza devam ettik. Haşmetli Musa Dağı’nı arkamızda bırakarak yaklaşık dört kilometre daha yukarı çıktık. Nihayet heyecanla beklediğim köydeyiz.

Suriye sınırına sadece otuz kilometre uzaktayız. Arabayı köyün girişine park ettik. Bizi bakımlı bir kilise ve bir o kadar bakımlı bir mezarlık karşıladı. Her birinin üzerinde fotoğraflar bulunan mezar taşlarını ilgiyle okudum. Temiz, beyaz, çiçekliydiler. Buna rağmen saygı ile karışık hüznü dağıtmaya yetmedi. Köy halkından bir genç, ağırbaşlı merakımızı fark edince bizi ayaküstü bilgilendirdi. Ağaçların gölgesi altında, demir parmaklıklar arkasında duran kilise ve tabi mezarlık arazisi, 1895 yılında Tateos ve Movses Ayntabyan kardeşler tarafından bağışlanmış. İlk zamanlarda daimi bir din görevlisi olmamış kilisenin.  İnşası bittiğinde ise Antakya Ruhani Önderi Rahip Tateos Yegavyan tarafından kutsanarak ibadete açılmış. Yakın köylerin din görevlileri gelmiş dönüşümlü olarak. Ta ki, 1997 yılına kadar. O yıl kilise, köyün hayırseverlerinden Bedros Şirinoğlu tarafından yeniden inşa edilmiş ve ibadete açılmış.

Yokuş yukarı ağır adımlarla yürümeye devam ettik. Asırlık çınarlar, çiçeğe durmuş erik ağaçları, kıştan kalma sarı yapraklarını silkeleyip taze yaprakları ışkın vermiş nar ağaçları güzel köy yolunda sakince eşlik etti bize. Yolun iki yanı yemyeşil bahçelerle, mis gibi çiçeklerle donanmış. Çocukluğumu hatırlatan küçücük bir ark, yol boyunca çağıl çağıl akarak taş duvarlı ahşap pencereli evlerin bahçelerine ulaşmaya çalışıyor. Bambaşka bir dünyada gibiyiz. Köy sürekli ziyaretçi aldığından tek yabancı biz değiliz. Zaten insanlar de yabancılara karşı hiç tedirgin değiller. Daha önce çevresinde 6 köy daha olan, geçim kaynakları kısıtlı bu yer 35 haneden ibaret. Sürekli yaşayan ortalama 165 kişi. Bu yüzden köyde bir okul yok.

İkinci Dünya Savaşı’nda Türk istihbaratında görev alan Kilikya Ermenilerinden Çiçero, bu bölge insanından bahsederken “Körfez çevresinde yaşayan Ermeniler” tabirini kullanarak bu insanları diğer Ermenilerden ayrı tutmuş. Onları ayrı kılan özellikleri buraya özgü bir ağız konuşmaları. Bu anlamda sürekli göç veren köyde, önlenemez bir kültür kaybı söz konusu.

Üzerine doktora tezlerinin yazıldığı 1915 yılı olaylarından dolayı köyün tarihî geçmişi elbette iyi anımsanmıyor. 1915 tehcir emrinin geldiği yıl. Tehcirden kaçan bir din adamı bu bölgeye geliyor ve köy halkını uyarıyor. Gitmekle direnmek arasında kalan halk, sonunda dağa çıkıyor ve direniş başlıyor. Yedi köyden yaklaşık 1500 kişinin mücadele verdiği kanlı direniş kırk gün sürmüş ve öyle ki, Yahudi yazar Werfel olayı anlattığı romanına “Musa Dağı’nda Kırk Gün’’ adını vermiş.

Bazı kayıtlarda 40 bazılarında ise 52 gün sürdüğü söylenen direnişi sonlandıran bir Fransız gemisi ile bir İngiliz ticaret gemisi olmuş. Dağda yaşam mücadelesi veren Ermenilerin hepsi Port Said’e götürülmüş. Port Said Mısır’ın ünlü liman kentlerinden birisi.

Bütün bu yaşananlara rağmen köy halkının yaşam temeli hoşgörü ve dostluk. Kendilerini yaşadıkları toprağa ve devlete karşı sorumlu ve bağlı hissetmeleri, bilinçli tutumlarıyla bu hassas dengeyi her fırsatta sergilemeleri, keza çevrelerindeki insanların da yaşanan bu acıya saygı duyarak her yıl taziyelerini dile getiren ziyarette bulunmaları, bölgenin artık huzur içinde olduğunun en güzel göstergesiydi.

Kilisenin yakınındaki tabelada da görüldüğü üzere, 2004 yılında amacı dayanışma olan bir kooperatif kurulmuş. Bir yıl sonra kooperatife beş kadın eli değmiş ve kadınlar kolu oluşturulmuş. Kooperatifin çatısı altında 27 kadının ekmeğini kazanması ne hoş bir dayanışma. Çevre gezimiz sırasında iki satış noktası gördük: Biri köyün girişinde, diğeri ise köy bakkalında. Tabi ki ikisinin de bütün raflarını tek tek inceledik. Şık kavanozlardan, süslü şişelerden kolayca anlaşılıyordu kadın eli değdiği. Ürünler tamamen organik, ev yapımı ve tattıklarımızdan anladığımız kadarıyla çok lezzetli.

Raflarda ilk göze çarpan elbette defne sabunları. Sonra defne yağları. Küçücük dükkânı saran bu baş döndüren koku bizi güneyin en uç noktasından aldı, güzeller güzeli Dafne’nin çağına götürdü. Dafne bir gün Apollon ile karşılaşmış. Elbette ki Apollon, güzelliği dillere destan Dafne’ye ilk görüşte âşık olmuş. Fakat Dafne, Apollon’dan kaçmak istemiş. Kaçamayacağını anlayınca da bir ağaca dönüşebilmek için tanrılara yalvarmış. Gezimiz boyunca bizi yer yer selamlayan ağaçların her biri tazeliğini ve kokusunu, herkesi kendine hayran bırakan Dafne’den almış. Baygın kokuların sardığı dükkânda alıcı gözle kavanozları incelemeye koyuldum. Meyve nektarları, nar ekşileri, reçeller, köyün simgesi hâline gelmiş tam on yedi çeşit likör ve tabi ki ev yapımı meyveli şaraplar. Bana göre en çekici olanı ceviz ve nar reçeli idi. Birkaç kavanoz reçel, birkaç şişe likör ve yüzümüzde hüzünle karışık bir mutluluk ile köye ve güler yüzlü köy halkına veda ettik.

Ülkü OLCAY

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir