Anadolu’da Türk Medeniyeti İzlerine Yolculuk-II

Amasra

“Bütün Karadeniz’de gördüğüm en güzel sahil kasabası Amasra’dır.” diyebilirim. Amasra’nın tarihi M.Ö 6. yy’a kadar dayanıyor. Miletliler tarafından kurulmuş. Amasra’nın iki yanında birer körfez bulunuyor. Amasra bir yarımada ile onun ucundaki ikinci bir yarımada olan Boztepe üzerindedir. Kemere Köprüsü, Ceneviz kalesi, evleri ve çarşıları ile Amasra benzersizdi. Kemere Köprüsü üzerinde bir kahvede oturup, yarımadayı, denizi, iki körfezi, ufukları seyrettik. Bir ressam fırçasından çıkmış gibi görünen bu tabiata karşı çay içip, resim çektik. Cıvıl cıvıl Amasra çarşısından bazı anı eşyaları satın alıp, yine yemyeşil tabiatın içinden geçerek arabamı Safranbolu’ya doğru sürdüm.

Polis kontrolü ve ceza

Saat 20’ye doğru Safranbolu’ya girişte trafik ihlâli yapmadığım hâlde bir polis kontrol noktasında durduruldum. Görevli polis benden kimlik numaramı istedi. Söyleyince bunu elindeki tablete yazdı. Orada bana ait sürücü belgesi olmadığını görünce sürücü belgemi istedi. Ben de Almanya sürücü belgemi verdim. Memur bu sefer Türkiye’ye bu ehliyetle ne zaman girdiğimi ve bu girişin belgesini göstermemi istedi. Ben de bunu yanıma almadığımı Bodrum’da evde olduğunu söyledim. Alman sürücü belgesinin Türkiye’ye girişten itibaren ancak 6 ay kullanılma izni olduğundan polis bunu görmek istiyordu. Ben de siz İç İşleri Bakanlığı’na bağlısınız. Ben Türkiye’ye Sabiha Gökçen Havalanı’ndan 20 Mart tarihinde girdim. Havaalanı kayıtlarına girerseniz, hemen ortaya çıkar dedim. O da böyle bir imkânı olmadığını söyledi. Yabancı ehliyetle Türkiye’de 6 aydan fazla kalıp kalmadığımı bilemediklerinden dolayı bana 190 Tl ceza yazdılar. Benim anlayamadığım yıllardan beri Türkiye’de araba kullanırken polis kontrollerinde Alman sürücü belgemin hiç sorun olmayışı ve Türkiye’de kalma süremin hiç sorgulanmayışı idi.

Gece 21’de Safranbolu’daki otelimize geldik.

Safranbolu

Adını yörede yetiştirilen safran bitkisinden alan Safranbolu Türk sivil mimarisinin birbirinden güzel örnekleriyle tanınıyor. Safranbolu bütünüyle bir müze kent gibi. Çarpıcı yapı tarzıyla eşsiz güzellikte geleneksel Türk evlerini barındırıyor. Yüzlerce yıllık süreçte oluşan Türk kent kültürünün günümüzde yaşamaya devam eden en önemli yapı taşları olarak değerlendirmek mümkün. Kent merkezinde 18-19. ve 20. yy’dan kalma 2000 geleneksel ev bulunuyor. Bu yapıların büyük kısmı yasal koruma altında.

Bütün şehir evler, hamamlar, camiler, kervansaray, bedesten, kaldırımlar, yollar yapıldığı gibi korunuyor. Dükkanlarda hep turistik hediye eşya ve yiyecekler satılıyor. Safranbolu sokaklarında dolaşırken kendimi yüzlerce yıl evvel bu şehirde eski, güzel bir zamandaymışım gibi hissettim. Kervansaray, Kaymakamlar Evi, Cinci Hanı, İzzet Mehmet Paşa ve 17. yy’dan kalma Köprülü Camiini gördük. Eski bir sokak kahvesinde oturup kahvemizi içerken, orada bulunan insanlarla sohbet ettik. Yürüyüp, Hıdırlık tepesine çıktık. Buradan güzel Safranbolu’yu seyrettik. Safranbolu’dan ayrılmadan önce buranın meşhur lokumlarından hediyelik olarak aldık.

Tokatlı kanyonu

Safranbolu’dan Tokatlı Kanyonu’na geldik. Bu kanyon bir doğa cenneti. Cam teras tamirattan dolayı kapalı olduğundan oradan kanyonu seyredemedik. Kanyonun iki yakasına gerilen bir ipe bağlanarak karşıya geçme imkânı vardı. Bunu denemek istedim. Ancak, aşağıya bakıp kalp atışım hızlanınca vazgeçtim. Buna karşılık yüzlerce merdivenden kanyonun dibine kadar indik. Burada yukarılardan gelen suyun sesini duyarak, temiz havayı içime çekerek gökyüzüne, yemyeşil tepelere baktım.

Güzel bir doğanın içinden geçerek öğleden sonra Kastamonu’ya geldik.

Kastamonu

Ormanlar arasına gizlenmiş bir şehir olan Kastamonu’da gözümüze çarpan ilk şey, şehrin tacı gibi duran muhteşem kalesi oldu. Arabamızı yol kenarına park ettikten sonra şehir merkezine doğru yürüdük. Şehrin ortasından akan Gökırmak’ın bir kolu Karaçomak deresi şehri ikiye bölmüş. Bu da yolun bir tarafını gidiş, bir tarafını geliş yolu yapmış. Suyun üzerinde köprüler var. Merkezde bir lokantada yörenin yemeklerini yedik. Menüde Ecevit çorbası, pastırmalı pide, yoğurt tatlısı vardı. Yemekten sonra şehir merkezindeki iki camiyi gezdik. Birinci cami, Selçukluların son döneminden 1273 tarihli Yılanlı Camii bir külliyedir; aslında şadırvan, tıp öğretimi ve hasta tedavisi yapılan konaklardan oluşuyor.

Caminin içinde Kadiri Şeyhlerinin mezarları bulunuyor. Buradan Nasrullah meydanın ortasındaki meşhur Nasrullah Camii’ne gittik. Bu cami İstiklâl Savaşımızda yeri ve rolü olan bir camidir. İstiklâl Marşı şairimiz Mehmet Âkif Milli Mücadele’ye katılmak için Ankara’ya yürüyerek giderken geçtiği yerlerde, camilerde halkın milli Mücadeleyi desteklemesi için vaazlar verdi. 19 Kasım 1920’de Kastamonu Nasrullah Camii’nde unutulmaz bir konuşma yaptı. Kastamonuluların heyecan ve gözyaşı ile dinlediği bu konuşma daha sonra basılarak bütün

Anadolu’ya dağıtıldı. Caminin içinde kendimi birden Mehmet Akif’i dinleyen insanlardan biri olarak buldum. Bir duygu seline kapıldım. Akif’in erkek sesini ve Kastamonuluların gözyaşı ve hıçkırıklarını duydum. Camiden çıktıktan sonra Vilayet Binası’nın bulunduğu meydana yürüdük. Yıllar önce Ankara’dan gelip, İnebolu’nun İlişi köyüne tatile giderken, kızımız küçük bir bebekken bu meydanda bir bankta oturduğumuzu sevgiyle, özlemle hatırladım. Kastamonu vilayet konağı 1902’de Mimar Vedat Tek tarafından yapılmış muhteşem bir yapı.

Günümüzde bir değişiklik yapılmadan ayakta duruyor ve işlevini yerine getiriyor. Bu yapının önünde Cumhuriyet adlı meydanda büyük bir İstiklâl Anıtı var. Kastamonu halkı İstiklâl Savaşı yıllarında Milli Mücadeleyi kanı, canı ve malıyla destekledi. Özellikle kadınlar İnebolu’dan Kastamonu üzerinden kağnılarıyla Ankara’ya silah ve cephane taşıdı. Anıtta Kastamonu’nun gururu Şerife Bacı canlandırılmış. Şerife Bacı 1921 yılının soğuk karlı bir gününde kağnısının başında cephane taşırken çocuğunun üstündeki örtüyü alıp, cephanenin üstüne örtmüş. Kendisi gecenin soğuğunda donmuş. Heykeltraş Tankut Öktem bu tarihi, anlamlı olayı mükemmel bir şekilde canlandırılmış. 1990 tarihli bu büyük eseri her yönden seyrettikten sonra arabamızla seyrangâh denilen, kalenin karşısındaki tepede bulunan kahveye geldik. Buradan panoramik şehir ve kale manzaralarını seyredip, çay içtik. Daha sonra kaleye gittik. Şehirden 120 metre yüksek bir tepede olan kale, Bizans ve Çandar oğulları dönemlerinde yapılmış. Son olarak İstiklâl Yolu parkını gezdik. Parktaki anıtta insanlar ve kompozisyon nispetleri pek uygun değildi. Fakat parkın yanındaki yeni, modern cami 2016 yılında yapılmış, Selçuklu mimarisinden esinlenmiş Olukbaşı camiini beğendim. Akşam kardeşimle Kastamonu sokaklarında dolaştık. Otelimize gelip, saatime baktığımda bütün gün 14 km. yol yürüdüğümüzü gördüm. Bu gezimizin en yorucu gümüydü.

Osmancık- Çorum

Gezimizin beşinci günü kahvaltıdan sonra Kastamonu arkeoloji müzesine gittik. Bina 1914-17 yıllarında Mimar Kemaleddin Bey tarafından İttihat ve Terakki binası olarak yapılmış. Müzede daha ziyade Kastamonu ve Çankırı bölgelerinden Hitit, Helenistik, Roma, Bizans ve Osmanlı dönemlerine ait buluntular var. Atatürk 1925’de kıyafet devrimi nutkunu bu binanın önünde yapmış. Müze bahçesinde yine bölgede bulunmuş lahitler var. İlk okul öğrencileri başlarında öğretmenleri ile lahitlerin arasında dolaşıyor. Hayretle çocukların ellerinde cep telefonları ile lahitlerin resmini çektiğini gördüm. Öğretmenler çocuklara ne söyledi, merak ettim. Müzeyi gezdikten sonra Tosya- Osmancık üzerinden Çoruma gidiyoruz. Tabiat çok güzel. Ormanlarda yeşilin her tonu var. Karadeniz iklim kuşağındayız. Önce Tosya’ya geliyoruz. Pirinç tarlalarını görüyoruz. Şehirde durmayıp Osmancık’a geldik. Osmancık’ın içinden Türkiye’nin en uzun nehri Kızılırmak geçiyor. Nehir üzerinde 2. Beyazıt zamanında 1489’de yapılmış güzel bir köprü var. Köprü Koyunbaba adlı bir velinin adını taşıyor. Köprünün kitabesi harika. Kitabede: “Yardımından dolayı Allah’a Hamd ve doğru yolun kılavuzu Muhammed ve onun yüce ailesine ve halkı doğru yola yönelten ashabına salat olsun. Dünya, ibret sahiplerinin nazarında hayır ve geçit köprüsüdür. Yaratıklar için sürekli hayat ve sevinç imkansızdır. Ne mutlu o başlangıç ve sonu düşünen kimseye ki, ahiret yolcuğuna devir için sevap edine. Sürüp giden sadaka ise, ne güzel sevaptır. Sadır ola bu yüce emir, bütün ülkelerde sürekli Osmancık Koyunbaba Köprüsü ve kitabesi geçerli olsun. Ulu, adaletli, bilgin sultan ve yiğit, yüce hakan, milletlerin yönetimini elinde tutan, arap ve acem sultanlarının sultanı, gazi ve mücahitlerin efendisi, kafir ve müşrikleri kahreden, krallar sultanı ve denizler hakanı, ihsan ve kudret sahibi Allah’ın desteklediği “Sultan Ebül-Fetih Beyazıt bin Mehmet Han”. Allah onun saltanatını gece ve gündüzler birbirini izledikçe sürdürsün. Kıyamet gününde sevaba ermek, üzerinden geçenlere ibret olmak, umum tarafından faydalanılmak amacıyla sürekli bir hayır olan bu değerli köprünün sağlam olarak yapılmasını emreyledi. Bu hayırlı eserin tesisi, 889 senesinin Şaban ayında başlandı ve 894 senesinde tamam oldu“ denilmektedir.” Bu ifade Türk medeniyetinin dünyaya bakışını ne güzel anlatıyor.

Köprünün başındaki bir kahvede oturuyoruz. Köprünün diğer tarafında nehre, köprü ve şehrin mimarisine uymayan çirkin yeni bir cami yapılmış. Kahvede Osmancıklı bir gençle konuşuyorum. Burada bir tekstil atölyesinde çalışıyormuş. Hayatından pek memnun görünmüyor.

Molamızdan sonra Kızılırmak kenarındaki pirinç tarlalarını seyrederek Kırkdilim denilen, eskiden korkuyla geçilen yere geldik. Yapılmakta olan tünel hâlâ bitmemiş. Dağın öbür tarafına geçince artık Çorumdayız.

Çocukluğumun bir bölümü 7 yaşından sonra bu şehirde geçti. Kız kardeşim ve çocukları, rahmetli ağabeyimin çocukları bu şehirde yaşıyor. Daha önceden geleceğimizi bildirdiğim için akşam saatlerinde kız kardeşimin evinde bütün aile bir araya geldik. Beraber tatlı bir sohbetle yemeğimizi yedik. Ailenin en küçüğü Nil tatlılığı ile hepimizin içini ısıttı.

Gece 1,5’da yattık. Ertesi 2 günde bütün aile sık sık bir araya geldik. Bir akşam güzel bir lokantada Çorum’un meşhur tandır kebabını yedik. Sabah kahvaltısında Çorum’un meşhur pancarlı ekmeğinden tattık. Önemli olan bu sevgi bağının devam etmesiydi. Önce Çorum Ulu Mezarlığı’nda yatan annem, babam ve ağabeyimin mezarlarını ziyaret ettik. Onları sevgi, özlem, rahmet, minnet ve dualarla andım.

Mezarlıktan çıkışta büyük bir bina gördüm. Bunun yeni Mezarlık Müdürlüğü için yapıldığını söylediler. Mezarlık Müdürlüğü için böyle büyük bir bina yapılmasına şaşırdım. Çorum bu gezide gördüğüm en plansız, düzensiz bir şehir oldu. İlk defa 1952 yılında gördüğüm Çorum evleri, konaklarıyla tipik, güzel bir Türk şehri idi. Zamanla bütün bu tarihi yapılar kör kazmaya teslim edildi. Tarihi doku korunmamış, her taraf betonlaştırılmış. Çorum’un etrafındaki bağlar yok edilmiş. Betondan kaçarak maaile Çorum’un yakınındaki Obruk Baraj Gölü‘ne gittik. Çorumlular hafta sonunu bu güzel yerde geçiriyor. Aile üyelerimizle vedalaşıp gezimizin 8.günü sabah erkenden Çorum’dan ayrıldık. Yemyeşil bir tabiat içinden geçerek öğle saatlerinde Tokat’a ulaştık.

Tokat

Arabamızı şehir merkezinde park edip yöresel yemekler yiyebileceğimiz bir lokantaya gittik. Önce Hatuniye Meydan Camiini gezdik. Cami 2. Bayezid tarafından annesi Gülbahar Hatun adına 1485 yılında yaptırıldı. Caminin ahşap kapı kanatları ve mermer portalı bir sanat şaheseridir.

Buradan Taş Han’a gittik. Taş Han Anadolu’da gördüğüm en büyük ve en güzel hanlardan biri. 1632’ de yapılmış han dikdörtgen bir plana sahip. İki katlı handa günümüzde kahve olarak kullanılan açık avlunun etrafında turistik eşya satan dükkanlar var. Tokat özellikle üzüm yaprağı, el baskısı bez dokumaları ile tanınıyor. Buradan Atatürk’ün 26 Haziran 1919’da kaldığı ve halka hitap ettiği Yüksek Kahve’ye kadar yürüdük. Yüksek Kahve 3 katlı ahşap bir binadır, 115 yıl önce Türk ocağı binası, daha sonra İttihat Terakki binası olmuş. Çeşitli dönemlerde önemli siyaset adamları bu binadan halka hitap etmiş. Kahvede oturup çay içerken duvarlarında bu önemli siyaset adamları ve Milli Mücadele kahramanlarının fotoğraflarına baktık. Burası günümüzde demokrasi müzesi olmuş. Kahvede görevli gencin kahve hakkında verdiği bilgileri ilgiyle dinledik. Tokat’ın ortasından aynı Kastamonu’da olduğu gibi bir dere akıyor. Behzat deresi adlı suyun bir yanında 1536 tarihli Hoca Behzat adına yaptırılmış ve onun adını taşıyan bir cami var. Tek kubbeli ve kesme taştan yapılmış bu caminin yakınında Tokat Mevlevihânesi var. Mevlevihane geniş bir bahçenin içinde 1638’de yapılmış, Barok tarzın Anadolu’daki örneklerinden biri imiş.

Tokat kalesi, bir kartal yuvası gibi şehrin her yanından görülüyor. Dik ve sarp kayalar üzerine kurulu bu kale Roma, Bizans dönemlerinde yol güvenliği için kullanılmış 1074’de Selçuklu Danişmend Gazi tarafından fethedilmiş. Kalenin eteklerindeki 16. yüzyılda yapılmış Arastalı Bedesten büyük bir yapıdır. Günümüzde Arkeoloji binası olarak kullanılıyor. Tokat güzel bir şehir. Tokat’tan hediye eşyalarımız alıp 17.30’da Amasya’ya doğru hareket ettik. Saat 19.00’da Yeşilırmak kenarındaki Amasya Öğretmen Evi’ndeyiz.

Zeki ÖNSÖZ

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir