Büyü’sün Yaz*

Hayat hep aynı kalmaz: Yaz yalnızca bir mevsim değil, aynı zamanda bir duygudur çünkü. Ve bizi her zaman aldatır. Önceki yıllarda erken biterdi yaz, bu yıl geç geldi. Üstelik baharı da atlayarak…

Sadece yurdumuzda olmak, günü izlemek ve sıcak havanın yanaklarımızı okşamasına izin vermek; kısaca yaz, olacak güzel şeylerin muştusudur benim için.

Yoksa yaz erken mi geldi? Bunun olması için ilkbaharın yaşanmamış olması gerekiyordu. Ki öyle de oldu. Peki, yaz nedir? Mevsimin bir hafifliği olmalı ilkin. Tıpkı bir Akdeniz kadını gibi uçarı sonra… Sevmesini bilen kadının koynundaki sıcaklıktır yaz. Sanki serin sularda yüzen bir aşk. Ancak bazı yazlar seller ve yangınlar tarafından ezilir. Geriye bir zamanlar yaz olan hatıralar, defalarca yaşadığımız mutlu mevsimin acı hatıraları kalır. Bunun gibi daha kaç yaz olacak? Gittikçe daha sık olarak, yazdan sonra evet, ardından bir soru işareti geliyor.

Bir çoğumuz Ege’nin yorumladığı “Yaz Aşkı” şarkısını duymuştur. Orijinali Yunanlı sanatçı Antonis Remos’un bestelediği “Ma den Ginetai”dir. Bu şarkıda yaz sesinin hafifliği en saf haliyle kendine gelir ve sonsuz bir yaz akşamı gibi uzar gider:

Biteceğini bile bile bu aşka başlamam
Ne seni ne de kendimi ateşe atamam
Anla beni yaz aşkım

Antonis Remos ise yaz aylarında içimizde depreşen o meçhul duyguyu çok daha güzel yansıtır:

Bana her baktığında içimde bir fırtına kopuyor
Benliğim bir sığınak arıyor

Ve sebebi sensin
Demek ki, yaz aşkları durup dururken yaşanmıyor.

İnsan, kalbi ve dili ile ölçülüyor. Camus‘yü çıldırtan Akdeniz güneşi tepemize kurulunca kalbimiz denize, gözümüz dağlara açılıyor. Dil yarasıdır artık dinlediğimiz şarkılar.

Yaz mevsimidir beklenen

Akşamları yol kenarlarında, karşımdaki tepelerde uzun çam ve ardıç ağaçlarının altında mavi akan zaman muhteşem. Akşam geç saatlere kadar ışık ufkumuzu aydınlatıyor. İnsanlar gece yarısı hâlâ gülüyor, geziyor, konuşuyor ve koşuyorlar. Yazının başlangıcından itibaren günlerin aslında kısaldığını kimse fark etmiyor. Kimsenin denize yakın olmaktan, sohbet etmekten, günün kararmasını ve ışıkların titreşmesini izlemekten, sabahları serinleyen havanın yanaklarınıza değmesine izin vermekten ve denizde yuvarlanan dalgalar gibi zamanın gelgitini hissetmekten başka yapacak bir şeyi yok. Sonra günün sıcağı evlerde yoğun hissedildiği için geceleri uyuyamamak ve sabah erkenden denize koşmak!

“O Yaz”, On yıllar sonra, Zerrin Özer ve Teoman‘ın söylediği (Ege’nin daha az bilinen “Yaz Aşkı”nı takip eden) şarkı hâlâ kulaklarda. Kimileri uygun bulmasa da yazın ilk kez öyle ya da böyle yaşananları ilk kez anlatan ve unutulmayan bu şarkıyı gençler çok sevdi.

Çocuk kalbimize dolan gamla
Oturup ağlamıştık sessiz çardakta
Çaresiz erken inen akşamla
Veda edip ayrıldık biterken o yaz
Sen bana ben sana komşu evlerde
Kök sarmaşıklar gibi sarıldık o yaz

Yaz, güneş, tatlı hayat… Ter ve diğer vücut sıvıları denizinde mutlu bir şekilde yüzerek uzaklaşan iki kişi arasındaki samimiyetin ve sıcaklığın zamanı, en iyi şekilde insan varlığının bir kutlaması. Her türlü meyvenin tadında da yaz var: Dolgun kirazlar, sulu şeftaliler, şekerpare kavunlar, ekşi erikler, tatlı dutlar ve nihayet, güneş ışığına batırılmış, yaklaşan sonbaharın ilk görüntüsünü veren üzümler… Sezen Aksu bile “yaz bitmeden gel” der beklenen sevgiliye:

Yaşarız bu tende bu heves oldukça yârim
Coşarız ayın şavkı aşka vurdukça yârim
Aşığız sarıştık sarmaşıklar misali
Gel gör ki geçti geçiyor bu yazlar ne hain

Buralar geçici olarak yuva haline gelen Akdeniz havzasının kumsalları. İnsanların deniz kıyısına nasıl sihirli bir şekilde çekildiği şaşırtıcı değil mi? Modern öncesi zamanlarda denizle yaşamanın elbette bir çekiciliği yoktu. Akdeniz yöresinde yaşayan Türkmenler bile yazın yaylaya çıkar, kışın sahile inerdi. İnsanlar, modern yaşamın yorucu temposundan kurtulmak için, ancak sanayi ve teknolojinin ilerlemesiyle doğanın deniz dalgaları biçimindeki ritmini keşfettiler…

Mor bitkiler ve sarı çiçekler

Denizlere koşmanın bir nedeni, modern insanın artık bilmek istemediği ve hâlâ özlem duyduğu şeyin dünyevi bir şekilde bulunmasıydı: aşkınlık, deniz tarafından temsil edilen sonsuzluk ile kurulan ulvi bir ilişki. Bu ilişki olmadan yaşamak mümkündür, ancak belli ki kısır, bir boyutu eksik, dolayısıyla tutkudan yoksun. Gerçekten Yörük çocukları bin yıldır yurt bildikleri toprakları kucaklayan sulara yönelirken hâlâ ürkek adımlar atıyorlardı.

Bir süre boyunca, yazı orada geçirmek isteyen çok sayıda insan, Akdeniz ve Ege’nin dört bir yanındaki oteller ve tatil köylerini dolduracak. Gezegenimizin tüm sahilleri için geçerli bu durum. Tabii, yükselen deniz seviyesi izin verdiği sürece. Deniz kenarında olmanın ve kumsalda yürümenin mutluluğu için yazları daha uzak kıyılara ve daha serin iklimlere de gitmiştik.

Toros dağlarının uçurumlarında, Akdeniz’in yamaçlarında, kurumuş çimenlerde, üzerinde bembeyaz bulutların yüzdüğü masmavi gökyüzünün altında, köpüklü sularda, uzun saplı altın sarısı çiçeklere, mor renkli bitkilere baktık. Bir bakıma ruhumuzun derinliklerine daldık. Deniz orada tekdüze görünüyordu ve ufukta, çok uzakta kayboldu bakışlarımız. Düşünmek için ideal bir yer deniz ile kara arası. Hele Rodos’un yakınlığı bu kıyıdan bir başka görülüyor! Cem Sultan‘ı ağırlayan o kutsal adayı ve orada yaz biterken doğan büyülü bir aşkı Kurgan Edebiyat Dergisi için yazdım. Bir martı uçup Ege semalarında kahkahalar atana dek yazacağım…

Daha ne kadar sürecek?

Diğer yazlar, koyun ve keçilerin uçsuz bucaksız çayırlarda kaybolduğu ve fundalıkların tepelerine dolandığı Toroslar yalnız güzelliğiyle bizi bunalttı. Çaylar kıvrımlı akarken huş ve çam bahçeleri yerini yokuşlarda büyüyen ladin ormanlarına bıraktı, alçak gökyüzü sadece ara sıra turkuvaz bir lekeyle kırıldı.

Biz o sırada burada, soğuk derinlere doğru ilerleyen ve gelgitle birlikte geri çekilen denizin kıyısında, oturuyorduk. Eğrelti otları kayaları bürümüş, uzun zamandır ısınan denizlerin ikliminde çalılıklar irkilmişti. İklim değişimi zor bir süreç, ama daha ne kadar sürecek bilinmez. Tam bu noktada yaz mevsimi bir soru işaretine dönüşüyor. Eriyen kutuplar, yükselen denizler çoğumuzu endişelendiriyor.

Bir tatilden döndüğümüzde en sevdiğimiz restoranın garsonu bize iklim değişikliğini anlattı. Televizyonda bununla ilgili bir belgesel izlemiş. Bireyden değil, “bir bütün olarak” toplumdan kaynaklanıyordu sorun. Kendisinin zaten gri saçları olduğunu söylüyor, Tanrı’ya şükür, yaşı onu ilerde ortaya çıkacak sonuçlardan koruyordu!

Bununla birlikte, olumsuz gelişmeler, tepkiler gibi zaten her yerde görülebilir: Şehirlerin çevresindeki kırsal alanda ekilen mısır yada buğday tarlaları kuruyor, oysa yeni yabani bitkiler kuraklıkta bile yetişir, böceklere yiyecek sağlar ve kendi kendine tohum verir. Biyogaz tesisi ile ondan enerji bile elde edilebilir.

Uzun süredir baskın olan buğdayın yerini giderek daha az yağışa adapte olan çavdar ve kışlık arpa alıyor. İklim uzmanları, zeytin ağaçlarının dikilmesini tavsiye ediyor. Güney, Kuzey yarımküreye doğru genişliyor. Berlin yakınlarındaki Werder an der Havel’de şarap üreticileri artık Shiraz ve Sauvignon gibi şaraplık üzümler yetiştiriyor.

Ancak, gezegenin diğer yarısındaki insanlar, iklim değişikliğinin sonuçlarını çok daha şiddetli bir şekilde hissediyor. Onlar da vatanlarını seviyor, “kalplerimizin ait olduğu yer burası” diyorlar. Onları bana daha bir yakınlaştıran dünyalarını ekranda izliyorum; egzotik bir ortamda, sıcak bir güneşin altında rahat bir hayatın rüyası… Ancak bu rüya, amansızca yaklaşan bir tehlike tarafından kuşatılıyor: Yeryüzünün güneyini süsleyen sayısız ada yükselen gelgitler yüzünden batıyor.

Bir sabah şarkı söyleyerek uyanacağız

Kuzeydeki adalarda bile, bir çok noktada sadece deniz feneri dalgaların üzerine çıkacak. Hollanda ne olacak? Bilinmiyor. İsviçre halkı akıllıca davranıp yüksek bir yere yerleşti, ancak iklim değişikliğinin ardından büyük mülteci akını için çok küçük ülke. Berlin’de çok fazla insan Teufelsberg’e sığınamayacak. O gün gelince bazıları diyecek ki: “Öyleyse, beşeri varoluşun zamanı geldi.” Bir diğer seçenek, şimdi ekolojik olarak uyumlu bir yaşam sürmek olabilir. İnsanların iyiliği için değilse, en azından yaz aşkına mutlaka denenmelidir bu seçenek. İnsanın kendini bulmak ve dinlemek için en uygun ortam kalabalıklar değildir. Erling Kagge bunu başka bir şekilde söylüyor: “Tanrı sessizlik içindedir.” Ve biz bu sessizliği ancak denizde yakalıyoruz.

“Yaz Zamanı/Ve yaşamak kolaydır” -aslında- uyutucu etkisi olan bir şarkı. Billie Holiday bu şarkıyı 1936’da söylemiş ama o ses bir insanlık trajedisini 20.yüzyılın ortasında ancak su yüzüne çıkarmıştı. Şarkının dudaklardaki hafifliği, yaz sonlarına doğru gelen ağır düşünceleri daha katlanılır kılıyor. Çünkü melankoli, yazdan geriye kalan tek şeydir.

O zamanki şarkı da zaten öyleydi: O hayat hep aynı kalmayacak. Çocukların kendi hayatlarını sürdürecekleri yeni bir çağ gelecek. Ebeveynler kaçınılmaz olarak yaşlandıkları için, tıpkı şarkıda söylendiği gibi, baba zengin ve anne güzel olabilir. Fakat ömür eninde sonunda biter: “Bir sabah/Şarkı söyleyerek uyanacaksın/Sonra kanatlarını açacaksın/Ve gökyüzünde uçacaksın.”

Evet, yaz bitince sonbahar başlayacak. Ve gerçeği yine bir şair söyleyecek: “Henüz denizler yoktu ben seni severken”. (Dilaver Cebeci)

Alaattin DİKER

* Hilmi Yavuz

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *