Ilık bir Haziran sabahı düşüyoruz yollara. Yolumuz uzun, yolumuz Kastamonu. Otobüsün camından akıp giden manzara pek de cazip gelmiyor bize açıkçası. Biz, Ilgaz Dağı’nın doyumsuz yeşiline saklıyoruz hevesimizi. Uzun bir tünele giriyoruz; Ilgaz 15 Temmuz istiklal tüneli. Heyecanımız daha da katlanıyor. Tünel çıkışı bizi bir sürpriz bekliyormuşçasına hazırlanıyoruz. Gözlerimizi kocaman açıp, göreceğimiz tabloyu eksiksiz olarak hafızamıza kaydetme telaşı belki de bilemiyorum. Tünelin sonunda görünen ışık el sallıyor bize. İşte diyorum, beklenen an nihayet geldi. Meşhur Ilgaz Dağı cömertçe sergiliyor bize tüm manzarasını. Sağımız yeşil, solumuz yeşil. Bu nasıl büyülü bir görsel şölen? Tertemiz havanın enerjisini ta otobüsün içinden hissediyoruz. Bir an evvel şehre varmak, otobüsten inmek ve ciğerlerimize doyasıya oksijen çekmek için sabırsızlanıyoruz. Önce tek tük evler başlıyor ormanın içinde; sanırım yazlık niyetiyle oluşturulmuş müstakil yapılar. Umarım doğaya zarar verilmemiştir diye içimden geçirmeden de edemiyorum. Ağaçlar, çalılıklar, tepeler, yeşilin her tonundaki çimenler bir bir selamlıyor aracımızı.
Şehrin girişinde; Oluk Başı denilen dörtyol ağzında iniyoruz otobüsten. Uzun yıllardır görüşemediğimiz değerli dost Mürüvvet; Üniversite’den sınıf arkadaşımız sıcacık gülümsemesi ile karşılıyor bizi. Şehirle birlikte o da sarıp sarmalıyor uzun yol yolcularını. Hafiften bir baş dönmesi hâsıl oluyor bizde, temiz havanın etkisidir diyor ev sahibi. Konuşmalar, gülüşmeler, bakışmalar, yılların getirdiği hasret gidermeler derken kocaman bir tabela takılıyor gözüme; “Gelişiniz güle güle, gidişiniz güle güle, her işiniz güle güle…” En sevdiğim ama kime ait olduğunu bilmediğim sözün beni bu şehrin girişinde karşılaması ne büyük mutluluk! Hemen altına bakıyorum yazının; Şeyh Şaban Veli…! Kimdir bu zat? Böyle güzel bir cümleyi kuran insan, elbette ziyaret edilmeye değer diyorum içimden. Şehrin kapıları büyük bir lütufla açılıyor bana. Kastamonu’yu merak ederek çıktığım bu yolculukta, ilgim tamamen farklı yöne kayıveriyor.
Mihmandarımız sevgili Mürüvvet ile şehrin merkezine iniyoruz ilk. Tam ortada berrak akan Gökırmak’ın etrafına kurulmuş tertemiz bir Kastamonu karşılıyor bizi. Ne kadar rahat ve huzurlu bir şehir diyorum ayağımı basar basmaz. Sağlı sollu dükkânlar, evler, kafeler, konaklar… Taş köprüden geçiyoruz ırmağın karşısına. Küçük taş köprünün ortasına doğru yan yana duran iki taş sütun ilişiyor gözüme. Rivayete göre; bu iki taşın arasından geçen kişinin, birkaç yıl içinde tekrar yolu düşermiş şehre. Olsun diyorum, benim de işime gelir böyle güzel bir memlekete tekrar uğramak… Güzel dileklerle ilerliyoruz köprüden. Annemle sıkça söylediğimiz türkü geliyor aklıma; Köprüden geçti gelin. Saç bağın düştü gelin… Ne zaman bir köprüden geçsem, bu güzel Anadolu türküsü dolanır dilime.
Ara sokaklara girip Nasrullah Cami meydanına varıyoruz. Tamamen farklı bir atmosfer burası. Irmak kenarındaki şehir aniden değişiyor ve adeta bir Adana havasına bürünüveriyor sanki. Ortada bir şadırvan, etrafında insanlar ve yerden yem toplayan güvercinler. Mistik bir hava gelip sarmalıyor tüm benliğimizi. Ney sesi çalınıyor sanki kulağıma; belleğimin bir beklentisi mi yoksa gerçekten birileri ney mi üflüyor bilemiyorum. Çepeçevre huzur dolu burası. Caminin arkasına dolaşıyoruz. Rengârenk hediyelik eşyalarla süslenmiş dükkânlar karşılıyor bizi. Ne ararsanız var; gümüş aynalar, şimşir taraklar, otantik albümler, yazmalar, fularlar, ahşap oyuncaklar… Elinizin boş dönmesi neredeyse imkânsız. Alıcı gözle inceliyorum ürünleri, biraz muhabbet ediyoruz esnafla. Gittiğim her şehirden mutlaka bir şeyler alırım, bana o şehri anlatan, yaşadığım o anın kıymetini hatırlatan…
İstemeye istemeye ayrılıyoruz Nasrullah Cami meydanından. Hemen ileride, birkaç yüz metre uzağında Cem Sultan Bedesteni’ne varıyoruz. Harika bir taş bina, koskoca bir han. Ama ne yalan söyleyeyim, biraz kasvetli. Vakti zamanında büyük bir yangın geçirmiş bu yapı. Halk arasında karanlık bedesten denmiş o günden sonra. Lokanta olarak hizmet veriyormuş son zamanlarda. Kastamonu’nun meşhur Etli ekmeğini ve bandumasını en güzel burada yapıyorlarmış. Girişte Cem Sultan ve ordusunun duvardan duvara fotoğrafı karşılıyor bizi. Heybetli mi heybetli, asil mi asil bir görüntü. Hemen yan tarafında vakıf bedduası çerçeveletilip asılmış bir sütun. Bu vakfın aslına saygı gösterilmez ve gereksiz yıkımlara, değişimlere gidilir ise cehennem azabıyla sınanmaları konusunda bir yazı. Okuyoruz, irdeliyoruz, yorumluyoruz ve nasibimizi alıp çıkıyoruz bedestenden.
Çarşı merkezinde biraz daha dolaşıp bu muhteşem şehrin tertemiz havasından soluyoruz. Ancak benim aklımda ısrarla aynı cümle ve aynı isim dönüp duruyor; gelişiniz güle güle. Gidişiniz güle güle. Her işiniz güle güle… Şeyh Şaban Veli. Zatı muhteremi biran evvel ziyaret etmek, kendisinin huzuruna varmak ve biraz daha huzur bulmak istiyorum. Gel gelelim ayaklarımız bizi seyir tepesine yönlendiriyor. Şehri kuşbakışı izleyebileceğimiz bol rüzgârlı bir tepe. Dönemeçli ve oldukça dar yollar hızımızı kesmiyor. Ustalıkla restore edilmiş konaklar, Arnavut kaldırımlı sokaklar, kendini dışarıya atmış, oyuna koyulmuş çocuklar…. Dedim ya başlı başına huzurlu, sakin ve yaşanılası bir şehir. Birkaç cami geçiyoruz yol boyunca, hepsi tarihi. Şehir halkını ve yerel yöneticileri takdir ediyorum içten içe. Tarihine, değerlerine ve yarınına önem verdiğini gösteren bir davranış. Bravo…
Tüm şehri kuş bakışı izliyoruz doyasıya; kale, valilik, saat kulesi, restore edilmiş kahverengi beyaz konaklar, şırıl şırıl akan Gökırmak, tarihi camiler ve ahşap minareleri, mahalle mahalle ayrılmış mezarlıklar… Nereye baksanız yeşil, nereye gitseniz tertemiz doğa. Bir kahve içimlik oyalanıyoruz seyir tepesinde ve tabi ki olmazsa olmazımız fotoğraf çekimleri. Aynı dar sokakların parke taşlarını takip ederek iniyoruz tepeden. Kapkara bulutlar kaplıyor gökyüzünü, yağmur indi inecek. Şehrin bazı ilçelerini ve köylerini dolu vurduğu haberini alıyoruz. Ekili alanların zarar gördüğünü ve sel tehlikesi olabileceğini de öğreniyoruz. İlk gün için gezimizi noktalamak zorunda kalıyoruz. Demek ki kısmet değilmiş Şeyh Şaban Veli’yi bugün ziyaret etmek. Neyse diyorum, vardır bunda da bir hayır.
Ertesi sabah güne çok erken başlıyoruz. Öğretmen evinde yaptığımız sıkı bir kahvaltının ardından atıyoruz yine kendimizi şehrin sokaklarına. Yağmurun ıslattığı tertemiz kaldırımlarda yürüyoruz. Mihmandarımızın yanı sıra sevgili Demir ve Kaan’da bize katılıyor bu sabah. Gezimiz daha da bir anlam kazanıyor. Neşemize neşe katılıyor adeta. İki küçük çocuğun bize rehberlik etme telaşı görülmeye değerdi doğrusu.

Birkaç merdiven basamağı çıkarak Şeyh Şaban Veli Vakıf Müzesi’ne varıyoruz. Yine muhteşem restore edilmiş bir konak dikiliyor karşımıza. İki katlı ahşap bir yapı. Vakti zamanında kullanılan eşyalar, kıyafetler, kalıntılar muhafaza ediliyor cam bölmeler içerisinde. Zatı muhteremin bir eseriyle karşılaşır mıyım acaba diye şöyle bir aranıyorum etrafımı. Ama yok! Daha sonra yaptığım araştırmalarda öğreniyorum ki hiç eser bırakmamış arkasına. Hatta o kadar mütevazı bir hayat sürmüş, mutasavvıf kişiliğini o kadar geri planda tutmuş ki kendi evlatları bile babalarının okuma- yazma bildiğinden haberdar olmamışlar. Kastamonu’ya ilk geldiği dönemlerde onun alimliğinden bihaber olan halk, kılık kıyafetine ve yaşam tarzına bakarak çobanlık yapması için teklif götürmüşler zatı muhtereme. Cevap olarak demiş ki; biz, insanları gütmeye geldik! Yırtık eski gömleği içinse; biz dünyaya üryan geldik, üryan gideriz…
Hemen yan tarafta bir konak daha duruyor bütün ihtişamı ile, balkonuna asılan devasa Türk bayrağı gururla dalgalanıyor. Orası ne amaçla kullanılıyor bilemiyorum. Sanırım ziyarete açık bir alan değil. Ama konak, külliyenin bir parçası, belli. Merdivenlerine çıkıp bir de oradan izliyoruz etrafı. Görüntü muhteşem! Türbenin arka bahçesindeki mezarlık daha net. Zatı muhteremin müritlerine ait olmalı bu mezarlar. İhtişamlı konağın hemen önünde uzun ince bir çam ağacı, ağacın altında u şeklinde bir merdiven ve merdivenlerin arasında çerçevelenmiş o anlamlı söz; Gelişiniz güle güle. Gidişiniz güle güle. Her işiniz güle güle…/Hazreti Pir Şeyh Şaban-ı Veli. Ne güzel, ne ince, ne muhterem bir söz. Latif bir kişilik tarafından söylenmiş olduğu nasıl da belli. Gerçekten de gelişimiz güle güle oldu. Gidişimizde de heybemize nice güzellikler, iyilikler, saadetler, hatıralar doldurup götürüyoruz… Dilerim her işimiz de böyle güzel olur diyorum arkadaşlarıma… Sonsuz bir minnetle ayrılıyoruz külliyeden. Çiçeğine, böceğine, bahçedeki bembeyaz kedisine bir bir veda ediyoruz. Kim bilir diyorum içimden, belki bir daha nasip olur gelmek. O vakte kadar sağlıcakla kalın…
Kastamonu gezimizi Şeyh Şaban Veli Türbesi’nde noktalıyoruz. Böyle değerli bir zatla tanışmak, Asa suyundan içmek, kapısından girmek, huzura varmak ve huzur bulmak nasip oluyor bize. Bu güzel şehri gezip keşfetmenizi; kalesini, seyir tepesini görmenizi, meşhur etli ekmeğini bandumasını yemenizi ve özellikle Şeyh Şaban Veli Türbesi’ni ziyaret etmenizi şiddetle tavsiye ederim. Zamanımızın kısıtlı olması nedeniyle biliyorum ki çoğu yerini gezip göremedik Kastamonu’nun. Eminim daha nice güzel gezilecek yerleri, yenilecek yemekleri, ziyaret edilecek nice cami ve türbeleri vardır. Ülkemizin dört bir yanı bir birinden güzel ve özel. Çıkıp keşfetmek, tanımak ve tanıtmak çok kıymetli bir duygu. Dilerim sizler de bu duygudan mahrum kalmazsınız hiç.
Ezcümle; bu harika gezide bana eşlik eden sevgili arkadaşlarım Demet ve Nermin’e, mihmandarımız değerli dost Mürüvvet’e ve onun şeker mi şeker çocukları Demir ve Kaan’a sonsuz teşekkürler…
Gülşen ÜNÜVAR
Son Yorumlar