Umut bu sabah yine kapımı çaldı. Geceden hazırlanmış sırt çantamla birlikte Kıryolu’ndayım. Öğle yemeği için altına oturduğum yaşlı meşe ağacına sırtımı verip çantamdan yiyeceklerimi çıkarıyorum. Yemeğimi yerken Heidegger’in bu yaşlı meşe ağacı ile yaptığı sohbetleri düşündüm. Hayal gücüm daha da ilerilere uzandı. Heidegger’i şahsen görüyordum. Selamlarım uzaktan. Erkek kardeşiyle beraber Şapel’in önünden buraya doğru geliyorlardı. Bakışlarındaki derinliği görebiliyordum. Bir şair, bir filozof geçerken her zaman yaptığım gibi, ayağa kalktım; “Grüß Gott” diyecekken “Merhaba” demiştim. Ama filozof, kendisini ne diye selamladığımı fark etmemişti.
Burası, Heidegger’in günlük yürüyüşlerini yaptığı, doğup büyüdüğü Messkirch kasabasına uzanan Kıryolu. Büyük filozof, tutkulu okuyucuları kadar, bu kasabada yaşayan hemşerileri için de muamma olarak kaldı. Örneğin en yakın arkadaşı Karl Jaspers, kendisine “sen kiminle uğraştığını bilmiyorsun” demişti. 27 Mayıs 1933’te rektör olarak atandığında, tarihin çarkına çomak sokan ve sadece birkaç sıyrıkla kazayı güç atlatan aptal bir çocuk gibi davrandı, diye günlüğüne kayıt düştü.
Yaşlı ağacın dibine otururken ağını hızla geren bir örümcek dikkatimi çekti. Bir canlı iki farklı şekilde yorumlanabilir: Ya tek parçalardan oluşmuş olarak, bu durumda varlığın sadece bir kısmını görürsün ya da bir bütün olarak algılarsın. Sorun şu ki, çoğu insan sadece parçaları görüyor ve bütünü kavrayamıyor. Tabii, aynı bütüne farklı açılardan bakılabilir. O bizim için zenginlik oluşturur. Doğayı seyrederken metafizik olanı keşfederiz. Bu etkileşim bize, duyuların dış, varlıkların iç dünyanın simgeleri olduğunu gösterir.
Çocukların dünyası da ekseriyetle öyle kurulur. Her çocuk çevresinin çizdiği sınırlardan kaçıp kurtulmak ister. Hayatta kaybolanlar ve kaybedenler çocukluğunu dar kalıplar içinde yaşayanlardır. Örneğin çocuk, şair olmak ister, hayatın içinde yer açmayı düşler, defterine şiirler karalar. Aile, çoğu kez bu isteği onaylamayarak karşılık verir. Ancak o gizlice yazmaya devam eder ve şiirlerini, onları yayınlamayacak ama sürekli onu teşvik eden bir dergiye gönderir. İşte yol öyle alınır, mutlaka bir yola girerek..

Baharla birlikte Hıdırlık Tepesi’ndeki badem ağaçları çiçek açar. Umut kapıya gelip dayanmıştır. Sınırları aşmak için kır bir umuttur çünkü. İçinde bağlar vardır; Deper köyü ile merkez arasında uzanır, şehre yaklaşık üç bin metre uzaktadır. Pazar günü sabahı ya komşuların at arabasıyla ya da yaya olarak yola çıkılır. Ama biz çocuklar rüzgâr olur uçardık, anne ve babamızdan önce varırdık. Devrane Camii arkasından önce yukarı tırmanılır, sonra badem ağaçlarının gölgesine sinen patika yola ulaşılırdı. Burası aslında bir dağ yoludur, bir ucu ters yöne dönünce Olucak Mahallesi ile buluşur. Ama biz Deper Çeşmesi önünden geçerek bağlara yöneleceğiz. Çocukluğunu, kişinin kendini kendisinden kurtaramayacak kadar dar yaşayanlardan olmayacağız. O dağ yolu bugün hâlâ duruyor. Hıdırlık Tepesi’ne çıkanlara yârenlik ediyor ancak Deper, köy olmaktan çıktı; beton binaların kapladığı büyük bir semt oldu: Ataköy.
Aradan neredeyse 50 yıl geçti. Yine Kıryolu’nun çağrısına kulak veriyor ve her Pazar yaz kış demeden yürüyüşe çıkıyoruz. En sevdiklerim tabii ki bahar mevsiminde gerçekleşenler.
Heidegger’in kıryolu ile ilişkilendirdiği tecrübe, benim için de geçerliliğe sahip; bu deneyim, doğaya açılan ve hâlâ o ilk günkü sevincin yankılarını yıllarca içinde taşıyan, tanıdık bir ortamda düşünme eyleminin bir yansıması olarak da algılanabilir: “Muammalar üst üste yığılıp hep birbirine dolandığında ve bir çıkış yolu yokmuş gibi gözüktüğünde, kıryolu yardıma koşar. Zira o, uçsuz bucaksız kıraç araziyi kateden kavisli bu yolda, yürüyen kişiye sessizce eşlik eder…”
Heidegger, 1949 yılında Kıryolu(1) hakkındaki düşüncelerini yazdığında, o görüşlerin bir gün gerçeğe dönüşeceğini acaba önceden sezmiş midir? Köklerimizin sırlarını muhafaza eden mekânlar bugün her yerde tehlike altındadır ya da çoktan taş ve beton haline dönüşmüştür. Bir zamanlar haşhaş çiçeklerinin açtığı bahçeler, büyük sülalere ait geniş odalı konaklar; Anadolu Hanı, Turunç Hanı, Develi Han, Yoğurtçu Han, Develi Han, Dedeli Han, Taş Han gibi sayısız değerlerimiz, sözde iyi niyetli yatırımların etkisi altında çürüyecek; artık ayakta olmayan ama özlenen yapılar olarak hatırlanacak, ören haline gelecektir. Yalın olana dikkat etmeyen kimse, karmaşık olayların ve karışık işlerin üstesinden gelemez. Bu nedenle insanlar, kendileri için çalınan gelecek şarkısını daha az dinlemeli, onun yerine tüm bilgilerin ortaya çıktığı ve yeniden onu diriltecek gizemli ama unutulan kökleri üzerine özenle düşünmelidir. Kıryolunda yaşanabilecek şey, insanları olduğundan daha küçük kılmayan saygıdır. İddia ve talepleri düzenleyen, onu aşırılıktan kaçınmaya, ölçülü olmaya davet eden saygı. İnsanın ayaklarını yerde yürütür, bilgisiyle kendini tutarlı kılar: “Kıryolunun çağrısı açık ve hür olanı seven ve elverişli bir durumda üzgünlüğün üzerinden sıçrayarak nihai bir sükûnete ulaşan bir duygu uyandırır. Bu sükûnet; kendi kendisi için yapıldığında sadece bir boşluk hissi yaratan sadece çalışmak için çalışmanın anlamsızlığına karşı koyar…”

Tek başına ele aldığımızda, Heidegger’in sarfettiğı bu cümleler, taşradan gelen, çağımızda yitirilmiş görünen geleneği geri çağıran bir mesaj olarak yanlış okunabilir. Ki benim de bu konuda ciddi endişem bulunmaktadır. Bununla birlikte Heidegger, iyi niyetli bir bilinçlenme çağrısının çok ötesinde başka bir sonuçla ilgilenmektedir. Kısaca belirtmek gerekirse, düşünce tarihini silbaştan yazmayı amaçlıyordu ki bu, sözde gerçek hayatın yansıması olan “varlığı unutmanın” kurbanı olmuş gözükmektedir.
Zira egemen akıl, Heidegger’in Yunan felsefesine dayandığını düşündüğü Batı düşüncesinin köklerinden tamamen uzaklaşmıştır. İnsan, artık uzman olmayan hiç kimsenin yardımına ihtiyaç duymamaktadır. Kendini sadece mümkün olana yönlendiren çağdaş bilimin efendisi olmaktan çok hoşnuttur. Bu, ölçüsüz bir kibre yol açtı, ama zihinlerde büyük kuşkular uyandırdı. Modern insan, seleflerinden çok daha fazla, kendisiyle çelişmektedir; mutsuz benlik ile yaşanılan dünya arasında sırf açgözlülükten kaynaklanan bağlar kurmaktadır.
“Ama kıryolunun çağrısı ancak, oradaki iklimde doğmuş olan, bu çağrıyı duyabilen insanlar olduğu sürece konuşur. Bu insanlar kendi köklerinin hizmetkârlarıdır, hilelerin ve dolap çevirmelerin kölesi değil. İnsan kıryolunun çağrısına uymadığı sürece, planlarıyla dünyaya düzen getirme çabaları nafile olacaktır. Bugünün insanının onun dilini duyamaması tehlikesi kol gezmektedir. Duydukları tek şey, neredeyse Tanrı’nın sesi saydıkları araçların gürültüsüdür. Bu yüzden insan kafası karışmış bir hâlde yolunu kaybetmiştir. Kafası karışmış olana, basit olan yavanmış gibi gözükür. Yavan [olan] bitkinliği getirir, bitkin [olan] ve sıkıcı [olan] sadece tekdüze olanı bulur. Basit [olan] kaçmıştır. Onun Sessiz gücü tükenmiştir.”
Gelenekten kopuş bizde böyle başlamıştır; şehir eşrafı bünyesinden bir burjuvazi çıkaramadığı gibi o ruhtan ve bilinçten mahrum zenginler modernlik eşiğinde savrulmuşlardır. İlk dalga göç İstanbul’a yerleşerek yaşanmıştır. İkinci dalga göç, 70li yılların başında, eski konaklarını bırakıp apartmanlara taşınarak gerçekleşmiştir.
Eşrafın zengin çocukları ağırlıklı olarak Yeşil Cami muhiti ile Afyon Lisesi arkasındaki sokakta toplanmıştır. Onların çoğu da – kapitalizm anlamında – ekonomik büyüme düzeyini yakalayamamış, babaannemin akrabaları örneğinde şahit olduğum şekilde miras kalan han, dükkan, arazi ve evleri satarak sosyal konumlarını korumaya çalışmışlardır.

Afyonkarahisar’da 1910 yılında “Terakki Servet Osmaniyesi” ve 1926 yılında “Terakki Servet Bankası” olarak iki mahalli banka kuran eşrafın kapitalist zihniyeti niçin özümleyemedikleri benim için ayrı bir muammadır. Ancak üretim felsefesini hayatlarına oturtamayan aynı kişiler çarpık bir çağdaşlık anlayışına duçar olmuşlardır.
Bugün ile dünün kesiştiği noktada yeni bir yaklaşım sergileyememişlerdir. Halbuki hayat tek bir halka içerisinde yürümez, halkalar içiçe geçerek bir zincir oluşturur. Tarihi süreçte o zinciri ilkin muktedirler kırdılar.
Heidegger, bu karanlık olay için, meşe ağacını konuşturur: “Meşe ağacının kendisi süregiden ve meyve veren şeyin sadece böyle bir büyümenin içinde temelleneceğini söyler; büyümek, göğün enginliğine kendini açmak ve aynı zamanda yeryüzünün karanlığına kök salmak demektir; sahici olan her şey sadece; hem göğün en yüce çağrısı hem de sürüp giden yeryüzünün koruması altında saklanmaya, doğru oranda, hazır olduğunda gelişip serpilir.”
Alman düşünürün, meşe ağacının diliyle önerdiklerini biz Miraç Kandili ile kutluyoruz zaten. Biz, mü’min olarak, her zaman haklıyız, çünkü biz, hem yeryüzü hem cennet çocuklarıyız. İki ayağımızı zemine sağlam basarak dik dururuz ve yine de içimizde sonsuzluğu taşırız. Doğayı asıl çehresiyle tanımak ve tanıtmak harika bir görevdir: Meyvenin nefesi, berrak özü, esasa indirgenen tadı, kısaca doğanın bedenimizde ve ruhumuzda yankı bulması ”basit olanın bitip tükenmek bilmeyen gücünün” izleridir hep. Çünkü özveri geri döner, diyor Martin Heidegger. Bu özdeyiş ne kadar harika olsa da, aynı derecede zorlayıcıdır. Başarısızlık ile her gün gerek kır gerek hayat yolunda karşılaşıyoruz. Mücadele keyifli ama yorucudur, asla sıkıcı değildir ve çoğu zaman hareketlidir. Geçen yıllar bana bu konuda çok şey öğretti, ancak hâlâ anlamadığım pek çok şey var. Sık sık insanları zorlukların yetiştirdiğini düşünüyorum. Ama bazen bu kavgayı kaybedeceğini unutmamalısın..
Mazi kimi zaman kolumdan tuttu, doğa yıllık döngüsünde ilerledi. Benden önce aynı yoldan geçenler tecrübeleriyle beni uyardılar. Yolumu aydınlatarak yön çizdiler. Her zaman olmasa da o öğütler beni mutlu etti, zoru başardıkça kendimi iyi hissetmememi sağladı. Peki, her gerçek sonsuza dek mi geçerlidir? Olabilir. Bir bağlam ile ilintili midir? Bu da mümkün. İç ve dış dünyanın buluşması, iç ve dış etkenlerin diyalektiği söz konusu mudur? Özveri benim için hayat yokuşunda bir ölçü haline geldi. Çelişkili görünse bile uygulamışlığım var. Tecrübelerden ders çıkarmak, içkin bir özveriden başka bir şey değildir. Belki de daha önce öğrenilenin, yaşanılanın, gerçekleşenin bilgeliğiyle birlikte hayatın akmasını sağlayan bu özveridir. Elbette, her gün tavsiye çekilmez ama akılda tutmak günün birinde işe yarayabilir.
Çocukluk nedir? Modern zamanların bu sosyal kurumu aslında modern bir icattır. Orta Çağ’da bir çocuk annenin bakımına muhtaç kalmadan büyüyebilir ve yetişkinlerle birlikte yaşardı. 17. yüzyıla kadar çocuk özel bir sorumluluk isteyen veya eğitilmesi gereken bir varlık değildi. Zamanla aile, miras odaklı bir kurumdan, duygusal bağların geliştiği ahlaki bir kuruma dönüştü. Ama bu sadece varlıklı sınıflar için geçerliydi. Köylü ve işçi sınıfı ailelerinde çocuklar hızla para kazanan ve ailenin geçimini katkı sağlayan işçilere dönüştü. Sonuç olarak, çocukluğun edebi tasvirleri uzun süre burjuva ortamıyla sınırlı kaldı. Şimdi bu değişti. Ancak köylü ya da işçi kökenli yazarların yazdığı çocuk romanları, her zaman yükseliş öyküleri olduğu için eski romanlara benzemez, özellikle Kemalettin Tuğcu‘nun kitapları düşünüldüğünde. Ancak çocuklukta büyüklerin bulunduğu ortamlarda bulunur ve kollanırdık. Dedemle birlikte kahve içtiğimi, yetişkinler için hazırlanan düğün sofrasından kaldırılmadığımı, balık avına ya da futbol maçına götürüldüğümü iyi hatırlarım.

Mevsimler değişir ve yıllar akar iken, Heidegger kendi kıryolunu ve hayatını gözlemler ve okurlarına geleceğe dair bir fikir verir. Kıryolu’ndan hareketle, insanın, kendini yalın olana kapatmadığı sürece özünü bulacağına inanır: “Basit [olan]; sürüp gidenin ve yüce olanın gizemini güvenle muhafaza eder. O, insanlara ansızın gelir ama yine de olgunlaşması için uzun zamana ihtiyaç duyar. Her zaman aynı olanın tevazusunda kendi nimetlerini saklar.”
Alaattin DİKER
Dipnot
(1) Martin Heidegger Der Feldweg (Kır Yolu), 1949

Son Yorumlar