Kavurucu sıcak altında ülkenin güzel bir bölgesinde gezindik durduk; sıcaktan kavrularak, umutsuzluktan kırılarak.
Sabahın ilk saatlerinde uyanmış, evdekileri “rahatsız etmeyeyim” diye koltuğumun altına bir kitap alarak kendimi dışarı atmıştım.
Benim gibi sabahın bir kaç erkencisi ile selamlaştıktan sonra siteden çıkıp deniz tarafına yürüdüm. Bir gün önce akşam saatlerinde nükleer santralin Rus işçileriyle dolu masalarından birinde bira içtiğimiz kafe, onun az ilerisindeki hem tantunici, hem dönerci kafe kapalıydı. Ortalık sıcaktan kavruluyordu ve rüzgar esmiyordu. Esse de alev gibi esiyordu. İleride bir yer bulurum umuduyla biraz yürüme girişiminde bulundum. Yürüdüm de… Caddenin sağında solunda bulunan kaldırımlarda, bir şey olmasını veya birinin gelmesini bekleyen bir kaç genç, sabah sporunu yürümek addeden ben gibi bir kaç yaşlı, site bahçesini sulayan, ortalığa akşamdan atılan çer çöpü toplayan bir kaç görevliden başka kimse yoktu. “Hava kurşun gibi ağırdı” yok yok çok sıcaktı.
Yarım saat kadar yürümüştüm fakat görünürde oturup kitap okuyabileceğim serin olacağını umduğum bir yer yoktu. Aramaktan vazgeçip siteye dönmeye karar verdiğimde yanıma bir araç yaklaştı. Aracın içinden tanıdık bir ses “Tarsus ” diye seslendi. Dönüp araca baktığımda, Arada sırada bizden kitap fakat uzun zamandır görmediğim, öğretmen bir arkadaşla karşılaştım. O aracın içinde ben dışında biraz lafladık. Karşılıklı “Nasılsın?” “İyiyim” lerden sonra. Üç yıl önce emekli olup, amatör balıkçılığı ve buraları çok sevdiği için buralardan bir ev aldığını, büyük orman yangını çıkana kadar da günlerinin çok iyi geçtiğini, her sabah balığa çıkıp, eve hatırı sayılır miktarda balıkla döndüğünü, hem yangından hem de geçen yıl sahile yapılan limandan dolayı artık balık tutamadığından yakındı. Bütün bu anlattıklarından sonra ben de önceki gün arkadaşlarla buraya başka bir arkadaşımın yanına geldiğimi ve şu an oturacak bir kafe aradığımı söyledim. “Ooo” diye bir ses çıkarttı ve “abi buralar henüz köylük yer” dedi ve ekledi “burada iki kafe var öğlenden önce açılmazlar” Dedi ve el sallayıp uzaklaştı. Tabi ben de el sallayıp. Siteye ve tabii ki eve geri döndüm.
Eve geldiğimde ev nüfusunun yarısını, dışarıda önceki gün oturup yemek yediğimiz masada beni bekler buldum. Sabah kahvelerimizi içerken öğlen Akkuyu’ya gidip Nükleer santralin etrafında dolaşmaya karar verdik. Kahve faslının bitimiyle ev ahalisinin uyanmayanları da uyanıp terasta masaya yaklaşıyordu. Herkes tamam olunca sabahın rutini günün kahvaltı kısmına geçildi.
Günün tam ortasına rastlayan saatlerde Akkuyu’ya geçildi. Tahmin ettiğimiz santral alanına yaklaştırılmıyordu hiç kimse. Santralin yapıldığı tepe yukarıdan ulaşıma kapanmış, çalışanların dışında hiç kimse alınmıyormuş. Buna rağmen görmek isteyenlerin, bakanlıktan izin almaları gerekiyormuş. Tabii ki geri döndük.
Sahile indiğimizde denize giren arkadaşları beklerken oralarda kamp işleten bir arkadaşla tanıştık. Sohbet muhabbet derken santral etrafında dönen dolapları, santralin kurulduğu tepenin nasıl betonlaştırılacağını konuştuk.
Denizde neşe içinde yüzen insanlar ve biz geleceğe kara kara bakanlar aynı yerdeydik. Hep aynı yerdeydik. Denizde yüzüyor, sahilde keyif yapıp anı yaşıyorduk. Ancak içimiz kan ağlıyordu. Ve aklımda Hubert Reeves’e ait bir söz, “Doğa ile savaş halindeyiz. Eğer kazanırsak, kaybedeceğiz.”
Şimdi güzel duygular ile işe, sahafa gitmek istiyorum. Herkese güzel bir hafta dileyerek…
İsmail Kun
Son Yorumlar