Kaybolan Şehir’de Kaybolan İzler-I: Üç Şanlı Harp ve Külhanbeyliğe Övgü

Üç şanlı harbin arş’a asılmış silâhları
                     Parlardı yaşlı gözlere bayram sabahları.                                                                                                                          
“Kalbimde bir hayâli kalıp kaybolan şehir!
Ayrılmanın bıraktığı hicrân derindedir!”
Yahya Kemal

Yahya Kemal 18 yaşına kadar yaşadığı şehrini, orası bizden koptuktan sonra da bir daüssıla gibi içinde taşımaya devam eder. “Kaybolan Şehir”[1] başlıklı şiiri onun bu daüssılayı en yakıcı biçimde dile getirdiği lirik bir metindir.

Şiir, şehrin fethini hatırlayışla başlar. Bu şehri evlâd-ı fâtihâna, Yıldırım Bayezid Han armağan olarak bırakmıştır. Yıldırım Bayezid 1390 yılında Timurtaş Paşa, Evrenos Bey ve Paşa Yiğit Beyi Sırbistan’ın fethine gönderir. Osmanlı uç beylerinden Paşa Yiğit, birbiri ardına akınlar yaparak Üsküp’ü 6 Ocak 1392 tarihinde Osmanlı topraklarına katar. Paşa Yiğit Bey Anadolu’nun Saruhan bölgesinden getirdiği Türkmenleri Üsküp ve çevresine iskân eder.[2]  Böylece Manisa ile Üsküp akraba şehirler haline gelir. Yeni yerleşenler ve bunlardan etkilenerek Müslüman olan yerli Katolikler şehri Türkleştirmeye başlar. Yeni yapılan hanlar, hamamlar, camiler, mescitler, yeni kurulan çarşı, şehrin görünüşünü ve havasını tamamen değiştirir. Artık bu şehre bakan, orada Türk Müslümanlığını görmeye başlar. Yahya Kemal’in şiirinin ikinci beyti de bu gerçeği söyler. Mavi gökyüzünün yansıması gibi duran firuze kubbeler, şehrin Türk mimari eserleri ile değişen çehresi ve buraya sinen Türk’ün âsûde mizacı, Balkan coğrafyasına yansıyan bizim ruhumuzdur artık. Üsküp de kendi gök kubbemize dahil olmuştur. Paşa Yiğit, İshak Bey, İsa Bey, Sultan II. Murat ve burada görev yapan diğer Osmanlı vüzerası Üsküp’ü firuze kubbelerle donatırlar. Hanlar, hamamlar, mescitler, camiler, tekkeler, zaviyeler, evler, konaklar, çarşılar, şehri hem görünüş hem de ruh bakımından Türkleştirir. Yahya Kemal’in “Ezansız Semtler” yazısında öne çıkardığı “çocukluktan itibaren dinî atmosferi soluyarak Türk olmak” düşüncesi, büyük ölçüde onun Üsküp’te yaşadığı çocukluk ve gençlik yıllarının yansımasıdır.

Ecdadın böyle sihirli bir eli vardı ve dokunduğu her şeyi anında Türkleştiriyordu. Sessiz sedasız, bağırtıdan çağırtıdan uzak bir mahviyet, şehrin ve toplumun damarlarına bir özsu gibi yürüyerek, onları kendi gök kubbemizin altında toplamayı başarıyordu. Devlet-i Âliyye’nin şehirleri, birbirine benzer bu atmosferi ülkenin dört yanında filizlendiriyordu. Öyle ki bazen bu benzerlik coğrafyanın katılımı ile ortaya simetrik bir görünüm çıkarıyordu. Böylece Şar dağlarının eteğindeki Üsküp, insanlara sunduğu çehresiyle, Anadolu’da Uludağ’a yaslanmış Bursa’nın bir ikizi hâline geliveriyordu.

Üsküp, halihazırı ile geçmişini birlikte yaşayan bir şehirdir. Şehri donatan eserlerin sadece mimari ve kültürel değeri yoktur, onlar aynı zamanda şehrin tarihî hafızasını da barındırırlar. Yapılan her cami ve türbe, kabirlerle donanmış her hazire, toprağın altındakileri de hayata dahil eder. Bu bakımdan şehrin fethinde can veren şehitler, onların kanlarını temsil eden lale ve diğer çiçeklerde her bahar yeniden canlanırlar ve yaşamaya devam ederler. Üsküp’ün bahçe ve hazireleri, şehir fethedilirken dökülen temiz kanın lale bahçeleri ile doludur. Yahya Kemal’in anne tarafından soyu da Üsküp’ün fâtihi Paşa Yiğit Beye dayanır. Bu şehirdeki her hatıra, Yahya Kemal’i çocukluğundan itibaren, doğduğu İshakiye Mahallesi ve burada bulunan yadigarlar yoluyla fâtih cedlerine bağlar. Bu bağ Üsküp’ten ayrıldıktan sonra da asla kopmaz. Öyle metin bir bağdır.

Arş’a Asılı Silahlar

Üsküp ve bütün Rumeli, asırlar boyunca bu coğrafyayı kendilerine vatan yapan isimleri ve olayları asla unutmaz. Her kandilde, bayramda fâtih cedler hatırlanır. Semaya kalkan eller ve gönülden edilen dualarla yumuşayan gönüller, gözyaşları şeklinde evlâd-ı fâtihânın yanaklarını ıslatır. Bu toprakları kendilerine vatan yapanları her dem anarak, onlara minnet borçlarını ödemeye çalışırlar. Gözyaşı pınarlarının arasından fatih cedlerinin arşa asılan silahlarının parıltılarını görürler, bu parıltılarla gönüllerini arındırırlar.

Üsküp Türklerinin hafızasında yer eden üç şanlı harpten ikisi Murad isminde birleşerek yaşarlar. Bunlardan ilki Murad-ı Evvel’in kazandığı ve harp meydanında şehadet şerbetini içtiği I. Kosova Zaferi’dir. 1389 yılında kazanılan bu zafer, Türklüğün Balkanları yurt edinmesinin önemli bir adımıdır. Sırp Kralı Lazar kumandasında Sırp, Boşnak, Bulgar, Ulah, Arnavut, Leh ve Macarlardan oluşan 100 bin kişilik haçlı ittifakını, emrindeki 60 bin kişilik orduyla hezimete uğratan bu büyük hükümdar, 20 Haziran 1389‘da kazandığı parlak zaferin sonunda, savaş meydanını dolaşırken Miloş Kobiloviç isimli bir Sırp soylusu tarafından şehid edilir. Bu şehadet bütün kutsallığı ile Üsküp’te son asırlara kadar gıpta ile anılır. Yahya Kemal annesinin kendisine “Oğlum, dünyâda iki insanı sev… Peygamber Efendimizi, bir de Sultan Murad Efendimizi sev!” sözünü sürekli söylediğini belirttikten sonra, bir gün annesi ve misafir kadınlar evlerinde otururlarken annesinin kendisini öptükten sonra “inşallah şehit olur” dediğini ve ardından ağladığını söyler. Diğer kadınlar hayretle onun bu sözlerini dinler ve ona “aman ne söylüyorsun” diye karşılık verirler.[3]

Yahya Kemal bu anıyı naklettikten sonra annesinin bu tavrını, onun şehit annesi olmanın faziletini idrak etmiş olmasına bağlar. Bu hatıra, Murad-ı Hüdavendigâr’ın şehadetinin 1890’lı yıllarda Üsküp’te ne kadar canlı ve etkili yaşadığını da gösterir.

Üsküplünün hafızasında tek Murat’ta birleşen diğer Murat ise 17-20 Ekim 1448‘de Türk ordusu ile Macaristan kral naibi Hunyadi Janos’ un komutasındaki Hristiyan İttifakı arasında yapılan ve Türk ordusunun zaferi ile sonuçlanan savaşın başbuğu II. Murat Handır. Bu savaşta 50-70 bin mevcuda sahip Türk ordusu, 100 bine yaklaşan haçlı ordusunu hezimete uğratır. 59 yıl ara ile kazanılan bu zaferler Osmanlının beş yüz yıl sürecek Balkan hakimiyetini iyice sağlamlaştırırlar ve Rumeli Türklüğünün hatırından hiç çıkmazlar.[4]

Bu iki zaferin aynı adı taşıyan serdarları Rumeli’de bazen Murat bazen de Muradeyn (Muradin, Muradiye) şeklinde çocuklara ad olurlar. Onların şanlı hatıraları nesilden nesile böylece ulaşır. Yahya Kemal hatıralarında bu iki ismin Üsküp Türklerinin hafızasında nasıl birleştiğini şu cümlelerle anlatır:

“Bu Murad adında, Balkanların büyük fâtihlerinden, Birinci Murad’la İkinci Murad’ın hizmetleri ve hâtıraları birleşiyordu. Türkleri Balkanlara yerleştiren, Sırpları, umûmiyetle İslâvları mağlûb eden; Üsküp’de ulu câmîler yücelten Türk hükümdarları, Balkan Türklerinin hâfızasında tek bir Murad adiyle yaşıyordu. Hâsılı, annemin söylediği Murad, her iki Murad’dan birleşmiş bir semboldü. Annem, Türkleri Rumeli’ye onların yerleştirdiklerini bilirdi. Esâsen Birinci Kosova zaferi ile İkinci Kosova muzafferiyetini kazanan iki Sultan Murad, Üsküb’ün erkek ve kadınları tarafından tefrik edilmezdi. Şehrin orta yerindeki tepede bir câmii bulunan İkinci Murad’ı ora halkı dâimâ Murad Hudâvendigâr’la karıştırır, ikisini bir adam zannederdi.”[5]

Bayram sabahlarında silahları yaşlı gözlere parlayan üçüncü zafer ise Yahya Kemal’in deyişiyle Üçüncü Kosova’dır. Bazı tarihlerde Kaçanik Muharebesi diye geçen, bazılarında ise hiç yer almayan bu zafer[6], Yahya Kemal’in şiirine Kosova’da yapılan şanlı harplerin üçüncüsü olarak girer. 1683 II. Viyana kuşatması sonrasında yaşanan bozgun ortamını ve psikolojisini bir ölçüde durdurmayı, gösterdiği kahramanlıklarla başaran Kırım Hanı Selim Giray’ın[7] gösterdiği şecaat, Yahya Kemal’in müstakil bir şiirine konu olur.[8]

Birkaç değişik müsveddesi bulunan bu şiirin bir müsveddesinde “Sene 1100 (1689) felâketi” epigrafı vardır. Şiirin son hâli şöyledir:

En kahraman Kırım Hanı Selîm Giray
Bir cenk eriydi, at, pala, tuğ, kargı, ok ve yay
Bir baksalar başındaki zencirli tolgaya,
Benzerdi neş’eden her akın bir kasırgaya.
Lâkin “Üçüncü Kosva”da küffârı bastığı
Kalkan, kılıç ve tolgayı tâ Arş’a astığı,
Bir nakledilse öğrenilir dâsitan nedir?
Bir bozgun ortasında yiğitlik ne şan nedir?
Osmanlı sevgisiyle yetişmiş bu harb eri
Doldurdu Yıldırım Beyazıd’dan kalan yeri.[9]

Yahya Kemal iyi bir tarih okuyucusudur. Selçuklu ve bilhassa Osmanlı tarihini dikkatle okumaya Paris yıllarında hocası Albert Sorel’in etkisiyle başlamıştır. Meaux Kolejinde bir sene Fransızca öğrendikten sonra, tekrar Paris’e döner. Orada Ulûm-ı Siyâsiye Mektebinin (Ecole libre des Sciences politigues) diplomasi bölümüne kaydolur. Burada Albert Sorel’in derslerini hayranlıkla dinler. Onun etkisiyle tarih ortasında Türklüğü aramak ve bulmak hevesine kapılır.[10] Yukarıda, bazı tarih kitaplarında hiç bahsedilmediğini belirttiğimiz (bunlar arasında İsmail Hami Danişmend’in İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojsi isimli eseri de vardır.) bu savaş, Yahya Kemal’in şiirinde “Üçüncü Kosva” olarak yer alır. Selim Giray’ın ani bir baskınla kazandığı bu zafer sonunda “kalkan, kılıç ve tolgayı arşa astığı” söylenir. İşte Üsküp’te arşa asılı silahları yaşlı gözlere parlayan üçüncü zafer budur.

Yılmaz Öztuna Selim Giray’ın Üçüncü Kosova harekâtını şu satırlarla anlatır:

“1689-90 kışı içinde, Serdar Vezir Üsküblü Koca Halil Paşa ile Selim Giray Han, Kosova’da askeri harekatta bulundular. Bu harekata ilk defa olarak müstakbel sadrazam Elmas Mehmed Paşa da katıldı ki, henüz Saray’dan çıkmış ve 20 yaşını geçmiş pek genç bir beylerbeyi idi. Halil Paşa, Kaçanik’te iken, bir Alman ordusu Kosova’ya girdi. Hristiyan Sırplar ve Arnavutlar tarafından yardım görüyordu. Selim Giray, hızla yetişti ve düşmanı perişan etti. 32 top ve bütün ağırlıklar Türkler’in eline geçti. 20.000 kişilik Alman ordusundan ancak 2 kişi canını kurtarıp kaçabildi (Silahdar, II, 494). Prizrin’e gelen ve hepsi göğüslerinde Haçlı seferlerinde olduğu gibi haç işletmiş olan 8.000 kişilik bir düşman ordusunun üzerine de Kalgay yürüdü; yanında Dukagin sancak beyi Hasan Bey-zade Mehmed Paşa vardı. Haçlılar bozuldu ve Niş’e kaçtı. Kalgay Devlet Giray, Kırım’a döndü. Zira Kırım’da babası Selim Giray’a vekalet eden Nureddin Azamet Giray genç yaşında ölmüştü. Selim Giray, bir ara kalgay (veliahd) da olan oğlunun kaybına çok üzüldü. Esasen devamlı cephede bulunmaktan yorulmuştu. Tahttan feragat etti. Ancak Köprülü-zade, bu feragati kabul etmedi ve Selim Giray’a derhal Edirne’ye gelmesini bildirdi. Azamet Giray, değerli bir askerdi; büyük Leh ve Rus ordularına karşı birkaç meydan muharebesi kazanmıştı. Oğlu İslam Giray, sonradan kalgay olmuştur. 23 Şubat 1690’da Selim Giray, Edirne’ye geldi.”[11]

İlk iki zafer kuruluş ve genişleme devrinin zaferleri olduğu için çok bilinir, Üçüncü Kosova ise 1683 II. Viyana kuşatmasının ardından yaşanan bozgunun yıkıcı etkilerini azaltan savaşlardan biridir. Avusturya-Alman ordusunun seçkin 20 bin kişilik kuvvetine karşı kazanıldığı için önemlidir. Yahya Kemal, Silahdar Tarihinde[12] ayrıntılı ve canlı anlatımı ile genişçe yer alan bu zaferi ilk iki zaferle aynı ölçüde değerli bulur. Silahdar Mehmed Ağa, Alman ordusunun 7 yıldır girdiği her savaşı kazanan her biri elli askere bedel 20 bin Alman ve Macar askerinden oluştuğunu ve “bu sürede ensemizi düşman görmemiştir” sözünü, bu ordunun kumandanından işiten Han Veziri Batır Ağanın kâtibinden naklen tarihinde yazar. Alman ordusunu hezimete uğratan Selim Giray Hanın yanındaki asker sayısı ise 10 bindir.[13]

Yahya Kemal 18 yaşına kadar çocukluk ve gençlik yıllarını Üsküp’te geçirir. Hayatın sonraki senelerinde bazen acı bazen lezzetle hatırlanılacak anılar bu yıllarda birikir. Yahya Kemal doğduğunda 16 yaşında olan annesi, onun hayatında ve hafızasında yer etmiş en değerli ve etkili kişidir. Annesinden üç yaş büyük olan babası İbrahim Bey’in işrete düşkünlüğü ve hanımına karşı hoyrat davranışları, Yahya Kemal’i daha çocukluktan itibaren annesinin yanına iter. Bu çilekeş kadının çektiği çile sadece kocasının yaptıkları ile kalmaz, kendi annesi ve kız kardeşleri de ona eziyet etmekten âdeta zevk alırlar. Nakiye Hanım bunlara mütevekkil bir şekilde katlanır ve o da oğlu Ahmet Âgâh’a (Yahya Kemal) sığınır. Bütün sevgi ve dikkatini onun üzerinde toplar. Cedleri Sultan Üçüncü Mustafa (Saltanatı: 1757-21 Ocak 1774) devrinin sancak beylerinden Şehsüvar Paşa’da birleşen bu iki gencin evlilikleri, bir azap cenderesi halinde sürer gider. Ta ki Nakiye Hanımın yakalandığı verem hastalığından kurtulamayarak 1897 Eylül’ünde vefatına kadar. 1868 doğumlu bu çileli kadının 29 yıllık ömrü, kısa birkaç aylık Selânik ayrılığından sonra tekrar döndüğü ve çok sevdiği Üsküp’te sona erer. Ve cedleri olan İsa Bey’in yaptırdığı caminin haziresinde ebedi uykusuna çekilir. Annesinin cenaze merasimine 13 yaşında bir yeni yetme olarak, bütün safhalarında iştirak eden Yahya Kemal’in, bu ölümle dünyası değişir. Bütün varlığı ahiretten ibaret olarak görmeye başlar. Onun zihninde “biz bu vatanda ölülerimizle beraber yaşıyoruz.” şeklinde özetlenebilecek fikir daha o zamanlarda uyanır.

***

Üsküp’e Doğru

19 Aralık 2023 akşamı İstanbul-Üsküp uçağında Yahya Kemal’in şehrine doğru yol alırken zihnimde bu düşünceler kaynaşıyordu. Türkiye Yazarlar Birliği 2023 sonbaharında, Mehmet Âkif’in 150. Doğum yılı dolayısıyla bilgi şölenleri düzenledi. Bu şölenlerden ilki 22-24 Kasım 2023 tarihlerinde Özbekistan’ın Buhara şehrinde yapıldı. Daha sonra sırasıyla 26-30 Kasım 2023 tarihleri arasında Azerbaycan–Bakü’de, 19-24 Aralık 2023 tarihleri arasında Üsküp ve Kosova’da, 22-24 Aralık 2023 tarihleri arasında Burdur’da, 27-28 Aralık 2023 tarihleri arasında ise Ankara’da Mehmet Âkif anısına bilgi şölenleri gerçekleştirildi.

Bu etkinliklerin Üsküp ve Kosova bölümüne ben de katılacaktım. Yazarlar Birliği kurucusu ve Onursal başkanı merhum D. Mehmet Doğan bizzat arayarak davet etmişti. Biri Üsküp’te, diğeri Kosova’nın İstog (İpek) şehrinde olmak üzere 2 panelde konuşma yapacaktım.

19 Aralık akşamı saat 20.00 sularında Üsküp havaalanına indik. Havaalanından otele hareket ettiğimizde, zihnimde hep Yahya Kemal’in çocukluk ve gençliğinin bir bölümünün geçtiği mahalleyi görmek isteği vardı. Aramızda Doç. Dr. Zeki Gürel’in bulunması bunu sağlayacak gibiydi. Çok öncelerden gıyabi olarak tanıştığımız Zeki Hoca ile ilk defa karşılaşıyorduk. Şimdi Kastamonu Üniversitesinde görevli idi, ama daha önce 8 yıl kadar Üsküp’te görev yapmış, hatta burada bir Yahya Kemal Beyatlı Derneği de kurmuştu. Yahya Kemal’in semtini görme isteğimi kendisine açtığımda, memnuniyetle gezdiririm dedi. Bunu duyan Türkiye Yazarlar Birliği Başkanı ve ASBÜ Rektörü Prof. Dr. Musa Kâzım Arıcan da geziye katılmak istediğini söyledi. Başka ilgi duyanlarla birlikte daha kalacağımız otele varmadan 5-6 kişilik bir grup oluşturmuştuk. Zeki Hoca ertesi saban saat 07.30 gibi hazır olmamızı hepimize iyice tembihledi. 20 Aralık sabahı Üsküp kalesinin ve Mustafa Paşa Camiinin gölgesinde bulunan otelimizden çıkarak, Türk Üsküp’ü dolaşacaktık.

Nihayet otele geldik. Odalara yerleştikten sonra bahçeye çıktığımda gördüğüm manzara beni büyüledi. Otelin bitişiğinde diyebileceğimiz bir tepenin üzerinde, göz alıcı bir şekilde ışıklandırılmış Mustafa Paşa Câmiini karşımda gördüm. 1492 yılında Yavuz Sultan Selim’in veziri olan Mustafa Paşa tarafından inşa ettirilen bu caminin özgün yapısı günümüze kadar korunabilmiştir. Caminin geniş bir bahçesi ve burada bir şadırvanı vardır. 1963 yılında meydana gelen bir depremde hasar görmüş, 1968 yılında tekrar ibadete açılmıştır. 2006 yılında başlayan ve 5 yıl süren restorasyonu TİKA tarafından yapılmıştır. Caminin bahçesine girilip batıya doğru bakıldığında gözünüze önce Üsküp kalesinin ayakta kalabilen surları çarpar. Surlar üzerinden daha batıda ufku boydan boya kaplayan 1040 m rakımlı Vodno Dağı görünür. Bu dağın zirvesinde bulunan 2002 yılında yapılmış devasa Milenyum Haçı, 66 metre yüksekliğindedir. Bu haç ne kadar ürkütücü ve soğuk göründü bana. Mustafa Paşa Camiinin bahçesi, revakları, kubbesi ve kalem gibi minaresi daha insani, daha ruha hitap eden mütevekkil bir âlem oluşturuyor. Milenyum Haçı, hoyratça bir meydan okuyuşun ifadesi arsız dışavurumu.

Gerçi daha sonra Makedonya meydanının gezince anladım ki Makedonyalılar tarihte yer alan Büyük İskender’in ihtişamlı dönemini devasa ve azman heykellerle yaşatabileceklerini düşünüyorlar. Vardar nehrinin iki yakasını birleştiren Fatih Sultan Mehmet dönemi eseri Taşköprü’den geçerken, nehrin batısında ve doğusunda yer alan heykeller, halihazırdaki aşağılık duygusunu yansıtacak derecede iri idiler. Geçmişle halihazır arasındaki tezat bu heykellere yansıtılmıştı. Önce, yerden belki 10 metre yüksekte bir kaide ve onun üzerinde aynı cesamette bir heykel. O kadar iriler ki onları normal bakış açısına sığdırmak asla mümkün değil. Makedonyalıların bu kadar azman ve irilikleri sebebiyle göze görünmeyecek heykelleri yapmalarının ardında yatan sebep, günümüzdeki güçsüzlüğü telafi etme psikolojisi olmalı…

20 Aralık 2023 sabahı erkenden kahvaltımızı yaptık. Saat 08.00’de otelden ayrıldık. Otelimiz Türk çarşısının 100 metre kadar kuzeyinde idi. Yolumuz üzerindeki Üsküp fatihi Paşa Yiğit Beyin inşa ettirdiği Arasta Camisine kısa bir göz atışın ardından, iki en fazla üç katlı binaların bulunduğu zemini taş döşeli sokaklardan geçerek 15 dakikalık bir yürüyüşten sonra metruk ve yorgun Kurşunlu Han’ın önüne geliyoruz.  Hanın kubbeli, heybetli ama asırların yorgunluğunu üzerinde taşıyan ana kapısı kapalı. Duvarına Kosova Kurtuluş Ordusunun kısaltması olan UÇK, siyah yağlı boya ile yazılmış.

Kurşunlu Han, günümüze kadar ayakta kalmış olan üç Osmanlı kervansarayının en büyüğü ve en güzelidir. Tahminen 1550 yılında bilim adamlarından Abdul Gani’nin oğlu olan Molla Muslihiddin Hoca tarafından yaptırıldığı rivayet edilir.

Zemin ve birinci kattan oluşan han, taş ve tuğladan inşa edilmiş iki katlı bir yapıdır. Handa iki avlu vardır. Bunlardan birincisi -hanın han olduğu dönemde- zemin ve birinci kattaki odalarda konaklayanlara aittir. Öteki avlu atların barınması, tüccarların ve konukların eşyalarının saklanması için kullanılmıştır. Birinci avlunun ortasında bir fıskiyeli havuz vardır. Han, adını kurşunla kaplı olan çatısından almıştır.

Giriş kapısı yapının güney tarafındadır ve Türk Çarşısı’na açılır. Dikdörtgen planlı yapı, toplam 2800 m²’lik bir alanı kaplar. 28’i zemin katta, 32’si ise üst katta olmak üzere 60 odası vardır. 1787 yılına kadar han olarak kullanıldıktan sonra hapishaneye dönüştürülmüştür. Bir süre hapishane olarak kullanılan Kurşunlu Han, 1904-1912 tarihleri arasında yeniden han olarak kullanılır. 2016 yılında da kültür merkezi olarak kullanılmak üzere Kuzey Makedonya tarafından Türkiye’ye tahsis edilir.[14]

Külhanbeylerinin Mekânı

Yahya Kemal anılarında Kurşunlu Hana üç sayfalık bir bölüm ayırır. Onun çocukluk ve gençlik çağında burası hapishane olarak kullanılmaktadır. Anıların bu bölümü, Kurşunlu Han etrafında oluşan hapishane kültürüne ve külhanbeyliğe bir övgü olarak da okunabilir. Yahya Kemal’e bu kabadayılık hayranlığı, 1897 yılı öncesinde konaklarında bulunan uşakları Hüseyin’den geçer. Her gece odasında Battal Gazi Destanı okuyan bu adam, külhanbeyliğe ve bıçkınlığa vurgundur. Sedef kakmalı bıçaklar ve revolver (altıpatlar, toplu tabanca) merakı vardır. Yahya Kemal çocukluğunda (10-12 yaşlarında) Hüseyin’in anlattıklarının etkisinde kalarak külhanbeyliğe ve silah taşımaya meraklanır. Babasından gizli olarak sedef kakmalı bir bıçak ve eczalı bir tabanca satın alır. Uşak Hüseyin’le Vardar kıyılarında nişan talimleri yapar.[15]

Üsküp çarşısının kuzeyine yerleşmiş Kurşunlu Han, içini dolduran mahkumların uğultusunu, bazen söyledikleri içli türküleri şehre 24 saat üstü açık avlusundan yayan lebalep dolu bir hapishanedir. Külhanbeylik tutkusu ile yanıp tutuşan Üsküplü gençlerin toyluktan külhanbeyliğe geçişini de burası sağlar. Kurşunlu Handa yatmamış bir kabadayının bu âlemde itibarı yoktur. Ancak orada bir süre misafir olduktan sonra itibar kazanırlar. Kurşunlu Han “bıçak ve tüfekle oynayan” Üsküp’te “bütün nefis sanatların fışkırdığı tek kaynak”tır.

Buraya girmenin ilk şartı cinayet işlemektir. Cinayetin sebebi aşktır. İşlenen bir aşk cinayetinin kurbanları etrafında, önce yakılan ağıtlar ve türküler ortaya çıkar. Bunlar dilden dile yayılarak ölüm vakasını ölümsüzleştirirler. Cinayetin fâili fermene (işlemeli yelek), camadan (Çapraz düğmeli, kadifeden yapılmış, işlemeli kısa bir tür yelek, yün elbise), çakşır (ince kumaştan yapılmış şalvar) giyinmiş, beline Trablus kuşağı kuşanmış, başında uzun püsküllü Tunus fesi, ayağında yüksek topuklu rugan kundura bulunan, yeleğinin ceplerinden gümüş tokmaklı köstekler (zincir) sarkan, gümüş kabzalı bıçak ve revolver taşıyan kabadayılardır.

Bu kabadayıların yaptıkları işler, işledikleri cinayetler, türkü ve ağıtlara konu olduktan başka, zamanla menkıbelere dönüşerek evlerde, dükkanlarda ve kahvelerde anlatılırlar. Böylece ortaya işlenen bir cinayetin tetiklediği muazzam bir halk kültürü malzemesi çıkar. Ve evet bütün bu görünüş ve anlatıların kaynağı işte bu Kurşunlu Handır.

Üsküp halkı, sıra dışı bir yaşantısı olan eli kanlı bu kabadayılara saygı ile karışık garip bir hayranlık duyar. Yahya Kemal anılarında Kurşunlu Handa yatan iki azılı kabadayıdan da bahseder. Bunlar işledikleri canavarca cinayetlerden dolayı 101 seneye mahkûm olmuşlardır. Bunlardan biri Muharrem Joto isimli bir Arnavut, diğeri ise Kakır Ali isimli bir Türk’tür. Bu iki katil ayaklarından bellerinden ve boyunlarından iki kat prangaya vurulmuşlardır.

Kakır Ali hapiste iken bir cinayet daha işler. Bir mahkûmu öldürür. Onun “ellerinde fişek sürülmüş martinleri bulunan çakşırlı, zaptiye ceketli, beyaz külahlı uzun ve yabani sekiz zaptiye” arasında, biraz önce ayrıntılarını verdiğimiz kabadayı kıyafeti içinde ve bağlı olduğu prangaların zincirlerini elleri ile tutarak mahkemeye götürülüşü, Yahya Kemal’in yeniyetme hayalinden hiç çıkmaz. Bunların arkasında da halktan birçok kişi sessizlik ve hürmet içinde Kakır Ali’yi mahkemeye kadar takip eder. Yahya Kemal Kurşunlu Han hakkındaki izlenimlerini şu paragrafla bitirir:

“Kurşunlu Han şadırvanıyle, turnasıyle, demir parmaklıklı pencereleriyle, menkıbeleriyle, türküleriyle, tanburalarıyle, karadüzenleriyle Üsküplülerin gözünde tüterdi; hakikaten romantik bir Avrupa şâirini hayrân edecek bir yerdi. Bâzı sâkit gecelerde Kurşunlu Hanın türkülerini bizim konağın pencerelerinden, derin bir hassasiyetle dinlerdik.”[16]

Belki bu türkü sözleri o günlerin yadigârıdır:

Kumanova yolleri Halil
Yokuş mu sandın
Hayriye’yi sen urdun Halil
Bir kuş mu sandın

Ladevsa’nın yolleri Halil
Uzun daracık
Hayriye’yi sen urdun Halil
Diğil idin ufacık[17]

İsa KOCAKAPLAN

Kaynaklar

[1] “Kaybolan Şehir”, Kendi Gök Kubbemiz, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, İstanbul 1974, s. 77.
[2] Mehmet İnbaşı, “Üsküp”, DİA, C. 42, TDV Yayınları, İstanbul 2012, s. 377-381.
[3] Nihad Sami Banarlı, Yahya Kemal’in Hatıraları, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, İstanbul 1960, s. 25-26.
[4] Ziya Nur Aksun, Osmanlı Tarihi, C.1, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1994, s. 64 ve 120.
[5] Yahya Kemal’in Hatıraları, s. 25-26.
[6] Uzunçarşılı bu savaşın tarihini 1890, Alman-Avusturya ordusunun asker sayısını da 12 bin kişi olarak verir. Ayrıca şair Bosnalı Sâbit’in Selim Giray’ın zaferi hakkında Zafernâme isimli bir eserinin bulunduğunu da belirtir. (Bk. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C. IV, 6. Baskı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2011, s. 23.)
[7] I. Selim Giray, Kırım Hanı (1631-22 Aralık 1704). 1671-1678, 1684-1691, 1692-1699, 1702-1704, yılları arasında olmak üzere dört kere Kırım hanlığı yapmıştır. I. Bahadır Giray’ın oğludur. Evliya Çelebi de Seyahatname’sinde Selim Giray’a geniş yer ayırır ve ondan sitayişle bahseder: “El-hâsıl bu tabî‘atde bir Cem ü Cemşîd-sıfat ve bir Hâtem-i Tayy ve bir Ca‘fer-i Bermekî gibi sâhib-i kerem Âl-i Cingiziyândan böyle bir sâhib-i himem bir şehzâde-i cüvân-baht gelmemişdir. Hüsn-i hulku gibi münevver yüzlü ve şîr[în sö]zlü ve merâlî ve gazâlî gözlü vasatu’l-kâme dest-i keffi vâsi‘ kuvvet-i kudret pençesine mâlik her ne cânibe dest ursa düşmandan intikâm alır ve mesâkîn ü fukarâlara gâyet mahabbet edüp el-âye[t] (Kur‘ân, Tevbe, 60; “Sadakalar Allâh’tan bir farz olarak fakirlere, düşkünlere…”) âyetin tilâvet edüp bu nass-ı kâtı‘a amel edüp elbette bir bahâne ile bir berk-i ahzar getirenlere veyâ bir verd-i ahmer getirenlere ednâ mertebe yüz aded Kırım sikkesi onluk ihsân edüp tehî-dest göndermez.” (Bk. Evliya Çelebi, Günümüz Türkçesiyle Evliya Çelebi Seyahatnamesi (10 Cilt Birarada, Hazırlayanlar: Robert DANKOFF- Seyit Ali KAHRAMAN- Yücel DAĞLI), C. 7, YKY, İstanbul 2016, s. 5429-30.)
[8] Yahya Kemal, “Gaazi Selim Giray”, Bitmemiş Şiirler, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, İstanbul 1976, s.6-10.
[9] Bitmemiş Şiirler, s. 10.
[10] Yahya Kemal’in Hatıraları, s. 42-43.
[11] Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, C. 6, Ötüken Yayınevi, İstanbul 1983, s. 152-153.
[12] Olay Silahdar Tarihinde son derece canlı olarak anlatılmaktadır. (Bk. Nazire Karaçay Türkal-Silahdar Fındıklılı Mehmed Ağa Zeyl-i Fezleke (1065-22 Ca.1106 / 1654-7 Şubat 1695), Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştirmalari Enstitüsü Türk Tarihi Anabilim Dali Yeniçağ Tarihi Bilim Dalı, Doktora Tezi, İstanbul 2012, s. 1282-1288.; Fındıklılı Mehmed Ağa, Silahdar Tarihi, İkinci Cild (1106-1095), Orhaniye Matbaası, İstanbul 1928, s.492-494.)
[13] Silahdar Tarihi, İkinci cild, s. 494.
[14]https://tr.wikipedia.org/wiki/Kur%C5%9Funlu_Han_(%C3%9Csk%C3%BCp); https://makturk.com/kursunlu-han-kursumli-an-osmanli-hani/ (Erişim: 29.01.2025)
[15] Yahya Kemal, Çocukluğum Gençliğim Siyâsî ve Edebî Hatıralarım, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, İstanbul 1973, s.17-18.
[16] Çocukluğum Gençliğim Siyâsî ve Edebî Hatıralarım, s.51-53.
[17] https://www.guzelturkuler.com/category/uskup-turkuleri/

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *