Mosel Üçlemesi-II: Turnalar Geçiyor Göğümden

Allah aşkına, seyahat etmek nedir? Kendinizi garip dünyalara kaptırmak, bilinmeyen ritüelleri özümsemek ve arkaik hiyerarşileri kabul etmek midir? Nedir?…

Seyahat ederken bazen garip ortamlara düşersiniz. “Oraya da gitmelisin, orayı da görmelisin!” Çinli Li‘nin aklına uyduk, erkenden düştük yola. Kestane ağacından yapılmış gözetleme kulesindeyiz. Merdivenler, hayal ettiğimiz manzara kadar güzel yapılmış: Kuş gözlemcileri gün batımını bekliyorlar. Tepemizdeki bulutlar sivri kulaklı baykuşlara benziyor. Gökyüzüne mi dikleniyorlar, ne? Kulenin kavisli çatısı bir turnanın kanatlarını temsil etmeliydi oysa. Çünkü kuşlarla ilgili olarak dikilmiş bu kule.

Söylendiği gibi dikkatli adımlarla çıkıyorum yukarı. Önce bir gürültü tufanı: Kulenin seyir platformunu meşgul edenlerin tartışmalarından ve sökün eden turnalardan mütevellit. Ön taraftaki korkulukta dikilmiş bir gözlemci av dürbününü havada sallayarak; “Yeni katar geliyor!” diye bağırıyor. Eşim ve geç kalanlar aşağıda kaldılar. Şimdiye kadar turnaları sadece ninemin türkülerinden tanıyordum. Ve şimdi Ren ve Mosel nehirlerinin birleştiği nokta olan Koblenz’den geliyor turnalar. Önce nokta halinde gözüküyorlar. “Ohh, şimdi topluca uçuyorlar” diyor dürbünlü adam nefes nefese. “Çabucak genişler, üstümüzde daireler çizerler ve beşyüz metre ötedeki su basmış bir çayıra çığlık atarak inerler.” Bir başkası bir ölçüm cihazından, “Ses düzeyi şimdi 130 desibel” diye okuyor. İşte, trompet buna denir. Aklıma tarihe “yanlış notaların divası” olarak geçen soprano şarkıcı Florence Foster Jenkins geliyor. Tahta zemini örten su birikintisi üzerinde durmadan kıpırdayan kıvırcık saçlı bir kadın bana “Turna sponsorluğunuz var mı?” diye soruyor.

Sponsorluk? Şöyle açıklıyor: “Kocam evlilik yıldönümümüz için bana tektaş yüzük artı turna sponsorluğu hediye etti.” Termal ceketli, iri kıyım adam bilgi veriyor: “Artık Claudia’yı GPS ile Mısır’a kadar takip edebiliyoruz.” Aşk olsun, iki gözüm Claudia! Bu, muhtemelen vaftiz annesinin dişi turnaya verdiği isim. Dürbünlü adam, “Kuzeydoğu’da yeni turna akını başlıyor!” diye sesleniyor. Hepimiz alacakaranlığa bakıyoruz. Ama pahalı dürbün sadece onda var. Başka bir kadın, “Burası asla sıkıcı olmaz” diyor. “Ahh, bu kuşların zarafeti yok mu, bu kanatlar, bak, şimdi nasıl süzülüyorlar!” Gözümün önüne Afyon kalesini tavaf ederek şehre veda eden göçmen kuşlar geliyor. Mavi gökyüzünün sonsuz derinliklerinde yavaş yavaş dönerek, uçuş düzenlerini durmadan değiştirerek , çığlık çığlığa bağrışarak göçen kuşlar. Ve halamın yakarışlarının ruhuma dolanan sesi kulaklarımda çınlıyor: “Yarenlerde yatan Evliyaullah’ı ziyarete geldiler!” 

Şu an üzüm bağlarının üstünde kanat çırpıp pervaz dönen, taş duvarları delen kutsal turnalar. İlkin yaşlılar ve yorgunlar geldi erişti, katar katar dizilip çığrıştı, sonra yine bulutlara karıştılar… 

Kuşlar uçar, insanlar seyreder. Ama ben daha bunu söyleyemeden, Claudia’nın vaftiz annesi bana şunu öğretiyor: “Uçmadan önce halkaları takılıyor, onlar vericiler.” “Gençler yuvadan erken uçuyor,” diye gürledi kocası, “ama kızımız hâlâ evi bekliyor.“ O ve ben zoraki gülümsüyoruz.

O zaman ben de bir katkıda bulunayım: “Ortaokulda Turnaları öğrenmek zorundaydım.” Eski Türk inancına göre, ruhlar turna şekline girip göğe uçuyorlardı. Sevgide bağlılık, dostlukta sebat manasına tarif edebileceğimiz vefanın en güzel örneklerini temsil ederler. Eşlerini aldatmaz, yaşlı anne-babalarına bakarlar. O yüzden Türk kültüründe turnanın önemi büyük, onunla ilgili deyim ve türkü çoktur. “Allı turnam sökün gelir, inci mercan yükün gelir” evimizde çok çalınan bir parçadır mesela. Yeniçeri Ocaklarında bulunan ve turnaların beslenmesiyle ilgilenen “Turnacıbaşı”nı da unutmayalım.

“Kazakistan’da turnaların gelişi, vergi tahsildarının yakında geleceği anlamına geliyor.” Al işte, sana Rus kökenli bir Alman yada Alman kökenli bir Rus. Söyledikleri doğru değil ama kulağa hoş geliyor. Çoğumuz bunu espri kabul edip sırıtıyoruz. Ardından sağanak halinde yağmur yağmaya başlıyor. Biri, “büyük katarlar bir saatten önce uçmazlar,” diye homurdanıyor. Diğeri “Ama göç haftaları bitti” diyor. Ben: “Sayenizde artık kendimi bir uzman gibi hissediyorum!” Tanımadığım insanları bilgece selamlıyorum ve artık buradan ayrılabilirim…

Doğru, turnaların göç mevsimi Eylül sonunda başlar. Kuzeydeki yaşam alanlarından güneydeki kışlaklarına uçarlar. O güzergâhlardan biri, Mosel nehri üzerinden geçiyor. Şubat veya Mart aylarında tekrar geri dönecekler. Ses ölçümleri yapan kişi Bernhard Wessling imiş; tanımıyorum ancak altmışlı yaşlarının ortalarında, teni güneşten bronzlaşmış, arkadaş canlısı gözlere sahip bir adam. Turnaların dilini öğrenmiş. Yaklaşık kırk yıl önce ailesiyle bölgeye taşındığından ve ilk kez bir çift turnanın düetini duyduğundan beri, onların davranışlarını ve aralarındaki iletişimi araştırıyor. Şimdi uluslararası alanda aranan bir uzman. Turna çığrışlarını çözümleyen bir cihaz geliştirmiş. Bu teknik, nesli tükenmekte olan turnalar için dünya çapında benzersiz bir projenin de ismi. Onu harekete geçiren çocuksu coşku hala gözlerinde yanıp sönüyor. Okuldan geldikten sonra her gün elinde uyduruk bir dürbünle gökyüzünü seyredermiş. Öğrendikçe gezegenler onu büyüler, bu yüzden uzayın derinliklerine bakabileceği bir alet için para biriktirir. Bir keresinde derin bir korkuya kapılır. Uzayın insan yaşamına düşman olduğunun farkına varır. Sadece dünyada yaşamak mümkün iken insanların yeryüzüne son derece kötü davrandığını düşünür. Kendini yalnız hisseder ancak ailesinden beklediği desteği göremez… Doğaya sığınır. Attila’nın otağ kurduğu Hun Beli’ndeki bir ormanda, bir alakarganın parıldayan mavi tüyünü keşfeder. Onları bir kutuya koyarak biriktirmeye başlar. Ve topladığı her tüyle daha mutlu olur. “Kendimi tedavi ettim” diyor Wessling ve bu, girdiği hayat yolunun bir açıklaması gibi geliyor bana.

Liseden mezun olduktan sonra Bochum Üniversitesi’nde kimya okur ve aynı bölümde doktorasını yapar, ardından kendi şirketini kurar. Mosel Nehrine dökülen Lieser Çayı’na yaptığı bir gezi sırasında, ilk kez bir çift boz turnanın trompet gibi ağır sesini işitir. O zamanlar Batı Almanya’da doğa hayvanların nesli neredeyse tükenmişti ve  ormanın kenarına durup izlediği turnalar, uzun zamandan beri burada üreyen ilk canlı oldu. Nehir kıyısı gezintilerinde bazı doğa severler ile tanışır. Kuşlarla ilgilenmeye başlar. Bu süreçte inanılmaz şeyler öğrenir. Turnalar yaklaşık 25 yaşına kadar yaşamaktadır, bazı türlerin 70 yaşına bile ulaştığı söylenir. Boynu 1,30 metre uzunluğa, kanat açıklığı ise 2,40 metreye kadar çıkabilir. Uçarken, saatte 65 kilometrenin üzerinde hıza ulaşırlar. Kışlaklarına göç ederken gün boyu uçabilirler. Bunu yapmak için şaşırtıcı derecede az yiyeceğe ihtiyaçları vardır: Bir turnanın midesinde yaklaşık 100 gram bulunur ve bunun 30 gramı çakıl taşıdır. Wessling tüm bunları, daha fazla turna çifti arayarak gözlemlediği ırmak boyunca, koruluk alanların yanından geçerken ağaca yaslanarak anlatıyor. Mübarek sanki ayaklı kütüphane! 

Bernhard Wessling‘in Der Ruf der Kranıche (Turnaların Çağrısı) kitabından öğreniyoruz; 1980’lerin başında Turnaları Koruma Derneği’ne başkan seçilir. Onu büyüleyen asıl olay, Turnaların kanatlarını çırparak birbirlerinin etrafında dans etmelerindeki inceliktir. Bilimsel araştırmalarına başlar ve ilk, şu satırı karalar: Yeryüzünde 60 milyon yıldır, en eski memelilerden daha uzun süredir yaşayan bu kuşlara dair sayısız öykü vardır. Öyle değil mi? 

Turnalarla ilgili en çok hatırladığım şey ise Cengiz Aytmatov‘un “Erken Dönen Turnalar” adlı öyküsüdür. Savaş sırasında köyün yaşlılarının yerini alan çocukların cesareti ve azmi anlatıyor bu öyküde. Yazar, tarlada çalışan çocukları erken dönen turnalara benzetiyor. Turnaların geldiğini gören çocuklar mutlu oluyor. Burası hikâyenin doruk noktasıdır. Turnaların erken dönüşünün bol bir hasadın işareti olacağı düşünülüyor. Eserin başlığı mecazi olarak da anlaşılabilir: Çocuklar erken büyür, güçlenir, kanatlarını açıp uçarlar ama evlerini asla unutmaz ve baharın başında dönen turnalar gibi ana ocağına geri dönerler… 

Eve dönünce ilk işim Bernhard Wessling’in kitabını semt kütüphanesinden getirtmek oluyor. Okumaya değer, çünkü turnalar hakkında yeni bilgiler öğreniyor insan. Örneğin, birçok kişi turnaların ömür boyu birbirlerine sadık olduğuna inanır. Çin ve Japonya’da ölümsüz oldukları dile getirilir. Ancak hayvanların sosyal davranışı, öğrenme yeteneği ve zekası hakkında neredeyse hiçbir şey bilinmez. Ayrıca, Wessling’in her gün gözlemlediği turnalar, az sayıdaki bilimsel literatürde açıklanandan farklı davranıyor ve iletişim kuruyorlar. Anlaşmazlıklar, stratejik eylem, aynı zamanda hüzün ve  sevinç de hep farklı. Hassas bir müzik kulağına sahip olan Wessling, tını ve ezgilerin duruma göre değişiklik gösterdiğinin farkındadır. “Bir uyarı çağrısı, düet veya ilgi çekme çağrısından farklıdır” diyor. 

Wessling, gözlemlerinin doğrulanabilirliği, yani bilimsel yetkinliği konusunda oldukça dürüst. Geriye yalnızca şüpheler kalıyor. Turna çiftleri gerçekten ömür boyu birlikte mi kalıyor yoksa bu sadakat bir efsaneden mi ibaret? Bu soruya cevap verebilmek için turnaların kesin olarak tanımlanması gerekir. Onları yakalamak veya vurmak Wessling’in doğa anlayışına aykırı. Sırf bu yüzden 1996’da onları seslerine göre ayırmaya başlamış. Ancak kuş seslerini ayırt etmek için kesin bir yöntem yok. Wessling bu yüzden bir kayıt cihazı ve gri, tüylü bir ön cama sahip güçlü bir mikrofon satın alır. Onunla derenin içinde yürür; yol kenarında, çalılar arasında ve ağaçların arkasında sesleri almak için bekler. Dört hafta içinde 140 kayıt yapar. Bir mühendisle birlikte geliştirdikleri yazılım yardımıyla bilgisayarda ‘sonagram’ denilen şeyi oluşturur. Bu yazılım turna çağrılarının frekanslarını, yani perdeyi bir zaman ekseni boyutunda ve bir çizelge olarak gösterir. Sonogram, karakteristik ezgiyi, seslerin iniş çıkışlarını ortaya çıkarmaktadır. Bu şekilde, Wessling asla böyle söylemese de, turnaların dilini anlamayı öğrenir. Ayrıca ikinci bir yönteme daha başvurur. Tüm tarama süresi boyunca eklenen frekans hacimlerini tespit eder. Wessling buna “güç spektrumu” diyor. Her güç spektrumunun benzersiz ve dolayısıyla bir tür “akustik parmak izi” olduğunu savunuyor. Bu yöntem daha önce kullanılmamıştı.

Turna uzmanlarının dünyası küçüktür. Almanya’da bir kuş bilimcinin turnaları seslerine göre tanımlayabilen bir yöntem geliştirdiği haberi hızla yayılır. Uluslararası Turna Organizasyonu ICF’nin kurucusu George Archibald kısa süre sonra onunla temasa geçer ve çeşitli projelere katılmasını sağlar. Archibald’ın en sevdiği turnalar, Japon kırmızı taçlı turnalardır. 1999’da Kore ve Japonya’ya yaptığı bir iş gezisinde Wessling, Japonya’nın en kuzeyindeki Hokkaido adasına gönderilir. Karda, dondurucu soğukta, orada yaşayan allı turnaların seslerini kayda alır. Bireysel algılama, hayvanları izlemek ve böylece onları korumak için kullanılacaktır. Kendilerini gizli tutmayı seven bu canlılar hakkında daha fazla bilgi edinmek için araştırmaya yardımcı olur. Archibald sonuçlardan memnun kalır. Bu nedenle, birkaç ay sonra Wessling, dünyanın en tehlikeli sınırlarından biri olan Kuzey ve Güney Kore arasındaki askerden arındırılmış bölgede araştırma yapmak üzere görevlendirilir. Amaç, Kuzey Kore sınırındaki turnaların Japon akrabalarından farklı “konuşup konuşmadıkları” sorusuna açıklık getirmektir. O ve bir görevli, sadece özel izinle girilmesine izin verilen bölgenin girişine yaklaştıklarında biraz tedirgin olurlar. Bir asker, silahtan arındırılmış bölgeye kadar ona eşlik eder. Wessling orada zor koşullar altında çalışır: Turnaların çağrılarını alabilmek için her iki taraftaki propaganda hoparlörlerinin bir an için susmasını beklemek zorunda kalır.

Bilgiye olan açlığının yanı sıra, onu harekete geçiren başka bir şey vardı: Hayvanlara yakın olmak duygusu içini hep yakıyordu.

Bugün Almanya’da yaklaşık 7500 üreme çiftliği var. Bu, sevinmek için bir neden değil: Turnalar Orta Avrupa’nın her yerinde üreyebilirler.

Wessling, insanların sulak alanları kuruttuğu her yerde turnaların tehdit altında olduğunu söylüyor.  Ona göre; turnaları korumak, her şeyden önce onların yaşam alanlarını korumak anlamına gelmektedir.

Akşam olmak üzere. Landshut kalesinin hemen altındaki bağların ortasında bir lokanta bulunuyor. Bu noktadan Mosel ve Bernkastel-Kues’i seyretmek eşsiz bir güzellik. Burası geçmişte avcı kulübü imiş. Tahta kuşları vuran, kurdukları mızıka ekibiyle törenlerde yürüyen ve ceketleri sahte madalyalarla süslenmiş adamlardan sonra canlanmış mekân.  Eskiden aynı yerde ilerdeki devasa kaleye girebilecekleri müstahkem bir kapı varmış. Ancak bugün sadece eski atış poligonunun kalıntıları görülebiliyor ve binalar da mükemmel bir şekilde yenilenmiş. Çünkü Schützenhaus, hem turistler hem de yerli halk arasında ünlü bir Bistro olmuş.Hollanda doğumlu Ton Kroone ve Bernkastel-Kues’li eşi Anja Kaspari, 2019’dan beri buranın yeni sahipleri. Konuklar, yaşlı ağaçların gölgesinde rahatça oturmak ve muhteşem manzaranın tadını çıkarmak için akşama doğru akın ediyorlar. Şehrin 70 metre yukarısında olduğu için Moselle vadisi bir tablo gibi uzanıyor. Ve bizim için en önemli husus: Bugün acaba menüde ne var? Seçenekler sıra dışı, çünkü ev sahibi çiftin iki uyruğu da mutfak kültürüne yansıyor. Bu nedenle, yöresel yemeklerin yanı sıra Endonezyalı ninenin tarifine dayanan scampi tava ile tavuk var. Turist lokantalarında her gün böyle değişik bir yemek bulamazsınız. Schützenhaus’a yolculuk macerayı seven sürücüler için yeterince ilginç sayılır. Yol tek şeritli, çok virajlı, dik ve dar. Ama çoğu kimse -bizim gibi-  kaleden aşağıya doğru yürüyerek iniyor. Vadi manzarası eşliğinde gün batımını izlemek tabii ki ücretsiz.

‘Fraa’ Kaspari’ye sipariş veriyor ve yanında bol ‘Zalöt’ istiyoruz. Karımın ilaveten ‘Krompern’ (patetes) istediğini belirttim. Frau Kaspari, bir benim bir eşimin yüzüne baktı. Gülümseyen bakışından olayı çözdüğünü anladım. Yerel ağız başka türlü öğrenilmez çünkü. Mosel bölgesine her gelişimde dikkatimi çekiyor: Yabancı plakaların tamamı sarı renk, kısaca Hollandalı turistler. Anlaşılan, Bay Ton, tesadüfen yatırım yapmamış buraya. Uluslararası yaşam kalitesi sıralamasında Hollanda sürekli en üst sırada yer alıyor. İyi bir iş-yaşam dengesi kurmuş ve  vatandaşları da haklı olarak çok seyahat ediyor. 40 ülkenin incelendiği 2019 OECD raporunda da böyle yazıyor. Sadece kadınlar değil, çocuklar da mutlu. Bu gerçek UNİCEF’in araştırmalarıyla doğrulanıyor. Salgın bu gerçeği değiştirmedi. Öyleyse neden Kaspari gibi çalışan kadınlar bu durumda mutsuz olsunlar? Refah ve iş arasındaki bağ çok açık. İş hayatı anlamlıdır ve dopdolu geçen bir hayata katkıda bulunur. Dolayısıyla hiç çalışmamak bilhassa Hollandalı kadınlar için bir seçenek değil. Avrupa’da başka hiçbir ülkede buradaki kadar kadın çalışmaz,  neredeyse kadın nüfusun yüzde 85’i iş hayatına katılıyor. Aileye yansıyan bu eşitlikçi kültür, bir teoriye göre denizci ulusa kadar uzanıyor. Deniz aşırı ticaret yapanları denetlemek zordu. Karasal aristokrasiye kıyasla sınıflarının gücü, bireyciliği teşvik etti. Ekonomik mutluluk araştırmaları da bireyselliği Hollanda’da mutluluğun kaynaklarından biri olarak görüyor. Ancak bu görüntü ne yanlıştır, ne de tüm gerçeği gösterir. Her yerde olduğu gibi Hollanda’da da “pis işler” göçmenler tarafından yapılıyor. Bir kadın, örneğin Hollanda’da, tam gün çalışıyorsa veya hiç çalışmıyorsa, kesinlikle yabancıdır…

Alaattin DİKER

One Comment

  1. Dilek Yeğenoğlu Reply

    Çok güzeldi hocam.Benim turnalarla tanışıklığım biraz değişik olmuştu:). Göğe bakmayı çok severim her zaman, yine bir gece bakarken neon ışıklar gördüm:) ne olduğuna anlam vermeye çalışırken seslerini duymaya başladım. Daha önce de duyardım seslerini ama görmemiştim turnaları. muhteşemdi!..

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *