Mosel Üçlemesi-III: Sen Şarkını Söyle

Aylardan Ekim. Sabah saat sekiz. Martılar ahşap terasın önünde uçuşuyor. Kimi zaman yalpalaya yalpalaya uzaklaşıyorlar, kimi zaman yere iniyorlar ve yeniden kanatlarını açıp uçmaya başlamadan önce gece toprağa düşmüş rahmetin içinde çırpınıyorlar. Benden ne istediklerini bilmiyorum ama eşim dün sabah önlerine yem atmış. Bir ara üzüm bağlarına uzanıyor gözlerim. Nehir kıyısındaki ceviz ağaçlarının üzerinde sarı bir ışık var. İnceden bir rüzgâr esmeye başlıyor. Esen yelleri suyun üzerinde raks ederken görüyorum.

İki gündür, Mosel vadisinin orta yerinde, nehir kenarındaki bir tatil evinde dinleniyorum. Mosel’e dökülen küçük bir dere geçiyor yakınımızdan. Yazın ortalarında suyu iyice çekilen küçük bir dere, ama Eifel dağlarında karlar eridikten sonra ilkbaharda coşkulu akıyor, içinde türlü balıklar yaşıyor. Irmağın ağzı buradan yalnızca beş yüz metre ileride. Ancak ceviz ağaçlarının kalın yapraklarından ötürü orayı tam seçemiyorum. Irmak kıyısında bir bağ evi var, sonradan yapılmış, yabancılara kiraya veriliyor. Kapının önüne çıktığımda ekseriyetle Hollandalı yada Amerikalı turistleri görüyorum. Hepsi benden yaşlılar. Belki de ben nasıl göründüğümün farkında olmadığım içindir, gözüme öyle görünüyorlar. Kimin yol kimin hayat yorgunu olduğu yüzlerinden okunuyor. Bazı kadınlar ve bazı erkekler gerçekten yorar insanı. Hayat onlara sert davranmış der geçerim… Yaşadığım hayata ıslık çalarak söylerim kendi şarkımı… Pişmanlıklar geç kalan hayallerdir çünkü. Bilmeye cesaret ederek çıkar insan mağarasından, fakat karanlığa alışmış gözlerinin ışığı görünce kamaşmasından ürken kimi insan, W. Blake’in deyişiyle “her şeyi duvarlarındaki çatlaklardan görebildiği bir mağaraya kapamıştır kendini.” Ona da güler geçerim…

Güz sessizce geldi bu yıl. Gönlüm tekrar kırlara çıkmak, ışıkla yeniden buluşmak istedi cancağızım, şimdi doğumun ve ölümün en güzel mevsimi. Sana da oluyor mu? Güzel olan her şey geçmişte kalmış gibi geliyor mu? Böyle olunca, bir hüzün gelip dikildi mi karşına, sakın endişeye kapılma. Rilke gibi hayatın seni unutmadığını düşün, elinden sımsıkı tuttuğunu geçir aklından. Biliyoruz ki yıllar içinde insan giderek daha duyarlı hale geliyor. Bunu ilerleme olarak anlayalım  – yeter ki bireye dayanıklılık da atfedilmiş olsun…

Kandinsky, resimlerinin arka planında ne olduğunu soranlara, “Örtüyü kaldırın görürsünüz” der. Elbette örtü kaldırmak için Kandinsky olmak, dünyaya onun gözünden bakmak gerekir.

Ünlü ressam “Felsefe bir güzergâh üzeri olmaktır” diyen hocamın hocası Karl Jaspers’in felsefesine yakın bir yol izler. Gezmek de felsefeden izler taşıdığına göre gezgin de kendine özgü bir yolda yürümelidir.

Oturup kaleme alacağınız her gezi yazısı önce şu soruyla başlar: Neredeydim? Çift anlamda bir sorudur bu: Günlük yaşantım nerede kesintiye uğradı ve gerçekte nerede olduğumu nasıl anlarım?

Dünyaya girme isteğinin dünyadan çıkma isteğine dönüştüğü hissine kapıldığım ortamları arıyorum. Ve bu ortamlar ekseriyetle ıssız yörelerdir, ve çoğu zaman modernlik karşısında  yitmeyen insanlardır. İnsan uzun yıllar yöneticilik yapınca, insanlarla fazla içli dışlı olunca kapılıyor bu duyguya.

Başımdan geçenlerin çoğunun hiçbir şey ekleme yapmaya gerek kalmadan bir hikâye gibi akıp gitmesine şaşırırım çoğu zaman. Sadece gözlemlerimi kaydederim. Bu, örneğin bir olayı veya manzarayı kişisel olarak yorumlamak da dahil olmak üzere, arkaplanı zenginleştirme çabamın aslında işe yaramadığı anlamına gelmez. Ama özellikle hikâyeleri yazmam söz konusu olduğunda, söylemeliyim ki gerçeklik, kurgulama işini büyük ölçüde elimden alır.

Uzunca bir aradan sonra doğa yürüyüşüne çıkmaya karar verdiğimizde ilk hedefimiz yine Akdeniz iklimini aratmayan Mosel oldu. Corona yüzünden konaklama maliyetleri artmış, tatil evlerinde geceleme ücreti bu kadar yüksek olmazdı eskiden. Kamp yapmayı hep sevmişimdir ama son yıllarda büsbütün ihmal ettim. Unuttum bile diyebilirim. Pandemi sürecinde evlere tıkıldığımız için hafta sonları şehir dışına çıkmaya karar verdik. İstikametimiz bu kez Bernkastel-Kues. Sadece iki saatlik sürüş mesafesinde bir yer, çok uzak değil. Konaklama yeri olarak Kröv köyünü seçtik. Traben-Trarbach ile Bernkastel-Kues kasabaları arasında yer alıyor bu köy. Zaman olarak elbette, havanın çok iyi olacağı günleri seçmiştim ve hava raporuna göre iyimser olmalıydım.

Yolculuk sırasında hava gerçekten güzeldi ve güneş tepemizden hiç eksik olmadı. Önce Kröv’e vardık ve yerleştik. Daha önce okuduğunuz ve hakkında araştırma yaptığınız bir yere ilk kez gittiğinizde ve orada hiç bulunmamış olmanıza rağmen birden gördüğünüzde heyecan verici bir manzara ortaya çıkar. Kröv ziyareti de işte öyle oldu.

Mosel Nehri derin akar 

Flaubert; “Hayatın en güzel günleri “daha erken” demekle geçer, sonra “çok geç olur.” demiş. Biz de ırmak kıyısında yaptığımız sabah yürüyüşünden sonra daha geç olmadan, gönül kapısı herkese açık Cusanus’un misafiri olduk.

Yol önce bizi Bernkastel-Kues’e götürdü, Mosel ırmağının iki yakasında uzanan ikiz köylere. Sol yakada Bernkastel, sağ yakada Kues bulunuyor ve ikisini tarihi bir köprü birleştiriyor. Kues’e girişte her defasında Cusanus’un doğduğu eve mutlaka uğrarım. Bu kez ev tadilat görüyordu.

Kues köyüne girerken bizi Cusanus karşılıyor

İstanbul aşığı Nicolaus Cusanus, baş eseri ‘De docta ignorantia’ (Bilgisizliğimiz Üzerine Bilgi) bu evde yazmış. 1570 yılında tamamen yenilenen yapı, orijinal haliyle artık mevcut olmasa da, çağının ilk hümanistlerinden olan ünlü filozof ve ilahiyatçıyı hatırlatmaktadır. Bugün bina, Cusanus Cemiyeti çatısı altında müze ve kültür merkezi olarak hizmet veriyor. Ayrıca Cusanus’un hayatı hakkında kalıcı bir sergi yer almaktadır.

Orta Çağ biterken modern çağın eşiğinde Nikolaus, sayısız yazılarıyla karşıtların uzlaştırılmasını amaçlayan yeni bir varlık biliminin temellerini attı. Sadece birkaç yüz metre ötede Kardinal Cusanus tarafından kurulan ve 500 yıl önce olduğu gibi bugün de muhtaçlara yaşama imkânı sunan St. Nikolaus Hastanesi var.

Cusanus’un düşünce tarihindeki yeri Gazali‘ye çok benziyor. O da çağının buhranına kayıtsız kalmamış, ufuk açıcı görüşler ortaya koymuştur. Cusanus da en sonunda Gazali gibi tasavvufa yönelmiştir. Örneğin; ‘De docta ignorantia’ kitabında Tanrı’nın sıfatlarından yola çıkarak; çelişkiler ve zıtlıklar olmadan hayatı kavrayamayız. Çelişkiler ve zıtlıklar ancak ‘mutlak’ olan Tanrı’da ‘birlenebilir’ görüşünü savunmuştur. ”Algılarımız değişiyorsa, gerçekler de değişebilir. Dinlerin sayısının çok olması bir ‘hakikat’e ulaşamayacağımız anlamına gelmez” demiş ve ‘dinler arasında barış’ (de pace fidei) fikrini ortaya atmıştır.

Sonuçta insan, Cusanus gibi söylersek, bir ‘coincidentia oppositorum’ yani, karşıtların birliğidir! Akıl ve içgüdü insan hayatını birlikte belirler. 15. yüzyılda Hıristiyan filozof Tanrıya şu şekilde hitap edebiliyordu: “Tüm insanların farklı ritüellerle, farklı şekillerde aradıkları Sensin demek; farklı ilahi adlarla adlandırdıkları Sensin.” Bu böyledir diye ekler, çünkü “Bizatihi olduğun haliyle herkes için bilinmez ve tarifsizsindir”. Dolayısıyla adının perdesini açmaya, onu yücelten ayinler ve ona yakaran inançlar çokluğunu karşılamaya müsaade eden, ilâhi olanın en aşırı geri çekilişidir. Aynı yaklaşım mutasavvıflarda ve öncelikle de İbn-i Arabi‘de karşımıza çıkar.

Her durumda Cusanus’un bizi ilgilendiren yönleri bulunuyor:

  1. İstanbul âşığı bir âlim olması,
  2. Papa II. Pius’un ünlü mektubunu Fatih’in huzuruna çıkarak bizatihi takdim etmesi,
  3. Uzun yıllar Arapça bilen Endülüs ve Bizanslı Hristiyan âlimlerle İslam üzerine tartışması,
  4. İslam’a ilgisinin sonunda üç ciltlik ‘Cribratio Alkorani’ (Kur’ana Bakış-1461) isimli bir eser yazması.

Cusanus hakkındaki şahsi kanaatim şudur:

  1. Descartes’den çok önce modern Batı düşüncesinin, yani rasyonalizmin önünü açan ilk düşünürdür. Kilise’nin Aristocu ve Rönesans’ın Platoncu yaklaşımları arasında akılcı bir ‘terkip’ aramıştır,
  2. En önemlisi İslam’ın ‘Tevhit‘ inancından etkilenerek Hristiyanlıkta reform yapmıştır. Mesela; eskiden Hristiyanlıkta ‘Baba-Oğul-Ruh’ul Kuds’ ayrı ayrı mütalaa edilirken, Cusanus ile Tanrı ‘bir’lenmiştir.

En çok bilinen muhit, şehrin doğusundaki Bernkastel-Kues Köprüsü civarıyken, ben ilkin  Cusanus’un doğduğu Kues köyünü geziyorum.

Köy çok sessiz ama tarih kokan sokaklarda dolaşmayı bu kadar güzel yapan da bu aslında.

Cusanus’un doğduğu evde tadilat vardı

Küçük, dar sokaklar, şirin evler ve bir çeşme… Turistlerin ihmal ettiği kasabanın bu kısmı da görülmeye değer. 13. yüzyıldan kalma St. Briktius Kilisesi’ni geçer geçmez yüzümü üzüm bağlarına çeviriyorum. Dik yamaçlara serilen üzüm bağları gönlüme kement attı sanki. Hızlı adımlarla bağlara doğru koştum ve nefes nefese kaldım. Eşim kesinlikle daha fazla spor yapmam gerektiğini söyledi!

Önümüzde iki seçenek var: Ya üzüm bağları arasından dolanarak geçen yolu alacağız ya da dümdüz yukarı çıkan merdiveni kullanacağız. Merdivenli yol kısa olmasına rağmen, aynı zamanda daha dik. İkincisini seçiyorum ve tırmanmaya başlıyorum. Asmalar arasından tepeye ulaştığımda manzaranın tadını çıkarıyorum – gerçekten çok güzel. Yol beni ormana götürecekti, ama yine de manzaranın keyfini biraz daha çıkarabilmek için orman kenarından bir süre yürüyorum. Burada, Kues köyünün yukarısında, sağlık tesisleri ile ünlenen bir yayla bulunmaktadır. Hoş iklimi nedeniyle beş ayrı klinik birden açılmış. Ormanlık peyzajı dinlendirici yürüyüşler için oldukça ideal.

Tasarladığım diğer yürüyüşler Mosel Nehri’nin sağ yakasında olacaktı, bu yüzden en azından sol yakasında da bir yürüyüş yapmak istedim. Bernkastel-Kues’e ancak öğle saatlerinde vardığım için ilk gün için kısa bir yürüyüş seçmiştim. Yürüyüş yolu uzun değil, ancak oraya gidiş ve dönüş bu eksikliği telafi ediyor. Üç kilometrelik parkur düz ve hiç eğimi yok. Ağaçkakan figürleri yolu gösteriyor. Ama canınız yürümek istemiyorsa hemen başlangıç ​​noktasında piknik yapabilirsiniz. Yol esas olarak ormanın içinden geçiyor, ancak aynı zamanda açık arazide de yürüdük. Yol boyunca ‘istasyon’ olarak nitelenen belli noktalara asılan panolarda ormanla ilgili bilgi verilmektedir.

Örneğin 150 yaşındaki bir meşe ağacından hayat hakkında çok şey öğrenebilirsiniz, yine yörede yetişen çeşitli otlar ve bitkilerle dolu küçük bir bahçe mevcut. Duraklardan bazıları eski ve tadilat bekliyor, ancak bu yol meraklı çocuklar ve gençler için ilginç olabilir. Özetle; güzel bir ormanın içinden geçen yormayan bir güzergâh. İlk yolu tercih etmiş olsaydım, muhtemelen biraz zorlanacaktım, ancak üzüm bağları içinden geçen kısım kesinlikle her anımı zenginleştirdi.

Üzüm bağları ve tarihi kasabalar içinden geçen güzergâhları seviyorum. Ve elbette Mosel Vadisi  ilk tercihim olur. 2014 yılında açılan yürüyüş yolları 365 kilometre uzunluğunda. Almanya-Fransa sınırındaki Perl’den Koblenz’e kadar uzanır ve sürekli nehir boyunca ilerler. Çalışan bir gezgin olarak uzun turlara vaktim yok, ekseriyetle en kısa ve heyecanlı rotayı seçerim ve Bernkastel-Kues civarı onlardan birisidir. Manzarasına doyum olmaz. Doğa keyfi ile mutfak lezzetinin mükemmel birleşimidir. Mosel, Romalıların eski yerleşim alanı ve bağcılık sanatını yerli halka öğreten onlar. Yol boyunca kıvrılarak ilerleyen Mosel döngülerini gördükçe hayretler içinde kalırsınız. Bu kadar çok kavisi yeryüzünün hiçbir ırmağında görmek mümkün değil. Ve ayrıca Hun Beli’nin muhteşem ormanlarına ve  çayırlarına doyamayacaksınız. Şarap üretimini izlemek de ilginizi çekebilir. Bağlardaki çalışmalar yıl boyunca sürer ve Mosel’in dik yamaçlarında şenlik havası estirir.

Yeniden arabamızı park ettiğimiz sahil yoluna dönünce öğrenciyken kamp kurduğumuz yarımadayı gözlerim arıyor. Hatırlıyorum. Öğrenciyken çadırımızı toplar, sırt çantamızı hazırlar ve kızlı oğlanlı yollara düşerdik. Bernkastel-Kues’e de geldik ve nehir kıyısında çadır kurduk! Unutmuyorum, çünkü bir arkadaşımıza akşam kızlar ne içirdilerse artık sabahleyin uyandıramamıştık! Akşam üzeri uzun yürüyüşten geri döndüğümüzde hâlâ uyuyordu…

Şimdi anlıyorum ki hayatta en önemli şey “zaman”. Yani zamanı nasıl değerlendirdiğimiz veya değerlendiremediğimiz… Belki dünyaya gelmek bizim seçimimiz değildi, ancak yaşama anlam katmak artık bizim elimizde…

Aslında seyahat etmenin çok önemli bir işlevi var(dı). Seyahat,  fiziksel ve zihinsel rahatlamaya, ilham vermeye ve zevk almaya yaramalıdır. Gezi yorgunluğundan sonra, normal bir iş gününe geri dönmekten mutlu olan insanlar görmeye başladım. Bana da çok oldu böyle. Her tatile çıktığımda çok yer görmek ve çok şey öğrenmek isteyen biriydim. Bu durum, bugün, gezilerimi nasıl anlamlı bir şekilde organize edebilirim diye kritik bir soruya neden oluyor. Aslında olay çok basit: İnsan, eylem ile düşünce arasındaki bir gerilimde yaşar. Tefekkür, bir yandan rahatlama, diğer yandan zihinsel gücümüzü toparlayan ve yaratıcı yönümüzü kamçılayan bir dinginlik, diğer yandan ruhsal bir iyileşme halidir. Filozof Byung-Chul Han, modern yaşam tarzımızda bir olaya yada soruna nokta koyma yetersizliğini görüyor. Sürekli eklemeli bir hayat yaşıyoruz, diyor.

……..

Bernkastel-Kues’te inanılmaz derecede sevimli, küçük, güzel evler var. Mosel’in incisi Beilstein’dan sonra en beğendiğim yer burası. Güzel yarı ahşap eski kenti ile Bernkastel’de, 14. yüzyılda şehir azizi St. Michael için inşa edilen ve barok tadilatlarla değiştirilen Katolik kilise kilisesi St. Michael ve St. Sebastian ziyareti bizi bekliyor. Görkemli org ve kutsal mezarın yanı sıra sanatçı Hans Ruprecht Hoffmann‘ın(1545-1616)  bir veba salgınına ilişkin kabartması da görülecekler arasında. Şehri tepeden gözeten Burgland Kalesi ziyareti olmazsa olmaz zaten.

Itri ile Bach, Beethooven’le Dede Efendi, ya da Âşık Veysel’le Mozart farklı dilleri konuşsalar da nihai olarak insanlığın ortak şarkısını söylüyorlardı. Cusanus ile Gazali aynı Tanrı’ya inanıyorlardı. Saflık ve yücelik arayışında Rilke ve Karakoç birlikte yürüyorlardı. Onlar arasındaki ruh beraberliklerini ben bu şehirde buldum…

Itri ile Bach ve Beethooven ile Dede Efendi’yi bu sokaklarda birlikte yürürken hayal ettim.

“O gün büsbütün güzeldi. Hiç yaşamamış şeyler gibi güzeldi. Hayatın eşiğinde, düşüncenin eşiğinde son bir defa gördüğümüz şeyler gibi güzeldi…” (A. Hamdi Tanpınar – Huzur)

Alaattin DİKER

5 Comments

  1. Ayşemin Minyatür Reply

    Sade, sakin, huzurlu, duru… yazılarınızı okurken duyduğum his, rengi ise pastel tonlarda, kendi halinde gülümser gibi.

  2. Emine KAYA Reply

    Muhteşem… Kendimi hiç bu kadar tükenmiş hatırlamıyorum. Bir insanın hayatına sabretme mecburiyeti bitiriyor beni hissediyordum. Tefekkürü anlattığın haliyle düşünmek daha iyi geldi bana.

  3. Abdulvahap Sert Reply

    “Bazı kadınlar ve bazı erkekler gerçekten yorar insanı. Hayat onlara sert davranmış der geçerim… Yaşadığım hayata ıslık çalarak söylerim kendi şarkımı… Pişmanlıklar geç kalan hayallerdir çünkü. Bilmeye cesaret ederek çıkar insan mağarasından, fakat karanlığa alışmış gözlerinin ışığı görünce kamaşmasından ürken kimi insan, W. Blake’in deyişiyle “her şeyi duvarlarındaki çatlaklardan görebildiği bir mağaraya kapamıştır kendini.” Ona da güler geçerim”

  4. Akay-Türker Fatma Reply

    Fevkalade bir anlatım, müthiş bir kalem hâkimiyeti… İnsana huzur ve dinginlik verirken, aynı zamanda bilgilendiriyor ve yeni ufuklar açıyor.
    Yüreğinize, kaleminize sağlık hocam.

  5. Gönül Keskin Reply

    “Yaşama anlam katmak bizim elimizde”
    Yaşamı bir anlam arayışı olarak görüyorum. Belki de bu hayatın bana verdiği bir dayanıklılık desteği.
    Yazdığınız gibi hayatın beni unutmadığını hissetmek sımsıkı elinden tutmak istiyorum…
    Hayatın beni oldukça yorduğunu söyleyebilirim. Ancak bana yorgunluk gelenin bir başkası için sinek vızıltısı yerine geçeceğini de bilirim.
    Bakış açılarımız değerlerimize göre ağırlıklarımız değişiyor.
    Anlam arama yolunda nefes nefes giderken yazılarınızı okumak hep iyi geliyor.
    En çok da doğu batı ortak paydalarında buluşturmanızı değerli buluyorum.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *