Taşlarda Gülen Rüya

Aklımıza nereden düştü tam bilmiyorum. Akşam konuştuk, sabah yola çıktık. Belki de sıla özlemi çekiyorduk… Bugün yine gezimizin tamamını yazmayacağım. Güzergâhımızdaki iki noktayı seçip anlatacağım. İstek olursa eğer, bir sonraki yazımda yörenin en büyük kasabası Cohem‘e uğrar ve orayı da yazarız.

Önceki yıl yolculuğa Trier‘den başlamış ve yukarı doğru çıkmıştık; bu yıl tam aksi yönden, Koblenz‘den başlayıp Mosel nehri boyunca aşağı doğru ineceğiz. Böylelikle 365 km’lik güzergâh tamamlanmış olacak.

Beilstein, Dar Sokaklar

Beilstein, bölgenin en güzel ve en romantik köylerinden biridir, aynı zamanda “Uyuyan Güzel” olarak da adlandırılır. Bu tanıma yürekten katılıyorum. Çünkü mekân bir peri masalındaki gibi zaman dışına çıkmış gözüküyor. Ancak yaz ayları içinde uykulu ve tekinsiz olmak söz konusu edilemez. Sonuçta, yabancılar için Beilstein, Mosel’deki en güzel köydür. Ve böylece her gün yüzlerce turistin yolu bölgenin kalbi olan bu köyden geçer.

Mosel’de bu derecelendirmeyi tereddüt etmeden atfedeceğim iki yer gördüm. Beilstein, aynı çekiciliğe farklı şekilde sahip olan ve gezme hevesimi ateşleyen küçük Ediger kasabasının üzerinde yer alıyor. Yorumlar ekseriyette bu yönde ancak ben Eller köyü ile birleşerek Ediger-Eller olarak anılan bu kasabayı kendi memleketim Afyonkarahisar‘a benzettim. O yüzden olacak, kalbim öncelikle onun için çarpıyor diyebilirim.

Film sahnesi olan merdivenler

Bir inşaat alanı yüzünden yolculuk biraz uzadı; sonuçta, her köşe başında karşı yakaya geçebileceğimiz bir köprü yoktu. Dönüşte feribot için biraz beklemek zorunda kalmasaydık, mutlaka bu alternatifi seçerdik. Ancak Metternich kalesi ile kulelerin bulunduğu bu küçük köye yolculuk kesinlikle zahmete değdi. Ziyaretçiler için öngörülen park yerleri sahil kenarında kolaylıkla bulunabiliyor. Hafta içinde orayı ziyaret etmiş olsak bile, neredeyse ziyaretçi yoğunluğu nedeniyle çok kimsenin aklına pekâlâ şu soru gelebilir: Acaba burada ücretsiz bir şey mi dağıtılıyor? Etrafı dolaşırken kalabalıktan ötürü tedirgin olmadım desem yalan olur…

 Beistlein Karşı Yaka

İşte böyle; büyüleyici bir manzara var, ama karşılıksız değil tabii… Bugüne kadar büyük ölçüde korunmuş olan bu manzara 17. yüzyılda oluşmuş. 20. yüzyıla kadar çiftçiler ve bağcılar arasında süren şiddetli yoksulluk yapısal bir değişikliğe izin vermemiş. İçinizden ‘Allah’tan’ diyebilirsiniz, çünkü ortaçağ şehir manzarası günümüze dek neredeyse hiç bozulmadan kalmış. Ancak romantizm cereyanından beslenen Alman milliyetçiliğinin payını unutmamak gerekir. Palavra atmak yerine taşın altına elini koymuş ve şehirlerin tarihi dokusunu korumak için çok emek harcamışlar.

Bununla birlikte, Beilstein’ın yerleşimi, mezar buluntularının kanıtladığı gibi, MS 800 yılına kadar uzanıyor. Şövalye Johann‘ın (1299-1346) yönetimi altında bu yere ‘şehir’ statüsü verilir ve yapılandırılır.

Bugün bu küçük köyde sadece şarapçılıkla değil, aynı zamanda ve özellikle turizmden geçinen 145 kişi yaşıyor. Ve gerçekten her köşe başında bir restoran, kafe ve çok sayıda otel bulmanız mümkün. Üstelik 14 ayrı milliyetten oluşuyor yerli halk. Mesela gemi bileti satan hanım Fransız idi. Yol üzerinde karşılaştığımız bir bağcının eşi İrlanda’dan gelin gelmişti. Sağına ya da soluna değil, gözleri mütemadiyen yukarı bakan Rus hanımlar da gördüm. Kaç kez yazdım ama yine belirteyim: 50 yıl sonra Ruslar (ve Doğu Avrupalılar) Alman toplumu içinde çok etkili olacaklar…

Beilstein Çarşı

Böyle yerlerdeki eski evlerden yalnızca etkilenmiyorum, bana çocukluğumu hatırlatan dolambaçlı ve dar sokakları çok seviyorum. 14.yüzyıldan kalma meydan, Mosel’deki en güzel yerlerden biri olarak anılıyor. Eski ilk konak, eski ilk mahzen ve eski ilk kilise gerçekten görülmeye değer.

Eski Sinagog

Şiir kokan bir beldede bulunduğumun elbette farkındayım. Ve anın keyfi hiç bitmesin istiyorum. Tepemizde güneş ışıkları raks ediyor ve albenili bir kafeterya bizi çağırıyor; yan tarafta, uzun saçlı bir adam beste yapıyor, bazen susuyor bazen her iki eliyle masaya vuruyor. Önümde Eller kasabasında keşfettiğim bir sahafta bulduğum kartpostal var: Osmanlı’nın tek başına giriştiği son savaş… Acı bir yenilgi, onur kırıcı bir barış antlaşması, küçümsenen Devlet-i Aliyye… Ve I. Dünya Savaşı’na aralanan bir kapı… Sahaf Jean, Belçikalı ama buraya yerleşeli uzun yıllar olmuş. Aynı zamanda organik bağcılık yapıyor.

Kartpostal Balkan Harbi Sonrası

Ayrıca yola çıkarken “Yaratıcı Yazarlık” serisinden güzel bir kitap yanıma almıştım. Sanki hayata dair yazılmış gibi, seyahat halindeyken kullanabileceğiniz birçok pratik ipucu ve küçük yazma önerileri sunuyor. Birden çektiğim resmi bir akrabama göndermek aklıma geldi ve altına “yarın daha iyi olacağız” yazdım. Ertesi gün kartın içeriğinden mülhem endişeli bir mesaj geldi: “İyi misiniz? Savaş mı çıkıyor?” Sanırım biraz abarttım. Ya da konuyu yeterince açmadım. Balkan muhaciri bir aileden gelen eniştemiz eski bir hikaye ile sözlerim arasında bağ kurmuş veya aramış. Bu sadece bir tesadüf. İlk görüşmemizde kendisine de izah edeceğim. Keşke yan masada oturan bestekârı yazsaydım; en azından bir yanlış anlaşılmaya sebep olmazdım. Veya şair-i azam Goethe’yi…

Beilstein Karmelit Manastırı

Goethe‘nin gezi tutkusu iyi bilinir. İtalya’ya duyduğu özlem, nesiller boyu Roma’nın bu ülkedeki imajını şekillendirdi. Ünlü “gelmek için yolculuk etme” sözü, kim bilir kaç gezginin şiarı oldu! Goethe, Mosel üzerine yazdığı gezi notlarında, yerli halkın her zaman arkadaş canlısı ve neşeli olmakla bir üne sahip olduğunu hatırlıyor. 1792’de “Fransa Seferi” kapsamında iki kez Trier’e uğramıştır. Prusya ordusunun başında Fransa’ya karşı savaşan arkadaşı (ve işvereni) Dük Karl-August‘u ziyarete gelmiştir. Ancak şair yerli halkın geleneksel mutluluğuna anlam veremez. Yaralı askerler ve savaş mültecileriyle dolup taşan şehir karşısında yılmış bir vaziyette, “Bu kadar zor bir durumda nasıl neşeli kalabiliyorlar” demekten kendini alamaz. Bir önceki yaz “Goethe’s Travels” ismi altında yörede edebi-müzikal konserler düzenlendiğine şahit olmuştuk. Bu yıl salgın yüzünden pek çoğu iptal edilmiş olmalıdır.

Bu arada kitaba kısa bir göz atıyorum. Her halükarda, başkaları için değil önce kendimiz için yazmayı öneriyor yazar. Ben de öyle yapıyorum zaten…

Metternich Kalesi

Yolumuz daha sonra dar sokaklar arasından, güzel evlerin önünden Metternich Kalesi‘ne uzandı. Uzaktan bir tepenin üzerinde yükselen Aziz Yusuf Kilisesi‘ni izleyebilirsiniz. 17. yüzyıl sonunda Barok tarzında inşa edilen bu kilise Karmelit tarikatına ait. Peki, ya Karmelitler kim? 1150 yılında Filistin topraklarında bulunan Kermil Dağı üzerinde kurulan ilk manastıra atfen bu isim verilmiş. Aslı Eremit Tarikatına dayanıyor. Hristiyanlık, Roma Devleti’nin resmi dini kabul edildikten sonra bir inanç buhranı ortaya çıkıyor. Tıpkı 17. yüzyılda Osmanlı Devleti’nde ortaya çıkan Kadızadeler cereyanı gibi…Bir kısım mümin Peygamberler dönemindeki gibi yaşamak istediklerini beyan ediyor ve taşkınlık çıkarıyorlar. Sonuçta Roma bir devlet ve aklı yerinde duruyor. “Tamam koçyiğitler, bu devlet size hizmet için var” deyip çöllerde manastırlar inşa eder ve onları şehir hayatından uzaklaştırır ki mensupları Eremit olarak anılmaktadır. Eremit kelimesi de zaten Latince ‘çöl’ demektir. Tarihçiler, Karmelit tarikatını Eremit Tarikatının devamı saymaktadır. Ancak üyelerinin – bizdekilerin aksine – para ve mülkde gözleri yoktur, ve hâlâ yalnız zikirle meşgul oluyorlar.

Karmelit Manastır Kilisesi

Ceviz ağacından yapılmış 14 metre yüksekliğindeki ana sunak, içeride tüm heybetiyle bize bakıyor. Aziz Yusuf, kucağında bebek İsa ile gösteriliyor.

Orglar her kilisenin demirbaşıdır, ustaları ile anılırlar. Üzerinde Karmelit arması bulunan org 1738’de yapılmış. İspanya’dan getirildiğine inanılan ‘Kara Madonna’ heykeli ise 12. yüzyıldan kalmadır. Bir süre içerisinde oyalandığımız etkileyici bir kilise St. Joseph. 30 yıl süren mezhep savaşlarının (1618-1648) ardından halkın Protestanlık mezhebine kaymasını engellemek için inşa edildiği kolay anlaşılıyor.

Karmelit Manastır Kilisesi

Bu ziyaretten sonra Metternich Kalesi’ne tırmandık ve kahve molasını gerçekten hak ettik! Üzüm bağlarının ve Mosel’in güzel manzaraları ve şeftali keki ile ödüllendirdik kendimizi. Burada birçok çeşidi sunulan kırmızı şeftali hakkında biraz araştırma yaptım. Çiftçiler unutulan bu şeftali cinsini üzüm bağlarını çölleşmekten kurtarmayı düşündükleri 80’li yıllarda tekrar hatırlamışlar.

Karmelit Tarikatı Yeni Mürideleri

Kaleden aşağıya inerken manastır merdivenlerini kullandık. Almanların Sadri Alışık‘ı Heinz Rühmann‘ın “Hepimiz Melek Olsaydık” ve Almanların Nejat Uygur‘u Willy Millowiç‘in “Gerçek Yakup” filminde fon olarak kullandığı 110 basamaklı merdivenden koşarak aşağı indik. En son BBC’nin‚ ‘Vanity Fair’ filmi için kasabayı çekim yeri olarak seçmesi kimseyi şaşırtmamış. Zira Beilstein’ın tamamı, kemerler, dolambaçlı yollar ve merdivenlerle birbirine bağlanmış, çiçeklerle süslenmiş yarı ahşap evlerden oluşuyor. Burada her şey küçük ve herkes birbirini tanıyor.

Üzüm bağlarında yetiştirilen şeftali ağaçları ve Şeftali Pastası

Çaktırmadan bir turist kafilesine konuşan Alman rehbere kulak veriyoruz. Yoksa eskiden Musevilerin de burada yaşadığını ve Havra(14.yy.) bulunduğunu öğrenemeyecektik. Bugün bir Amerikan vatandaşı Meksikalı eşi ile o mekânda galeri işletiyor.

Evet, aynı güzellikleri barındıran Ediger-Eller kasabasına ne yazık ki sıra gelmedi. Editörümüz uzun yazılar istemiyor. Haftaya devam ederiz…

Beilstein Rıhtımı

Alaattin DİKER

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir