Görmesem Olmazdı: Saraybosna-IV

Bir taraftan yerleşiyor, bir taraftan da meraklı bakışlarla çevreyi inceliyorduk. Ahşap çıkmalı evleri, yokuş yukarı yolları ile buram buram Anadolu kokan bu şehir. Hiçbirinin birbirinin ışığını kesmediği, komşu hakkı gözettiği mahalleler Osmanlı’nın göz bebeği Bursa’yı andırmakta. Çağıl çağıl çağlayan nehrin coşkusu, büyüklü küçüklü taş döşeli köprüler, henüz siftah yapmamış dükkanlar derken, kalabalığın orta yerinde birden durduk. Alandan ayrılıp şehir merkezine gelmemiz sadece 9 kilometre sürdü. Otobüs kocaman bir meydanda durdu. İnsan kalabalığıyla şenlenmiş Osmanlı sokaklarının resmedildiği bir tablo gibiydi burası ve biz birazdan bu muhteşem tabloda yerimizi alacaktık.

Meydanın orta yerinde 15. yüzyıldan bu yana ahşap dokusunu kaybetmemiş, Osmanlı yapımı bir sebil karşıladı bizi. Baş Çarşı, bu sebilsiz, Saraybosna da Baş Çarşısız anılmazmış. Ankara’nın Kızılay’ı, İstanbul’un Sultan Ahmet Meydanı ne ise, Saraybosna’nın Baş Çarşı’sı da o. Kanatlarını çırparak alkış tutan güvercinlerin arasında, şehrin kalbinin ortasındayım.

Basamaklardan çıkıp elimi uzattım bin beş yüz yıl öncesine dokunurcasına. Önce yüzümü yıkadım ardından avuç avuç su içtim kendi kanımdan bir akrabamın evinde uyanmışcasına.

Sancak Beyi İsa Bey’in yaptırdığı, Gazi Hüsrev Bey’in büyüttüğü nam-ı diğer Sebil Çeşmesi 1750’li yıllarda şehrin valisi Hacı Mehmet Paşa tarafından İstanbul çeşmeleri model alınarak yapılmış.

Hemen herkesin toplandığı, çeşmelerinden su içmeden ayrılmadığı, dört tarafı camilerle çevrili tam bir panayır alanı Baş Çarşı. Yolunuz bir gün Bursa’ya düşerse çeşmenin aynısını orada da görürsünüz.

Ve tabi ki çarşıyla özdeşleşmiş insanlardan kaçmadan sebilin etrafında sürüler halinde uçuşan güvercinler. Düşle gerçek arası bir zaman dilimindeyim.

Güneşli günden faydalanarak, bir külah buğdayla beslediğim, kanatlarına asılıp uçmak istediğim güvercinlerin sayısız fotoğrafını çektim. Etrafım kapıları hala orijinalliğini koruyan, hediyelik eşya, el işi ve dokuma satan küçük dükkanlarla dolu. Bu şirin dükkanların arasına yer yer börekçiler, çaycılar, tatlıcılar serpiştirilmiş.

Birkaç sokağa ayrılan meydanda durup etrafa bir göz gezdirdikten sonra, sebili arkama alıp önümdeki yoldan karşıya geçerek yokuş yukarı yürüdüm. Daracık sokaklara rağmen hiç bozulmadan varlığını sürdürebilmiş, içinde bakırcıların, antikacıların olduğu, bizden bir sokakta buldum kendimi.

Nostaljik bir kahve dükkanının tahta iskemlesinde soluklandım. Soydaşlarımın güler yüzü güllü lokum tadında kahvemi tatlandırdı.

Küçük kahvehanelerin en vazgeçilmez tarafı ayaküstü sohbetleridir ya, babacan kahveci, kırlaşmış saçları alnına düştükçe mavi gözlerini kırpıştırarak, yüzünden eksik etmediği tebessümü ile yokuş yukarı devam edersem, en güzel gün batımı manzarasını oradan izleyebileceğimi tembihledi.

Elbette gidecektim. Çünkü o yokuş beni Aliya’ya götürecekti. Ferhadija denilen bu caddeye kadar gelmişken, bakırcıları gezmeden gitmek istemedim. Sadece bakırcılar olsa. İncilerle bezenmiş takılar, Boşnakların göz nuru ile işlenmiş nakışlar, şirin mi şirin dükkanlar…

Bir masalın içindeydim ve bir sihirli değnek beni Bursa’nın ufak tefek cumbalı yollarından, Avusturya’nın taş binalarına ışınlamıştı. Önde heykeller, ardında bir katedral, sokağın albenisi ile cezp edilmişken, kendimi bu defa da Norte Dame Katedrali’nin önününde buldum.

Burası İsa’nın Kalbi Katedrali. Kutsal Kalp Katedrali de denen bu mabet Avrupa tarzı mimarinin en güzel örneklerinden biri. Önünde Hristiyanlar için önemi büyük Papa 2. Jean Paul heykeli ve  Müslümanlar için kelimelerle izah edilemeyen acının simgesi Saray Bosna Gülleri. Ne acı değil mi?

Bir sokakta cami, başka sokakta katedral, diğerinde sinagog…

Özünü Balkan’ın bereketli topraklarından almış, Slav suyuyla beslenmiş ulu bir çınarın kolları altında yaşıyorum anı.

Müslümanı Boşnak, Ortodoksu Sırp, Katoliği Hırvat diye adlandırılmış rüzgarın bile birbirine değdiremediği bu dallar.

Irklarından türettikleri dilleri konuşuyor olsalar da aralarındaki kıldan ince fakat kılıçtan keskin farka rağmen birbirlerini anlıyorlar. Ama sevmiyorlar…

Ülkü OLCAY

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *