“Gülü Tersinden Dokuyan Kadın”

Bu başlığı, Hilmi Yavuz’un ‘Doğu’nun Kadınları’ isimli şiirinde geçen bir dizeden aldım. Hilmi Yavuz tercih etmese de bir şiire başlık olmayı ne kadar çok hak ediyor değil mi, bu ifade? Eskilerin berceste mısra dediği türden… Gerçi, Hilmi Yavuz’un seçtiği başlığa diyecek bir sözüm olamaz zira şiirin yer aldığı kitap, Doğu Şiirleri adını taşımaktadır ve kitabın adıyla çok uyumludur…

Baştan sona Doğulu kadınların yazgısına ilişkin hüzün ve kederi iplik iplik çözer, şiir. Aslında ‘batan bir gün’ tek başına yeter, hüznü anlatmaya ama şair sarı, ağıt, ay ve akarsu imgeleriyle çoğaltır, bu kederi… Hüzün, Doğu’da doğumla birlikte eşlik etmeye başlar, kız çocuklarına. ‘Kız beşikte, çeyiz sandıkta’ demiş atalar… Çektikleri onca çileye rağmen etrafına baygın kokular saçan nergise benzer, bu kadınlar:

biz batan güne sahip çıktığımızda
ay, bitlis’te sarı tütün
ya da bir akarsu imgesi
gibi yiğit ve bütün
bir ağıttı
kadınlarımızda

onlar hüznü bir çeyiz
çileyi ince bir nergis
ve gülerken bir dağ silsilesi
taşırlar
ve birer acıdan ibarettiler
kayıtlarımızda

Kıvrıla kıvrıla tüm şehirleri dolaşan ırmaklardan daha uzundur, kederleri; ölümleri de beyaz bir duvaktan daha temiz… daha masum… Ve aşk dediğimiz, yalnızca bir yazmadır, Doğu’da. Fars’ın gönül bağı (dilbent>tülbent) dediği yazma…

ölümleri duvaktan beyaz
ve ahlat, erciş, adilcevaz
üzerinde geçen bir kederle
yarışırlar
ve birer yazmadan ibarettirler
sevdalarımızda

Kuşkusuz başka şeyler de söylenebilir, şiir hakkında. Hatta erbabı, daha teknik konulara girip daha güzel şeyler anlatabilir. Ama benim derdim, şiirin son bölümünde geçen ‘ve bir gülü tersinden dokuyan’ dizesinin özel dünyamdaki yerini anlatmak.

İnsan bir gülü nasıl dokur, tersinden? Siz gülü tersinde dokuyan birini gördünüz mü hiç? Ben gördüm, efendim. Benim nenem, gülü tersinden dokuyan bir kadındı. Hatta ahir ömründe bana da öğretmişti, bu zahmetli ve dikkat isteyen işi… Hüzün ve kederi umut yüklü bir çeyiz sandığına, acıyı da baygın bakışlı bir nergise dönüştüren kadının hikayesi bu…

Genç yaşta kocasını, orta yaşlarında dağ gibi iki oğlunu ardı ardına kaybetmiş; üstelik ahir ömründe yaşları 8 ile 14 arasında değişen, öksüz ve yetim kalmış 4 torununa bakmak zorunda kalmıştı. Onun gelişiyle evimiz sürekli iş ve üretim yapılan küçük bir işletmeye dönmüştü. Yaşı ilerlediği için keçilerini satmıştı ama dur durak bilmeden el dokumacılığına başlamıştı.

Bir köşesinde nenemin kendi elleriyle yaptığı alacık’ın (üstü çubuk ve ince dallarla kapatılmış, kenarları açık yapı, örtme) duldasındaki çulfalık tezgâhı, bahçemizin demirbaşı olmuştu. Yaz kış kaldırılmazdı. Zaten, nenem hemen hemen her gün savan ya da yolluk gibi şeyler dokurdu, çulfalıkta. Halı ve kilim dokunan ıstar tezgâhı ise mevsimlik olarak kurulup sökülürdü.

Halı dokumak uzun süren ve zahmetli bir iş olduğundan bir kişinin tek başına altından kalkması mümkün değildir. Buna rağmen ortaokul yıllarımda, nenem gözünü karartıp tek başına bir halı namazla dokumaya karar vermişti. ‘Bu saatten sonra halı dokumak da nerden çıktı?’ diyen oğulları da ‘Ana, bizim işimiz başımızdan aşkın, aylarca bitiremez de perişan olursun’ diyen kızları da ikna edemedi, nenemi. Baktılar olacağı yok, bahçenin bir diğer köşesine elbirliği ile kurdular, ıstar tezgahını.

İnat etti nenem, akşama kadar ıstarın başından ayrılmıyor. Ancak iki hafta sonra halı azar azar görünmeye başladı çözgü’nün üstünde. Istar tezgahında dikey biçimde gerilen iplere çözgü, bir sıra atılan ilmek dizisinden sonra gerilmiş olan çözgünün arasından yatay olarak geçirilen ipe de argaç derdi, nenem. Çözgünün her bir ipine de ten denirdi; ardışık duran bir çift ten’i kendimize doğru hafifçe çeker, rengarenk yünlerle ilmek atardık. Bir sıra ilmek bitince argacı atar, ardından demir dişli tarakla vura vura ilmekleri sıkıştırırdı.

Daha sonra Nuh nebiden kaldığını düşündüğüm bir makasla ilmeklerdeki uzun tüyleri kırkıp aynı hizaya getirirdi. Halı makası, bildiğimiz makaslardan farklıydı. Halının üstünde pürüzsüz ve düz bir yüzey elde etmek için iki ucundan tutularak kullanılırdı. Dokunan kısım yükseldikçe, cımbarı da yukarıya çekerdi, nenem. Cımbar halıyı enlemesine gergin tutmaya yarayan, iki parmak eninde, uzun ve yassı demirden bir çubuktu. Cımbarın iki ucundaki dişler halının iki tarafına yerleştirilir; böylece hem yatay hem de dikey olarak gerilen halıya ilmek atmak kolaylaşırdı.

Çocuklarını yalancı çıkarmak ve bu ağır yükün altından da kalktığını ispatlamak için büyük bir çaba gösteriyordu. Ancak işin biteceği yoktu. Kardeşlerimin okulu Tarsus’ta, üstelik tam gün.  Bense kasabadaki ortaokula yarım gün devam ediyorum. Yani, nenemin yardım edecek kimsesi yok, benden başka. Hemen hemen her gün okula gitmeden önce bir iki saat yardım etmeye başladım, neneme. Sağ tarafında tersinden motif çıkardığı halı var, solunda ben oturuyorum. İkimizin ortasında da rengarenk yün yumakları…

Tersi çevrilmiş halıdan çiçek, yıldız ya da hayvan motifleri çıkarırken halıdaki ilmekleri teker teker saymaya başlardı, nenem. Dokurken simetri oluşturmak zorunluydu, bu yüzden ben de nenemi söylediklerini harfi harfine uygulamaya çalışıyordum. Kırk ilmek kırmızı, sonra on ten ya de beş çift ten yeşil at… Yeşilin yanına bir tek de siyah ilmek at… sürmeli olsun… Motiflerin kenarına siyah ilmekler atar, bunlara da sürme derdi nenem… Onlarca motif adından yazık ki sadece koç boynuzu, yengeç ve seki adları kalmış aklımda.

Motiflerin rengine ilişkin öne sürüdüğüm fikirleri reddederken de kabul ederken de tekerlemeye benzer sözler söylerdi. Mesela ‘Nene sarı ve yeşil yünlerden bir motif yapalım.’ dediğimde ‘Okuma gelinim okuma / Sarının içine yeşil dokuma’ diyerek itiraz ederdi. Şiir gibi sözlerle olunca reddedilmek de güzel gelirdi, bana.

Kırmızı ile yeşili birlikte kullanmayı çok sever; motifi bu renklerle yapmak istediğinde beni ikna etmek için ‘Gırmızıyla yeşil, gıyır gıyır gıyışır.’ derdi. Gıyır gıyır gıyışmak, birbirine çok uymak, yakışmak anlamına gelirdi… Karacaoğlan da bu iki rengi birbirine çok yakıştırıyor olacak ki bakın ne diyor şu dörtlükte:

Fani Karacaoğlan fani
Veren alır, tatlı canı
Yakışmazsa öldür beni
Yeşil bağla ala karşı.

Her okuduğumda ‘Sanki nenem için yazılmış gibi’ dediğim şiirini şu dizelerle bitirir, Hilmi Yavuz:

biz bir yazın ayağında
en küçük bir gurbeti bile
içi titreyerek okuyan
ve bir gülü tersinden dokuyan
umutlarımızda
başlığı kınadan turaç
bebesi doğuştan kıraç
ve bir ninniyle darılıp
bir türküyle barışırlar
ve birer hasretten ibarettirler
mektuplarımızda…

Sadece gülü değil, hasreti, acıyı, gurbeti ve en çok da sabır ve umudu ilmek ilmek dokuyan neneme rahmetle…

Mustafa SARI

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *