Gurbet Ocağından Ata Ocağına-I

Tam iki yıldır ayrıydık. Arada bir Ağrı Dağı’nın karlı zirvesi gözlerimin önüne gelip duruyor sonra sislerin arasında kaybolup gidiyordu.

Pandemi, maske, mesafe, soğuk, ürkek, korkak gözler… Bütün bu karmaşa içinde sımsıcak ve şefkat kokan bir eli sıkmayı bile nasıl da özlüyordu insan!

Bu özlemler içinde toprağımızın kokusunun özlemi insanı deli etmeye yetiyordu.

Iğdır havaalanına indiğimde gökyüzüne baktım ilk önce. Seyrek beyaz bulutları selamladıktan sonra Ağrı Dağı’na kaydı bakışlarım. Yanlış bir dağa bakmışım gibi şaşırdım ve tekrar tekrar baktım. O yarısına kadar beyazlar giyinmiş ruhumuzun zirvesi sanki ağlaya ağlaya sararıp solmuştu. Sadece üst tarafında bir takke gibi hafif bir beyazlık kalmıştı. Ürperdim. Ağrı Dağı’nın süsü değil de benim bir şeylerim yitmiş gibi sarsıldım. Kafam aşağıda, Iğdır’a doğru yola çıktım. Bir daha dönüp ne gökyüzüne ne de Ağrı Dağı’na bakmaya cesaretim kalmadı.

Iğdır, adetâ yaramaz bir kedi tarafından karmakarışık edilmiş bir iplik yumağına dönmüştü. Birbiri üstüne yığılmış binalar, her yeri kazılmış yollar, toz toprak… Aman Allah’ım, çocukluğumun geçtiği, kocaman karaağaçların süslediği, herkesin birbirini tanıdığı, selamladığı, şakalaştığı Iğdır bu muydu? Her köşede bir çirkinlik ve kir, her suratta bir yabancılık…

“Bari Belediye Bahçesi’nin serinliğine sığınayım,” dedim. Etrafa bakmamaya, beni arabada yerimden hoplatan delik deşik yollara aldırmamaya çalıştım. Belediye Bahçesi’nin ortasındaki fıskiyenin tam yanında oturacak kendime demli bir çay ısmarlayacaktım. Çayımı içerken de bir kahveden yükselen tanıdık bir türkü mutlaka olacaktı… Ve beş dakika sonra önümden bir kaç tanıdık yüz geçecek ve onları çay içmeye davet edecek, eski günlerden konuşacaktım.

Arabayı zar zor park ettim ve Belediye Bahçesi’ne doğru koştum. O kocaman bahçe yoktu! Gözlerime inanamadım. Yanlış yere mi gelmiştim acaba? Sağa sola baktım! Hayır bahçe buradaydı ve yoktu. Yoldan geçenlere sordum. “Artık bahçe yok, valilik yoluna git,” dediler.

Biraz ileride upuzun, ruhsuz mu ruhsuz bir caddenin sağına soluna restoranlar açılmıştı. Aç olmama rağmen hiç birinde oturmadım ve köye doğru yola çıktım. Alikamer Köyü güya Iğdır’ın bir mahallesi… Her adımda bir mayına çarpmış gibi havaya fırlıyorsun! İnsan yolu ancak kasten böyle bozabilir. Ardından Oba, Kasımcan köylerinin yolları da aynı durumda. Gördüklerime inanmıyordum. Buradan bir yetkili geçmiyor muydu? İki yıl sonra toprağının kokusunu özleyerek geldiğim yerlerin tozu gözlerimi, boğazımı mahvetmişti.

Salgın herkesi etkilemiş. Kimse artık canı gönülden kucaklaşamıyor. Hava sıcak olmasına rağmen sağa sola vuruyorum kendimi ama nafile! O eski canlılık yok! Köyde insanlar da tek tük… Kalbayı Kurban hâlâ canlı, neşeli… Elinde baston beni görünce türkü söylemeye başlıyor…“Beraber dükkanda söylediğimiz türküleri hatırlıyor musun?” diye soruyor. “Unutur muyum hiç?”

Öztürk çayın başındaki kahvesinde demli çaylarını sunmaya devam ediyor. İzzet amcaoğlu sanki iki yıldır iskemlesinden kalkmamış gibi… Yusuf İstanbul’dan gelmiş… Beyset, Recep Amca, Hacı Hüseyin, Hacı Rıza… Hepimizin saçlarında aklar ve hüzün… İnsanın hissettiklerini birbirine söyleyememesi ne acı? Beyset’le Yusuf’la nasıl oynar, kavga eder sonra da barışırdık! Ama hiç birimizin çehresinde artık o çocukluktan, o neşeden işaret yok! Zaman bizi yormuş. Kederle onların gözlerine bakıyorum. Yakınlık duysak da artık yabancı gibiyiz. Niye? Hayat her şeyi un ufak ediyor.

Gözlerim Hacı Mehmet’i arıyor. Iğdır’daymış. Hacı Himmet Amca’ya gidiyorum. Düşmüş ayağını incitmiş. Güller içindeki evinde oturup sohbet ediyoruz. Oturduğumuz yerden Ağrı Dağı görünüyor ama gözlerimi hep kaçırıyorum.

Sefer’le mezarlığa gidiyoruz. Babamın, annemin mezarları artık ağlatmıyor beni. Oysa her gidişimde gözlerimden yaşlar süzülürdü. Ölüm bile kanıksanıyor değil mi? Sefer habire anlatıyor. Bu çocuk bir anlatma makinesi…

İnsanın aklının ucundan bile geçmeyen olayları uzun bir hikâye haline getirerek anlattıkça anlatıyor. “Arada bir virgül, nokta koy,” diyorum. Anlamıyor ve küçük gözlerini kırpıştırarak gülüyor. İnsan kızamıyor da… Küçücük bir torunu var… Onu sevişi bile bir başka tatta..

Sıcak insanı yoruyor. Yücel Feyzioğlu, “Türkiye’de olunca insanların niye yavaş hareket ettiklerini anlayabiliyorum,” demişti. Sıcak gerçekten de insanı tembelleştiriyor. Evden dışarıya çıkmak bile istemiyorum.

Akşam rüzgarı esince hızlı adımlarla köyü baştan başa geçiyorum. Her köşede bir tanıdık simayla karşılaşmak ümidiyle… Ama hayır… Çoğu genç ve yabancı yüzler… Aniden bir araba duruyor. İçine bakıyorum ve gülümseyen bir yüz görüyorum. Amcaoğlum Önder! O da benim gibi köyden göçenlerden… İniyor, kucaklaşıyoruz. Küçük kardeşi Muharrem de yanında… Bir süre Öztürk’ün kahvesinde oturup sohbet ediyoruz. İnsan çok özlediği insanla karşılaşınca konuşacaklarını da unutuyor. Emekli olmuş, kızını evlendirmiş…

Babası, geçmiş günler bir an gözlerimin önünden geçiyor. Annesini soruyorum. İyiymiş. Neriman ablanın şefkatli gülüşleri sanki yanımızdan akıp giden çayın içinde beliriyor. Evlerimizin arasında bir metrelik bir duvar vardı. Duvarın yanına kadar gelir “Sebiha! Sebiha!” diye annemi çağırırdı. Annem evden çıkar duvarın yanına giderdi ve sohbete başlarlardı. Arada bir, evden Menzere Abla’nın aydınlık yüzü belirirdi. Abisi Bayram Amca’yı andıran gülüşleri insana güven verirdi! Ah, her şey niye böyle yalan ve korkutucu! Aradığım yüzlerin hiç biri burada yok!

Ertesi gün amcaoğullarım Hacı Ekber ve Mehmet abi ile kısa da olsa bir yürüyüş yapıyoruz. Hacı Ekber çalışkan ve tuttuğunu koparan biri. Elma bahçesi yine bereketli. Mehmet Abi İstanbul’dan gelmiş, ev yaptırmış, köye alışmaya çalışıyor. Sevinçle, “Üçümüzün bir arada olmasına çok sevindim,” diyor. Ben de… Elimde olsa bütün köyle birlikte yürümek isterdim.

Devam edecek…

Orhan ARAS

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *