Asıl adı Ahmed Edib olan Edip Harâbi, 1853’te İstanbul’da doğdu. Merdivenköy Şahkulu Dergâhı şeyhi Mehmed Ali Hilmi Dedebaba’ya mürid oldu. Ancak herhangi bir kimseden icâzetnâme almadan babalık yapmaya kalkıştığı için İstanbul Bektaşîleri arasında pek sevilmez, hatta Bektaşî tekkelerine kabul edilmezdi [1]. Harâbî, tüm Alevi geleneğimizin irfani ve felsefi temalarını bağrında taşıyan büyük bir Hak aşığıdır. Onda, kendisinden önceki Alevi ariflerimizden bir şeyler bulmak mümkündür. Sevgi, aşk, hiciv, rindlik, taşlama vb. tüm temalar inşalarında mevcuttur. Onun bu özelliği, tam anlamıyla bir Harabat ehli olduğunu gösterir. Harâbî’nin düşünce dünyasının, edebi üretiminin bir ekole dönüşmemiş olması, onun Bektaşi çevreler tarafından dışlanmış olmasıyla birlikte bu coğrafyanın da ihmalkârlığı, nemelazımcılığı, vurdumduymazlığı ve bilgiyle, bilimle, felsefe ve irfanla arasına koymuş olduğu mesafe ve en vahimi de böyle bir önceliğinin ve derdinin olmayışıdır.
Edib Harâbî’nin, “kâf u nûn hitâbı” tam anlamıyla, Vahdet-i Vücud felsefesinin tarihteki en büyük estetik inşasıdır denilebilir.
Ķāf u nūn hitābı izhār olmadan
Biz bu ķā’inātın iptidāsıyuz
Kimseler vasıl-ı didār olmadan
Ol ķābe ķavseynin ev ednāsıyuz
Yoķ iken Ādem’le Havvā ‘ālemde
Haķ ile haķ idik sırr-ı müphemde
Bir gececik mihman ķaldıķ Meryem’de
Hażreti Įsā’nın öz babasıyuz
Bize peder dedi tıfl-ı Mesįhā
“Rabbi Erni” deyu çağırdı Įsā
“Lenterānį” deyen biz idik ana
Biz Tūr-ı Sinānın tecellāsıyız
(…)
Döķdüğüm hūn-ı āb-ı eşki ey peri dįdem bilür [Döktüğüm kanlı gözyaşım ey peri didem bilir]
Zaħm-ı tığ ġamze-i hūnħārıŋı sįnem bilür [Gamzen okun yarasını sızlayan sinem bilir]
Bu inşanın en son dizesi olan “Ey Harabi ben Kızılbaş olduğumu âlem bilir” dizesi bu ilk dizedeki feryadın kaynağını vermektedir. Buradan hareketle gerek ehlibeytin gerekse ehlibeyt müdavimlerinin tarih boyunca yaşadıkları, Harabi için yürek dağlayıcıdır. Ehlibeyte bağlılık, aynı zamanda hakikate bağlılıktır Harâbî için. Dökülen kanlı gözyaşlarını ancak gözü gibi sevdiği sevgilisi bilmektedir. Çünkü halden haberdar olan sadece odur. Sevgilinin gamze okunun yarattığı sızıyı da ancak aşığın ve maşukun kendisi bilir. Sevgilinin gamzesi, aşığın mezarıdır. Ama âşık, ölmeden önce gamzenin okları tarafından yaralanmıştır. Nihayeti ise ölümdür. Ölüm ise âşık için kavuşmadır, bu kavuşmada aşk da âşık da maşuk da birdir.
Derd-i hicrānın suāl et āşıķ-ı gamhārdan
Zūr-ı aşķı sanma ki zāl ü hünerber Rüstem bilür
Yāre-i ūşşāķa Loķmān gelse de bulunmaz deva [Bade-i aşka lokman gelse de bulamaz deva]
Derd-i aşķa var mıdır dünyāda bir merhem bilür [Derd-i aşka var mıdır dünyada bir melhem]
İrfan geleneğimizde tümel insanlık hakikati açısından tüm ruhlar, Hakk’ın huzurunda toplanırlar. Buna bezm-i elest denilir yani sözleşme meclisi. Allah bu mecliste “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” şeklinde sormuş ve ruhlar (insanın özü) “Belâ” (evet) diye cevap vermiştir (A’râf 7/172-173). Bu sözleşme ile insan ruhu, elest bezminde aşk bâdesini içmiştir. Bu sözleşmeden sonra ruhlar, madde âlemine indirilmiş ve tekrar bu maddi âlemin bağlarından sıyrılarak yeniden bezm-i elestteki ilk durumlarına, asli kaynaklarına dönmek isterler. Bade-i aşkı içmiş olan insanın bu dünyadaki maddi varlığı, bezmi elestten büyük bir kopuş olduğu için onulmaz bir derttir. Her derdin çaresini bilen Lokman Hekim bile bu derde deva olamaz. Derd-i aşkın çaresi bu dünyada yoktur, çaresi aşk derdinin kendisidir.
Biz harābātız deyu vāiz ne bilsün tan ider [Biz harabatız deyi vaiz ne bilsin tan eder]
Terķ-i dünyā lezzetin İbrāhim Edhem bilür [Terk-i dünya lezzetini İbrahim-i Ethem bilir]
Harabat ehli, sürekli bir hakikat yolculuğu halinde olup ilahi çekimin altında olan, cezbeye kapılan dervişler/ariflerdir. Harabat ehli, bu dünyalı değildir. Dünyalık hiçbir şeye kıymet vermezler.
İrfan geleneğinde harabat ehli mal, makam, mevki, şöhret vb. dünyevi kazançları tamamen terk edip kendini Hak’ka adayan, bağlı olduğu dergâh ve tekkeye; pir ve mürşide ve buradaki öğretilere, inanç ve dünya görüşüne büyük bir vefa ve sadakatle bağlı olan kimseleri ifade eder. Vaiz-i gümrahiler yani şekilci resmi ulema, bu hali anlamadığı için harabat ehlini kınayıp eleştirir. Çünkü resmi ulema ve vaiz için din, normatif hukuk kurallarından ibaret olup herkesin bu kurallara uyması beklenir. Oysaki dinin bu normatif hukuksal algısı, dayatma ve herkesi aynılaştırmanın despotizmidir. Harabat ehli ise dini, normatif bir hukuk manzumesi olarak görmez. Onlar için din/öğreti, hakikat bilgisine ulaşmak için başvurulan bir yoldur. Bu yolda her şey terk edilir. Vaaz dindarlığı ise terk etmeyi bilmediği gibi terk eden herkesi kınamaya başlar. Oysaki dinin gerçekliği terk etmeyle, vazgeçmeyle ve reddetmeyle başlar. Bunun en güzel örneği de İbrahim b. Edhem’dir. İbrahim b. Edhem, Alevi irfanımız için çok önemli bir şahsiyettir.
Bį-peder derler Mesįha’yı ki rūhullāhtır
Kimseler bilmez bu sırr-ı müphemi Meryem bilür
Hz. İsa babasız olarak dünyaya geldiği için ona “bi peder” derler. Oysaki onun Ruhullah olduğu bellidir. Hz. Meryem mucizevi bir şekilde evli olmadığı halde hamile kalmış ve Mesih (as) bu şekilde dünyaya gelmiştir. Bu mucizevi olayın sırrını ancak Meryem Anamız bilir.
Biz ne buğdāy ekl ider ne hūrį ġılman isteriz
Cennetin derd-i belāsın Hazreti Ādem bilür
Hz. Âdem, bazı anlatımlarda cennette buğday yediği için çıkarılmıştır. Âdem’in cennetteyken huri ve gılman değil de buğdayın peşine düşmesi, buğdayın varlıkla olan ilişkisinde yatmaktadır. Kur’an anlatımında ise Âdem, yaklaşması yasaklanan ağacın meyvesini yiyeyerek emre itaatsizlik etmiş ve bu nedenle de cennetten çıkarılmıştır. Çünkü Âdem ve eşini, ilahi emre itaatsiz olmaya sevk eden şeytandır. Onlar da şeytana uyarak yoldan çıkmışlar ama hatalarını hemen fark ederek tövbe etmişler, Allah da tövbelerini kabul ederek onları yeryüzüne indirmiştir. Âdem ve eşi, bu durumda cennette iken bile varlık sancısı çekmişlerdir. Bu ilahi senaryodaki hakikati de sadece Hz. Âdem bilir.
Sofu-yu ahmak ne bilsin künt-ü kenz esrarını
Kendin akıl kıyas eder bizleri sersem bilir
Evrenin neden yaratıldığına dair en büyük cevabı irfan geleneğimiz üretmiştir. Kur’an’da dünyanın ve insanın yaratılmasının gerekçesi imtihandır. Ama vahyin ufkunda, nihai olarak imtihan değil, sevgi vardır. Bu nedenle Allah “rahmeti kendi üzerine yazdığını” belirtmektedir. İrfan geleneğimiz ise evrenin yaratılış gerekçesini, Kur’an’ın sevgi merkezli dilini öne çıkarıp “küntü kenze” olarak belirler. Fıkıh merkezli hareket eden ulema ve sofu kesimi ise dini anlam ve hakikat arayışından soyutlayarak şekle indirger; dinin şekle ve normatif hukuk prosedürüne indirgenmesi, dinin bir tür donması ve putlaşmasıdır. Bundan dolayı sofu ve ulema kesimi sert bir şekilde eleştirilmektedir.
“Küntü kenze” ya da “kenz-i mahfî” terkibi olarak da rivayet edilen hadis tam olarak şöyledir “Bilinmeyen gizli bir hazine idim, bilinmeyi/sevilmeyi istedim, bilineyim/sevileyim diye kâinatı yarattım.” Hadisin Arapça metnindeki “bilinmek” (u‘refü) sözcüğü mârifet kökünden geldiği için arifler, kâinatın yaratılışını mârifetle açıklarlar. İrfan kelimesi de bu kökten gelmektedir. İlahi hüzün, kendini yaratma eylemiyle dışarıya vurarak gösterir. Aşkın muharrik gücü de hüzün olduğu için aslında âlem, aşk ile yaratılmış ve aşk içredir daima. Ama dini, fıkha indirgeyen ‘ahmaklar’ bunu idrak edemezler. Bunlar, varlık âlemini aşk ile değil, salt akıl ile kavramaya çalışırlar. Salt akıl da yoktur aslında. Çünkü dinin fıkha indirgenmesi, Kur’an’ın bir hukuk kitabına indirgenmesi olduğu gibi, diğer taraftan da burada yapılan şey sadece selefin görüşünden hareketle aklın yaptığı bir kıyas söz konusudur. Burada artık akış değil, taklit vardır. Taklit ise aklın askıya alınarak, geçmişin karizmatik otoriter isimlerinin ayakları altında çiğnetilmesidir. Ariflerimiz aklı asla dışlamadıkları gibi akla büyük önem verirler. Onların akıl hakkında temelde vurguladıkları iki şey vardır: Birincisi, salt akıl haddini aşar. İkincisi ise akıl belli bir noktadan sonra yetersiz kalır. Dolayısıyla burada akılla birlikte, aklı aşan aşk tavrı gerekir.
Bab-ı Haydar’dan başka baba ben de etmem iltica
Ey Harabi ben Kızılbaş olduğumu âlem bilir
Bab-ı Haydar, “Ben ilim şehriyim, Ali de onun kapısıdır.” diyen peygamberin bu sözüne bir atıftır ve tarih boyunca irfan geleneğinde Hz. Ali biricik ilham kaynağı olmuştur. İlmin şehrine ancak İmam Ali’ye başvurularak girilebilir. Peygamberin, Hz. Ali hakkındaki bu sözü başka bir kapıya da ihtiyaç bırakmamaktadır. Bu güvenle Edip Harâbi, Hz. Ali’ye ve ehlibeyte bağlılığını da cesurca dile getirir. Harâbi, Hz. Ali dışında başka bir kapıya/yola girmeyeceğini kesin bir şekilde vurgular.
Gürgün KARAMAN
Dipnot
[1] https://islamansiklopedisi.org.tr/edib-harabi
Kaynak
– Edîb Harâbî Dîvânı [İnceleme-Metin],Alevilik Araştırmaları Dergisi Yay., Ankara, Aralık 2012,Cilt-1
Son Yorumlar