Dünya Daha Kaç Kişiyi Doyurur?

Pandemi dolayısıyla, giderek artan dünya nüfusu, buna paralel olarak azalan/tükenen doğal kaynaklar, israf, yoksulluk, dezavantajlı gruplar/toplumlar, gelir dağılımı adaletsizliği gibi konular yeniden gündem olmaya başladı. Dünya Nüfusu Vakfının verilerine göre 2020 yılında dünya nüfusu 7,837 milyar oldu. Yine istatistiklere göre dünya nüfusu yılda %1.7 artmaktadır, bu da yaklaşık 130 milyon insanın yani her yıl 30 küsur milyonluk 4 yeni ülkenin aramıza katılması demek. Bu hesaba göre 10 yıl sonra en az otuz milyonluk 40 yeni ülkemiz olacak. Ne kadar heyecan verici değil mi?

Artan nüfusun ihtiyaçlarını karşılamak için, kaynaklar, zorunlu olarak daha fazla kullanılmaktadır. Mevcut kaynaklar, rasyonel kullanılsın ya da kullanılmasın, ihtiyacı karşılamada yetersiz kalmaktadır. Dünya Doğayı Koruma Vakfı ve Küresel Ayak İzi Ağı‘nın hazırladığı rapora göre insanoğlu dünyanın sunduğu kaynakları hızla tüketmektedir. AB ülkelerindeki tüketim hızının baz alındığı rapora göre, gezegenimizin sunduğu yıllık kaynaklar normal süresinden 3-4 ay önce tüketilmektedir.  Öyle ki, mevcut halin sürdürülmesi için bile bir dünyaya daha ihtiyaç vardır. Bu anlamda Türkiye de gelecekteki kaynaklarını süresinden önce tüketen ülkeler arasında yer almaktadır.

Kaynakların tükenmesi iki alanda kendini gösteriyor; su ve gıda. BM Tarım ve Gıda Örgütüne göre 2025 yılında 1.8 milyar insan temiz içme suyuna ulaşamayacaktır. Daha çok verim elde etmek için sulu tarıma yönelme dolayısıyla yer altı suları kontrolsüz biçimde kullanılmakta, suya ulaşmak için daha derinlere inilmekte nihayette, kaynaklar kurumaktadır.

Öte yandan hem mevcut hem de artan talebi karşılamak için her yıl milyonlarca hektar yeşil alan (çayır, mera, orman) tahrip edilmekte, doğal/ekolojik denge geri dönüşümsüz biçimde bozulmaktadır. Fauna ve flora çeşitli saldırılar altında sürekli kan kaybetmektedir. Ekolojik dengenin bozulması ve çevre kirliliği iklim değişikliklerini, bu da sıkça tanık olduğumuz çevre felaketlerini tetiklemektedir. Küresel ısınmanın yalan olduğuna inananlar ya bu felaketleri görmüyorlar ya da umursamıyorlar.

Milyarlarca insanın açlık ve yetersiz beslenme sonucu kalitesiz bir hayat sürmek zorunda olduğu, çocukların kötü beslenme sonucu öldüğü herkesin malumu. Ne zaman açlık ve kıtlıktan bahsedilse “israf önlenirse, aç insan kalmaz”, hatta biraz daha ileri giderek “mevcut kaynakların ve üretimin dünya nüfusunun üç katını bile besleyeceği” klişesine baş vurulmaktadır. Bence bu romantik bir teselliden öte bir şey değildir.  Bunu Türkiye örneğinde biraz açalım. Bir kere, ister yaş ister kuru olsun, tükettiğimiz gıdanın yüzde doksanı GDO’lu. Neden GDO’lu? Çünkü organik tarımla elde edilen ürün ihtiyaca cevap vermemektedir. Hepsinin organik olması halinde bu ihtiyaç çok daha fazla olacaktır.  Türkiye İsrafı Önleme Vakfına göre ülkemizde yılda israf edilen gıda miktarı 26 milyon tondur ve bunun karşılığı 214 milyar liradır. Türkiye’de bir yılda elde edilen 49 milyon ton meyve ve sebzenin yüzde 20’si israf edilmektedir. TÜBİTAK’a  göre, israf edilen sebze ve meyve miktarı 12 milyon ton ve 25 milyar liradır.

Öte yandan günde 4,9 milyon ekmek çöpe gitmektedir. Genel olarak bütün kalemlerin ortalaması yüzde 15’lik bir israfa karşılık gelmektedir. Nüfusunun yarısına yakınının kıt kanaat geçindiği bir ülkede bu israfı kimin nasıl yaptığını merak etmemek mümkün değil. Artık lokantalar, her şey dâhil oteller ve resmi yemekhanelerde, poşetlendiği için, ekmek israfı minimum düzeydedir. Sebze ve meyve için de aynı şey geçerli. Toplama, paketleme ve nakliye konusunda kayıplar çok büyük ölçüde önlenmektedir. Kaldı ki kayıpların bir kısmı, fiyatların yüksekliği tüketicinin satın alma gücünün düşüklüğü nedeniyle tezgâhlarda ve raflarda ya çürümekte ya da miadı dolduğu için imha edilmektedir.  

Bütün bunları da bir kenara bırakalım. Türkiye hiç israf etmezse tüketicinin alım gücü ancak yüzde 15 artmış olacak veya mevcut nüfusun iyi kötü doyduğunu varsayarsak, en fazla 12 milyon insanı daha besleyebilecektir. Dolayısıyla israf etmezsek, şimdiki nüfusun iki katını doyururuz iddiası son derece afaki bir iddiadır. Hele de insan iş gücüne (manuel) giderek daha az ihtiyaç duyulduğu/duyulacağı bir zamanda bu iddia anlamını iyice yitirmektedir.

Halen onlarca ülke bırakın israfı ciddi açlık sorunlarıyla boğuşmaktadır. Müsrif ülkelerin yapacakları yüzde on beşlik tasarruf bu ülkelerdeki aşırı yoksulluğu gidermekten uzaktır. Varlıklı ülkelerde dikkat çeken hususlardan birinin nüfus artış hızlarının, yoksul ülkelere göre düşük olmasıdır.  Şu rakamlara bir bakalım;

1916 ve 1960 Ülke Nüfusları

Norveç  3.581.239        5. 210 721

Hollanda  

11.400.212     16.979.120
Danimarka      4.579.603       5.724.456
Almanya         72.814.900     82.175.684
Türkiye         27.553.280   80.810.525
Afganistan   18.774.440    27.657.145
Sudan 17.527.450   39.647.621

Bu ülkelerin nüfus artış oranları ile milli gelirleri, işsiz oranları, üretim oranları karşılaştırıldığında ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılacaktır. Esasen nüfusu artışı ile ekonomi arasındaki ilişki bugünün konusu da değil.  M.Ö. 4000’li yıllarda Mısırlılar “insanlar, üzerinde yaşadıkları arazilerin yetmemesi durumunda gebeliği önleyici tedbirler almalıdır.” demişlerdir. Konfüçyüs ve bazı Çinli filozoflara göre, fazla nüfus artışı, işgücü verimliliğini kısıtlayan ve kitlelerin yaşama düzeyini olumsuz etkileyen faktörlerden biridir. Dolayısıyla nüfusu yoğun yerlerden az yoğun yerlere doğru nüfus aktarılmalıdır. Bu dengeyi sağlamak devletin birinci derecede görevidir. Eflatun ve  Aristo da toplumların kendilerini savunmaları ve ekonomik yeterliliklerini sağlamaları için belirli bir nüfusa sahip olmaları gerektiğini savunmakla beraber, anayasal bir hükümet biçiminin uygulanabilmesi için nüfusun fazla büyümemesi ve ailelerin nüfus sayısının sınırlanmasını istemişlerdir. Bu konuda ilk bilimsel çalışmayı yapan İngiliz Thomas Malthus olmuştur. 1789 yılında yazdığı “Toplumun Gelecekteki Gelişmesine Etkileri Açısından Nüfus Üzerine Bir Deneme” adlı makalesinde kısaca şöyle demektedir: “Nüfus geometrik diziyle artarken, gıda maddeleri aritmetik diziyle artmaktadır. Eğer tedbir alınmazsa gelecekte insanlar açlık tehlikesiyle karşılaşacaktır”. Bu teori daha sonra “Malthus Teorisi” adıyla ün kazanmıştır. Teori, ortaya çıktığı dönemde, artan iş gücü ihtiyacı nedeniyle, anlamlı bulunmamış ancak yirmi birinci yüzyılda dünya gerçekleri Malthusçuluğun yeniden taraftar bulmasına yol açmıştır.

Sonuç olarak dünyadaki nüfus artışı, bütün dünya ekonomilerini tehdit etmektedir. Bulundukları yerlerde yeterli barınma ve gıda bulamayan milyonlarca insan, bir umutla,  zaman zaman ölümü bile göz alarak, yollara düşmektedir. Bunların sayısı bile orta ölçekli birkaç ülke nüfusu kadardır. İsrafı önlersek hepsini doyururuz iyimserliği bir çözüm gibi görünmemektedir. Bazı ülkelerde yaşlı nüfusun artması, buna karşılık genç nüfusun azalması evliliklerin teşvik edilmesiyle ve nitelik gerektirmeyen iş gücü ihtiyacının göçmenlerin istihdamıyla telafi edilmektedir. Dayatmacı bir nüfus kontrolü değil ama bilinçli bir çoğalma planlaması yapılmadığı takdirde, dünyanın daha büyük sıkıntılarla karşı karşıya kalması hiç de şaşırtıcı olmayacaktır.

Hasan BOYNUKARA

1 Yorum

  1. ayse dogu Cevapla

    gıdada tekelleşme belki dünya kurulalı beri en üst seviyede. küresel sistem ekonomisi zayıf ülkeleri üretmeden hazır tüketmeye zorluyor. içpolitikalarını etkiliyor. zararlı tarim ilaçları ve neye deva olduğu belli olmayan fabrikalar toprağı ve suları zehirliyor. dünya sisteminin adaletsizliği bu dediğiniz risklerin bence en önemli sebebi.
    insanlık tekelleri kırmayı ve toprakla barışmayı becerirse açlık olacağını zannetmiyorum. bu önlemler alındıktan sonra dediğiniz önlemlerin bir anlamı olabilir.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir