Şehirden Toplu Konut Alanlarına

Toplama kampları mı deseydik yoksa! Evet özellikle büyük kentlerde rantın ve ihtiyacın, estetiği fonksiyona feda ettiği yerlerde tam bir toplama kampı görüntüsü var. Kimin ya da kaç kişinin umurunda! Bu gayri insani istiflenmişlik görüntüsünden ve yaşama koşullarından ikrah getirenler, imkân bulduklarında daha yaşanabilir mekânlara taşınmaktalar. Daha korunaklı,  yeşil alanı daha geniş, şehir içinde şehir dışı hayatı yaşatan mekânlara!

Bu yazı Mustafa Everdi’nin “Gökdelen Sevdası” yazısına yaptığım bir yorumdan doğdu. Sanırım o yorumda meramımı tam olarak ifade edemedim. Umarım bu yazıyla meramım anlaşılabilir. Yalnız öncelikle Everdi’nin dibace.net’teki yazısının okunmasında yarar var, diye düşünüyorum.  

Hiçbir şey eskisi gibi olmadığı gibi, şehirler de artık eski şehirler değil. Artan nüfus, özellikle köyden kente göçler, giderek azalan inşaat alanları çok katlı binalara yönelmeyle sonuçlandı. Bu durum Avrupa ve Amerika gibi ülkelerde çok daha erken yaşandı. New York, Londra, Paris gibi metropollerde önce çok katlı binalar sonra da gökdelenler yükseldi. Avrupa’da yeni yapılar kent merkezlerinin dokusu korunarak yapıldı. Viyana, Lizbon, Barselona, Roma, Sofya gibi kadim kentlerin merkezinde gökdelen bulamazsınız. Bunlar daha çok merkezin dışında yer alırlar. Mülk sahibi olsanız bile canınızın istediği gibi değişiklik yapamazsınız. En azından dış görünüşün korunması zorunludur. Türkiye’de ise ne merkez kaldı, ne çevre… Birkaç cami, kilise, bedesten dışında her yer merkez, her yer çevre. Yeni oluşan semtlerde bunu anlamak mümkün çünkü ne korunacak bir bina var, ne kaybolacak bir tarih… Çok az istisnalar var, onlar da turizm envanterinde yer almaktadır. Ha bir de, sit alanları var ama onların konumuzla ilgisi yok. 

Zavallı Gecekondulu

Türkiye özelinde konuşacak olursak 60’lardan sonra kentlere kitleler halinde göç başladı; iş ve aş bulmak, daha cazip koşullarda yaşamak, daha iyi eğitim ve sağlık hizmetleri almak… Bütün bu olguların etki ve çekiciliği… Sonuçta kentlere göçle birlikte hızlı bir gecekondulaşma oldu. Çoğunlukla kent merkezinden uzakta, hazine arazileri en ideal sığınma yerleri oldu. Bedava arsaya bir gecede inşaa edilen evler… Elektrik, su, yol gibi belediye hizmetlerinin gitmediği devasa mahalleler oluştu. Yaşam koşulları gelinen yerlerdekinden hem çok farklı değildi hem de buralar kentin sunduğu olanaklarla karşılaştırıldığında birer mahrumiyet bölgesiydi. Bunu uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. Biraz yaş almış olanlar bu serüvene gün be gün tanık oldular. Yakıştırılan isim de yaşanan gerçekliği gayet güzel ifade etti; gecekondu. Bilim insanlarımız Afrika’daki kabileleri inceleyen batılılar gibi gecekonduları incelemeye koyuldular. Sonuçlar hep olumsuzdu. Eğitim, sağlık, ulaşım en büyük sorundu. Filmler çekildi, romanlar yazıldı, paneller düzenlendi. Ne iş olsa yaparım dışında fazla becerileri olmayan bu insanların kente entegrasyonu şarttı. Suç oranları alarm veriyordu. Gecekondular “kentliler” için her türlü olumsuzlukla eş anlamlıydı.

Benim Vatandaşım

Nuri Pakdil‘in ilençle bahsettiği beton kentler gecekondulular için ideal siteler demekti. O zaman henüz gökdelen yoktu. Çok katlı binalar bile baş döndürüyordu. Hatta bir binanın önünde durup kat sayanlar ve bunları şaşkınlıkla, yakınlarıyla paylaşanlar bile vardı. Ankara’da ya da İstanbul’da oturup şehir merkezine hiç inmeyenler! İstanbul Kurtköy’de sekiz yıl yaşayıp, Boğazı görmeden memleketine dönen birisiyle tanışmıştım. “Hangi parayla gidecektim” demişti.

İmdatlarına popülizm yetişti. Belediye veya genel seçimlerde, artık sayıları neredeyse kent nüfusuna ulaşan gecekondulu “vatandaş”lar kıymete bindi. Herkese tapu verilecek, yol, su elektrik getirilecek sözü… Bir taraftan bu vaatler gerçekleşirken, diğer taraftan yeni göçler için bir fırsat oldu. Varını yoğunu satan son Samuraylar da şehre taşındı. Tam bir yağma! Bu yağma daha sonraki yıllarda, çok büyük rantlara dönüştü. İstanbul’un eski gecekondu semti kabul edilen yerler, şehrin parçası oldu ve sahiplerine, hayal edemeyecekleri kazançlar sağladı. “Benim Vatandaşım” artık gecekondulu değildi. Hem kentliydi hem de dün kendini hor görenleri hor görecek bir imkâna kavuşmuştu. Olsun canım ne var bunda, hepimiz bu ülkenin vatandaşı değil miydik?

Gecekondudan Apartmana

Daha elli yıl önce nüfusu 1.4 milyon olan İstanbul’un nüfusu, bugün 17 milyona dayandı. İstanbul’un yerleşim alanı bir uçtan bir uca 120 km’ye çıktı. Elli  yıl içinde 12-13 katına çıkan bu nüfusu yerleştirmenin tek yolu vardı; çok katlı evler. Ne bağ kaldı, ne bahçe, ne park, ne oyun alanı… Her karış toprak/arsa rant demekti. Yeşil alan, insanî yaşam koşulları kimin umurunda. Gecekondulardaki “başını sokacak bir dam” fikri bütün şehri kapsadı. Artık her yer merkez, her yer gecekonduydu ama Allah’ı var belediye hizmetleri herkes içindi. İstanbul için (buna Adana, Mersin, Antalya, İzmir gibi büyük şehirleri dahil edenler de var).

Yatay mimari mi? Güldürmeyin adamı. Bir çok tarihi yapıyı yıkan, kent dokusu denilince aval aval bakan kentin yeni mimarları mı yapacaktı bunu yoksa başını sokacak bir ev derdine düşen vatandaş mı? Ortaya çıkan görüntü ve kirlilik ise gecekondulara rahmet okutacak cinsten!

Zenginlerimiz bu mezbeleliklerden kurtulmanın yolunu buldu; bahçeli tek ve ya da iki katlı evler. Siz isterseniz buna villa veya tripleks deyin. Kemer Country, Acar Kent ve benzeri onlarca site. Fakirler, dilenciler ve seyyar satıcılar giremez “o belde”ler.

Fransa’da, Lyon’da dolaşırken apartmanlardan oluşan bir bölge görmüştüm. Şehrin zenginleri burada oturuyor olmalı diye düşündüm. Ne de olsa zenginlik ile apartman arasında yakın bir ilişki olduğuna inanan bir arka-planımız vardı. Yanımdaki arkadaşa sordum, güldü ve burası yoksulların yaşadığı bir yer, tamamına yakını göçmen, dedi. Bütün bildiklerim altüst oldu. Hatta Amerika’da toplu konut ve yüksek katlı binaların yapılma amacı zencilerin ve işçilerin ikâmet sorununu çözmekti.  Şimdi bizde de benzer bir yapı oluştu. Biliyor, görüyorsunuz. 

Evet, kentlere göçle birlikte köyler boşaldı. Daha iyi, daha matah bir hayat hayaliyle köyündeki müstakil evini, kapısı/penceresi bahçeye açılan ata yadigarını satan cengaver köylümüz kentlerdeki apartmanların bodrum katlarında güneş girmeyen, penceresi asfalt yoldan başka bir şey görmeyen mekânlarda nem ve rutubet eşliğinde epey zaman çile doldurdular. 

Zafer Gökdelenlerin mi, Toki’nin mi?

Şehir merkezleri artık yaşam alanları olmaktan çok iş merkezleri oldu. Her metrekaresi milyon değerindeki bu yerlerde, mümkün olan yüksek binayı yapmak, rantın kanunudur. Bizim olsa, biz de aynı şeyi yapardık herhalde. Bir dönüm içinde bahçeli bir ev mi, size oturduğunuz evin kirasının on katını getirecek bir apartman mı? Bahçeli evler, doğal olarak, bahçesiz apartmanlara ve daha yüksek getirili yerler gökdelenlere dönüştü. Dünyanın yeni İncili ekonomi kitaplarıdır, yeni papazları finansçılar, mabetleri de bankalardır. Onlar ne derse, o! Gökdelenler  zaferini ilan etmeyip, ne yapacaktı. Ama kabul edelim ki bu zafer planlı programlı değildi. Tamamen koşulların getirdiği bir sonuçtur. Ne kadar lüks ve pahalı olursa olsun, kaç katlı gökdelenlerde yer alırsa alsın, oturduğumuz evler artık maddi değeriyle ölçülmektedir. Güzel bir evi olmak ayrı, pahalı bir evi olmak ayrıdır. Böyle olunca da evler birer gayri menkule dönüşmektedir. Ev alırken, hesap ettiğimiz şey çoğunlukla üç beş yıl sonra kaç lira edeceğidir. Ne komşuluk, ne insana uygun mimari, ne bahçe, ne oyun ve ne de altında nefes alacak bir ağaç gölgesi…

Gökdelenler bir şehrin mezarlarıdır, denilir. Bunun modern kent ve yaşam biçiminin zaruri bir sonucu olduğunu görmemiz lazım. Örneğin Levent’te mevcut binaları, yatay mimariye dönüştürmeye kalksanız, en az on kat daha fazla alana/arsaya ihtiyaç duyarsınız. Yani bir zafer varsa, bu zafer planlı değildir.

Şehirler, şehir kimliğinden bağımsız olarak oluşmakta ve büyümektedir. Şehirlerin yeni müteahhitleri bizzat devletin kendisidir; TOKİ… Kötülediğimi sanmayın, ihtiyaç sahiplerine konut imkânı sunmaktadır. Mimari ya da estetik mi? Kim kaybetmiş ki biz bulalım. Hem vatandaşın böyle bir talebi mi var? Bütün şehirlerimiz birer TOKİ konutları haline geldi zaten. Semtler arasındaki fark ticariliğidir, estetiği değil. Mevut halleriyle artık “şehirlerden” bahsetmek çok zor.

Allah’ım bana tek katlı, bahçeli ve rantın ulaşıp gözümü kamaştırmayacağı bir ev nasip et. Size de etsin tabiiki.

Hasan BOYNUKARA

1 Yorum

  1. Seyit Ramazan Özer Cevapla

    Amin hocam. Şimdi genel trend tek katlı, bahçeli evler yönünde. Ama şehirler mahvolduktan sonra geçmiş ola.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir