Babamın Tesbihi

Ankara’ya her gidişimde içimi tarif edilmez bir hüzün sarar. Babamla geçirdiğim acı günler, sonra hastane, babamın ölümü, yalnızlığım ve çaresizliğim aklıma gelir.

Özellikle Ankara’nın Yenimahalle isimli semtinden geçmemek için gayret ederim. Oradaki hastane, yakınındaki otel, o dönemde bana çok karmaşık ve boğucu gelen yollar bir türlü hatıralarımdan silinmez. Ankara Havalimanı’ndaki o son buluşmada babam yerine bir kemik yığınına sarılmıştım. Sanki kucağımdaki kemik yığını Almanya’daki bahçemde kurumuş kiraz ağacımdı.

Babam bir yıldan beridir hastaymış ve sürekli zayıflıyormuş.

“Niye bana önceden “gel” demedin?” diye sormuştum.

“Yorulasın istemedim,” demişti.

Yorulmak mı? Binlerce insanın içinde “ben zaten yorulmuşum,” diye bağırmak istedim. “Yorulmuş adamın neyini yoracaksın,” diye soramadım. Sadece o kemik yığınını kucakladım ve âdeta kemikleşmiş yüz derisine yorgun yüzümü sürdüm. İlk kez ikimiz de aynı anda ağladık! Ben onun yanında çok ağlamıştım ama onun hıçkırığını ilk kez duyuyordum. Bir babanın hıçkırığının dünyanı hiçbir hıçkırığına benzemediğini o an anladım. Bu baba hıçkırığı o güne kadar duyduğum en çıldırtıcı sesti! Ben o hıçkırığa sarılmak istedim, sarılamadım. Ama yüzümü yüzünden ayırdığımda korkuyla gözlerini kıstı.

“Sol gözün tamamen kanla kaplanmış,” diye fısıldadı. Elini gözüme götürdü. Kendi ağrılarını unutmuş benim derdime yanıyordu. Baba buydu işte! Ben de hep onun gibi cesur, kendini feda eden bir baba olmak istemiştim. Yorulmayan, hep ümit veren ve sigarasını bir isyan işareti gibi tüttüren bir baba! On bir yaşında üç küçücük kardeşiyle yetim kalmıştı. Belki de yalnızlık, sorumluluk, belki de toprak onu sert adam yapmıştı. Ben kendi toprağımıza yabancılaşmıştım. Başka yerler beni kendi toprağımız gibi sarıp sarmamalamış, eğitmemişti. Bu yüzden naif, bu yüzden yılgındım belki de…

Yeniden elini kanlı gözüme uzattı.

“Niye böyle kan akmış?” Diye sordu.

“Olsun,” dedim. Gözümü yoklayan parmaklarını öptüm. Parmakları hâlâ toprak kokuyordu. On üç yaşında terk edip gittiğim köyümüzün toprağı.

“Yoksa bana mı üzüldün,” diye sordu. Kafasını dikleştirdi. Hafifçe öne eğilmiş sırtını gerdi. Düz durmaya çalıştı. Elleri titriyordu.

“Bak, ben iyiyim.”

Bakışlarımı yüzünden kaçırdım. Yemin etmeye başladı.

“Vallahi iyiyim, merak etme!”

Koluna girdim. “Biliyorum,” dedim. “İyisin, daha iyi olacaksın.”

Havaalanın kapısına kadar ayaklarını sürükleyerek yürüdü. Nefes nefeseydi ama ben üzülürüm diye bütün gücünü topluyor, şikâyet etmiyordu. Yanlışlıkla yan kapıdan çıkmıştık. Taksiler biraz uzaktaydı. Taksilerin olduğu yere bakıyor ve oraya kadar yürümeyi gözü kesmiyordu. Bunu duraklayıp bakmasından anlıyordum.

“Gel kucağıma alayım,” dedim.

Bir çocuk gibi utandı, yüz kemiğine yapışmış incecik derisi pembeleşti.

“Olmaz, yürürüm, “dedi. Birkaç adım atıp sonra yine durakladı. Sol elimdeki küçük çantayı yere bıraktım. Onun itirazlarına aldırmadan onu sırtıma aldım. Aman Allah’ım bir tüy kadar hafifti! Bizi soğuktan, sıcaktan, belalardan koruyan adam bu muydu? Sırtımdaki babamla içimdeki yüküm adeta yoka çıkmıştı. Yıllarca sırtımda bir kambur gibi taşıdığım ağır yük gitmiş, sırtıma bir hafiflik ve ferahlık gelmişti. Hafifçe öne doğru eğilmiştim ama babamın ağırlığı nedeniyle değil, bu acı dolu adam daha rahat etsin diyeydi. Onu sadece birkaç yüz metre değil dünyanın öbür ucuna kadar götürebilirdim. Bunu sadece babam olduğu için değil, artık küstüğüm insanla yeniden barışmak için yapabilirdim.

İnsanlar bize baktıkça babam utanıyor, “yeter, yürürüm, beni yere bırak,” diyordu. Onun ısrarlarına rağmen daha hızlı ve daha zevkle yürüyordum. Yol uzasın, taksiler biraz da ileriye gitsinler ve ben babamı daha fazla taşıyayım diye dua ediyordum. Onu taşıdıkça beni çocukluğumda kucağına alıp çaylardan geçirişini, kavga edip geldiğimde alnımdaki yarayı sarışını, annesi ölen bir serçe yavrusunu şefkatle avuçlarıma koyuşunu, hastalandığımda dizlerinin titreyişini hatırlıyor ve sırtımdaki yüküme daha sıkı sarılıyordum. Onu yere bırakırsam yeniden yüreğim sıkışacak, korkular ve endişeler beynime hücum edecek diye korkuyordum. Uzaktaki evi, üzerime yüklediği tasaları, her şeyi unutmuştum. Tek yükümün babam oluşu adeta özgürlüğümü bana yeniden kazandırmıştı. Artık ışıklı, büyük ev de istemiyordum. Önümde açık bir yol, sırtımda babam dünyanın öbür ucuna kadar özgürlüğü tada tada yürüyebilirdim.

Otele gittik. İlk kez onunla bir odada uyuyacaktım. İki yatağı birleştirdim. Sabaha kadar nefesini yakında duyayım istedim. Üzerini çıkarmaya bile gücü yoktu. Çocuk gibi üzerindekileri çıkardım, pijamasını giydirdim, yatağına yatırdım. Küçük siyah gözleriyle odada beni takip ediyordu. Gözümdeki kanı gördükçe içini çekiyordu. Belki de benim gözümdeki kan onun içindeki derin acıdan daha çok ona acı veriyordu. Babaların ağır yükü de buydu işte!

Bütün gece ikimiz de adeta günah çıkardık. O hüzünle hatırladığı çocukluğunu, gençliğini anlattı. On bir yaşında dört kardeşiyle yetim kalmış, itilmiş, kakılmış, olmadık işlerde çalışmış. Çobanlık yaparken sürü sahibinin attığı dayaklardan az daha ölecekmiş. Biraz büyüyünce babasından kalan topraklardan birkaçını satıp idare etmişler. On altı yaşlarındayken arkadaşlarının kışkırtmasıyla annesine bir tokat atmış. “Annem hiç bir şey demedi, sadece arkasını dönüp gitti,” derken çocuk gibi ağlıyordu.

Yanına uzandım. Ona hiç bu kadar yakın olmamıştım. Kokusunu içime çektim. Kemiklerine yapışmış yüz derisini okşadım. Artık ona söyleyecek hiçbir sözüm kalmamıştı. O an sanki bütün sıkıntılarım kaybolmuştu. Âdeta yavrusuna kanat geren bir kartal gibi canlanmıştım. Elimle gözyaşlarını siliyor ve saçlarını okşuyordum. Benim hep çekinerek baktığım o sinirli, cesur adam gitmiş, yerine küçülerek artık benim çocuğum olmuş biri gelmişti. Artık o, on bir yaşındaki yetimin sahibi bendim. On altı yaşında annesine attığı tokadın suçlusu da bendim! Onu okşayarak, üfleyerek yetmiş yıllık ömründeki bütün acılarını, günahlarını ben üzerime almak istiyordum. Ölürken meleklere karşısın, bari orada özgür, zengin bir ruh olarak dolaşsın diye düşünüyordum. Oysa kendi bedenim çizik çizik, ruhum ise paramparçaydı. Artık kendi yükümü bile taşıyamıyordum. Ama olsun! Bir torba daha sırtıma almaya hazırdım. Yeter ki bu zayıf kavruk adam ağlamasın, üzülmesin, vicdan azabı çekmesin!

Sakinleşince yeniden çocukluğunu, gençliğini anlatmaya başladı. Annesini tokatladıktan sonra köyde bir bakkal soyulmuş. Bakkalın sahibi onunla arkadaşının ismini jandarmaya bildirmiş.

“Hiç bir suçumuz yoktu. Jandarmalar sabaha kadar bizi dövdüler. Jandarmalar sopalarla vurdukça arkadaşım bir dana gibi böğürüyordu. Bense sanki anneme attığım tokadın cezasını çekiyorum diye düşünüyor, sesimi bile çıkarmıyordum. Gerçek hırsızlar yakalanınca bizi bıraktılar.”

“Çocukları bir daha göremeyeceğim,” diyordu. “Çocuklardan” kastı annemdi, biliyordum. Anneme hep âşıktı. Ama aşkını bir kez olsun dile getirmeyi becerememişti. Bu yüzden de annem yalnız ve kırgın olduğunda yanık yanık türküler söyler ve ağlardı. Ağaçları, kuşları, çiçekleri, otları seven adam ömrü boyu bir kadına olan sevgisini dile getirememişti. Belki de kızgınlığı, sert yürüyüşü, aniden öfkelenmesi bundan kaynaklanıyordu. Ama onu kınamıyordum. Hangimiz bu karmaşa içinde fırsatını bulup da aşkımıza sahip çıkabildik ki? Hayatımızda aşklar hep göz ucu, uzaktan uzağa yaşandı ve asla ruhumuzu sarıp sarmalamadı. Yarım aşkların insanı da yarım olur ve elbette ki hayat karşısında yenilirdi.

Gökyüzünde sabahın ilk beyazlığı görününce kendisinden geçti. Ağzı yarı aralıktı. Solukları çok kısaydı. Adeta rüyasında koşuyor gibi nefes nefeseydi. İncelmiş seyrek kirpikleri titriyor, yer yer ağarmış kaşları arada bir oynuyordu. Pamuk gibi beyaz saçları hâlâ eskisi gibi gürdü. Kırış kırış olmuş esmer yüzünde kendi çizgilerimi aradım. O çizgilerden kaç tanesi benim yüzümden onun yüzüne yerleşmişti acaba, diye sormadan duramadım. Sanki kırışıkların üzerine adım yazılıymış gibi gözlerim onların üzerinde takılı kalmıştı.

Doktor çağırdım. Kısa bir muayeneden sonra hastaneye kaldırdılar. Durumu iyi değildi. Yanında oturmuş yüzüne bakıyordum. Birden benden ceketini istedi. Dolaptan ceketi çıkarıp yanına götürdüm. Ceketinin cebinden çıkardığı biri siyah biri de kahve renkli iki tespihi bana uzattı. “Siyah tespih yol içindir. Kahve renkli ise dua içindir,” dedi. Gülümseyerek aldım. Duayı anlamıştım da yol için tespih neye gerekli nedense sormadım. İkisini de cebime koydum.

Babamın vefatından sonra o iki tespihe birer hazine gibi bakıyordum. Yola çıktığımda cebime siyah tespihi koyuyordum. Bir elim cebimde sürekli tespihi okşuyordum. Belki de bu tespih yıllarca avcı babamı yoldaki tehlikelerinden korumuştu. Şimdi de her elime aldıkça bana ümit aşılıyordu.

Orhan ARAS

1 Yorum

  1. Tuncel Turgut Cevapla

    Eline, emeğine, diline sağlık. Toplumun ruhuna ustaca üfleyenler, üfleyenleri anlayanlar oldukça duygularımız daha da coşarak yeni hikayelere konu olacaktır.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir