Başka Bir Pencereden

“Apti Abi iki çay, biri demli olsun.”
“Yağ gibi aksın, afiyet olsun.”

Alaattin Abi’nin mekândayız yine. Kızılay’ın o bilindik kalabalığı geçip gidiyor önümüzden. Hepsinin yüzünde ayrı bir kaygının izi, telaş içindeler. Sanırsın dünyayı kurtaracaklar. Öylesine umutsuz, öylesine tekdüze. Hava buzhane, tecrit edilmiş ve buz yanığı bakışlarla süzüyoruz çevreyi. Soğuktan sobanın sıcağı bile etki etmiyor, birkaç işportacı ve mendil satan çocuk dışında yalnızca biz varız.

Yalnızlık en çok kalabalıklarda belli ediyor kendini. Yoksulluk, ait olamamanın getirdiği uyumsuzluk, gurbetin yüklediği ağırlık ve bencillik kokuşmuş bir suretin aynalardan caddelere yansımasına sebep oluyor.

“Baksana şuraya, sorsan hepsi aydın ama bir garibi doyurmaya kimsenin zamanı yok” diyerek önünde uzanan kimsesiz köpeği gösterdi. Alaattin Abi’nin yanına gelir, verdiği mamayı yerdi her zaman.

“Herkesin işi gücü kendini olduğundan farklı göstermek abi, hepsi fasa fiso.”

Köpek ya da namıdiğer Kuzu kendisinden bahsedildiğini hissederek geldi ve biraz sevgi bekledi. Başını okşayınca da kuyruğunu hevesle oynatarak çevremizde dolandı.

“Nedir yani abi, şu garibi biraz sevdin mi nasıl mutlu oluyor işte baksana. Ulan ben bunların taa…”

“Kimse kimseyi görmüyor aslanım, herkes kendi derdinde. Şu yalan dünyayı tanıyan olsa bu kadar önemserler miydi sanıyorsun” dedi ve yeni yaktığı sigarasından derin bir fırt çekti. Gözlerinden geçen sisi bir ben seçebildim o an. Başımı yeniden caddede akan kalabalığa çevirdim. Kırmızı ışıkta su satan, mendil satan çocuklar sağa sola koşturuyor, her yanan ışıkta ölümle yüzleşerek ekmek parasının peşinde savruluyorlardı. Ölüm ne kadar yakın diyordum her geçişlerinde, yaşam ne kadar acımasız…

Kimisinin nefesi fırtınalar koparırken kiminin haykırışları duyulmaz olur burada. Çaresizlik kanına sirayet eder insanın. Öylece çarpar ve savurur. Sisli bulvarların içinden geçip gitti bakışlarım, kemiklerime değin işleyen soğukta değdi gözleri gözlerime. Bir göçmen kızıydı gördüğüm. İnce uzun bedeninde vücut bulmuş zarafetin ifadesine yabancı değildim. Tutulup gittiğim bir ırmak gibiydi ve bakışlarıyla sardığım aklım her gün yeniden ve daha fazla kavrıyordu yalanları.

Selma, ne güzel bir isim. Oysa kaderi de onun kadar güzel olsaydı keşke. Mendil satan çocuklardan biriydi. Ailesiyle birlikte kaçtıkları savaştan, çürümüşlüğün bağrına düşmüşlerdi umutsuzca. Ne ellerini tutan, ne hallerini soran vardı. Böyledir zaten, bir kere düştün mü kalkabilmen için en dibe kadar inmen gerekir. Kiminin hayatı da dipte sonlanmaya mahkumdur…

“Mendil alır mısınız abi?”

“Alırız, ver bakalım iki tane” dedim ve uzattım yirmi lirayı. Beni tanıdığından ötürü yüzünde her zamanki tebessüm oluştu, sonra da gitti arabaların arasında kardeşleriyle koşturmaya devam etti. Ceylan gibiydi, umutla bakınıyordu etrafına, bizse çürüyen zihinlerimizle onun masumiyetine öykünüyorduk işte.

“Görüyor musun şunların mücadelesini, kimisi kı.ını kıpırdatmadan milyonları cebine indirirken, şu çocukların soğuktaki haline acımamak elde değil. Bazen diyorum tüm bunları bırakıp gitsem mi acaba, yoruldum aynı acıların yaşanışını görmekten. 80’lerden beri buradayım, her gün daha iyisini umduk ama daha beterini bulduk. Ne bileyim, öyle saçma bir durum… Yaşlanınca insanın bilge olacağını söylerler oysa çektiği acıdan başka artan bir şey olmaz aslında. Zamanla sen de anlarsın.”

“Akşam gidiyor muyuz abi? Ben poşetleri ayarladım.”

“Gideriz, gideriz de insanın içi yanıyor be kardeşim. Gerçi biz üzerimize düşeni yapıyoruz ama…”

“Sıkma canını be abi, ne yapalım elimizden bu kadar geliyor işte.”

Her akşam Sıhhıye’nin arka sokaklarındaki gecekondu mahallesine uğrar, hali vakti yerinde olmayanlara az buçuk yardımda bulunurduk. Çam sakızı çoban armağanı, tüm yalanlara inat samimi bir davranıştı bizim için. Don Kişotluktur belki de ama en soylu tavırdan da yüce olduğunu bilirim.

Evlerin çoğu birkaç senelikti ama harabe halindelerdi. Sanırsın üflesen yıkılacaklar fakat içlerinde on hatta bazen on beş insan yaşardı. Çaresizlik, yıkıntılar arasında yuvalar çıkarıyordu bir şekilde. Hayatın acı gerçeği. Dersini almak da var, öylece yanından geçip gitmek de. Kimini savaşlar buralara sürer, kimini savaşlara sürenler…

Arka planda ise gökyüzünü delecekmiş gibi yükselen plazalar rahatlıkla seçilebiliyordu. Bir lüks merakı ki, şehrin her yanına sinmiş. Duvarlar ve kapılarla şekillenmiş dört yanı. Duvarlarla çevrelenmiş zenginliğin çevresi ve bazı kapılar bırakılmış şanslı olanın açması için. Duvarları aşarak geçenler varlığın içinde boğuluyor, kapılar ise yalanlara doğru açılıp kapanıyordu.

Memleketin içinde memleketine hasret olanlar vardı buralarda. Kimileri kahvaltısını Paris’te yaparken, mesela Halit Dayı’nın memleketi Erzurum’a gitmeyeli en az bir yirmi yılı vardı. Babasını ancak toprağa verirken görebildi. Öylece, kendini ölümünü gördü cenazede. Var mıdır bundan büyük acı? Yaşadıkça kemikleşiyor sanki yüreğe batan bu köklü sancı…

Evlerin arasında oynayan çocukların üzerinde yırtık pırtık eski kıyafetler, ellerinde hurdadan bozma oyuncaklar, kumaşları sararak tıpkı bizim gibi top yapıp koşuyorlar peşinden. Bu oyunların ardında bir garip mutluluk. Üzerlerinde tozdan ve külden sefaletle hayatın kıyılarında parmak uçlarında dolaşıyorlar. Yüzlerinde sonu gelmez sevincin can yakan ifadesi.

“Fakirlik kader değil de, kader olarak görüyor insan buralarda dolaştıkça. Bir mızrak gibi saplanıp kalıyor sırtına ve doğrultamıyorsun kendini. Bilincin köreliyor, duyguların sıradanlaşıyor ve aklın adeta dumanlar arasında sinip yok oluyor. Kendisi bulamıyorsun.”

Alaattin Abi’nin sözlerinde her daim yakıcı acının izleri okunurdu. Ne vakit buralara gelsek, gözleri sislenir, dudakları titreyerek paketleri dağıtır ve bir köşeye geçip sigarasını yakardı. Böyle anlarda derin düşünmekle konuşmak arasında kaldığını hissederdim. Söyleyecek çok şeyi olurdu ama bir “neyse” der ve sigarasından derin bir nefes çekerek yola devam ederdi.

Selma’nın ailesi sokağın bitimindeki evde yaşıyordu. Dışarıda babasının köhne at arabası, bakımsızlıktan kırılır halde duruyordu. Hemen yanında küçük bir barakada atın kişnemeleri ardı sıra duyuluyordu. Evin kapısını çaldığımızda en küçük kardeşi Ayşe çıktı her zamanki gibi. Heyecanla elimizdeki poşetlere bakıyor, içinde çikolata olup olmadığını gözetliyordu. Daha fazla bekletmeden çikolatasını uzattım ve sordum, “Baban evde mi?” Başını evet anlamında salladı. Mutluluktan havalara uçuyordu. Dar koridordan birlikte geçerek evin tek odasına girdik.

O esnada ev halkı akşam yemeği yiyordu. Fakat bizi görünce sevindiler, hemen toparlanarak kalktılar yerlerinden. Hepsinin yüzünde hoş bir ifade vardı, mutluluk salgın bir hastalık gibi yayılmıştı sanki. Belki de onlara gurbette el uzatan nadir insanlardan olduğumuz içindi bu hoş karşılama. Tek tek hoşgeldiniz diyerek, torbaları aldılar ve baş köşeye oturttular. Birkaç parça katık yenilen sofra hemen kaldırıldı, evin içine sinen huzurlu hava rahatlatıcıydı.

Evdeki çocukların, özellikle de Ayşe’nin posete bakarken gözleri pırıl pırıl parlıyordu. Birden gülümsedi poşetten çıkan oyuncak bebeğe elini uzattı. Çok sevinmişti. Yan komşunun kızı Nilgün’ün bebeğinin aynısıydı. Artık onun da bir bebeği vardı. Gözlerindeki sevinçle karışık ışık odaya yayıldı. O esnada elinde tepsiyle anne girdi odaya. Ayşe hemencecik annesine dönerek,

“Anne bebeğimin ismi ne olsun?” diye sordu.

“Sen bilirsin kızım, ne istiyorsan onu koy.”

“Papatya koyalım mı anne… papatya!..”

Çayları içerken Ayşe’nin bebeğiyle oynayışını izliyordum. Fakat nedense sonra bebeğini de alıp masanın altına girdi. “Neden masanın altına girdin Ayşe?” diye sordum şaşkınlıkla. Ailedekiler pek yadırgamamış görünüyordu bu halini. Bana dönerek verdiği cevap ise içimi titretti.

“Bombalar gelirse bizi vurmasın diye.”

Bir savaşı daha iyi ne anlatabilirdi ki…

Emre BOZKUŞ

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir