Artık eskisi kadar hızlı okuyamayan ama hâlâ okuduğunu çok iyi anlayan adam, sessizce gazeteyi yerine bıraktı. İçtiği çayın parasını, kirli cebinden çıkardığı titreyen ve çok yeri yara içinde olan eline alıp evirip çevirdikten sonra masaya koydu. Dışarı çıktığında önce ufka, sonra gökyüzüne baktı. Derin bir nefes aldı. İçeri girerken kapıya bıraktığı motorlu testereyi omzuna yerleştirdi. Boşta kalan eliyle baltasını sıkıca tutarak yürüdü ve gözden kayboldu.
Kahveci çırağı, daha önce buralarda görmediği bu tuhaf adamı geldiğinden beri ince bir dikkatle süzüyordu. Sabah, kahve açılır açılmaz, belki daha da önce gelmişti. Hiç kimseyle konuşmadan, ilk demlenen çaydan sadece bir bardak, onu da çok yavaş içtikten sonra gazeteleri sormuştu. Kasabaya gazete ancak öğleye doğru gelirdi. O arada beklerken, cebinden çıkardığı kâğıda bir şeyler karaladığını da görmüştü. Gazeteler geldiğinde, belli etmememe çalıştığı bir heyecanla sayfaları çevirmiş, sonra bir yere gözlerini dikip öylece kalmıştı. O kalktıktan sonra boş bardağı ve parayı masadan almak için gelen çırak, gazeteyi isteyen yan masadaki müşteriye uzatırken içinden bir şey düştüğünü fark etti. Eğilip aldı ve ne olduğuna bakmak için oradan uzaklaştı. Bu, defterden koparıldığı belli olan kâğıt, oldukça güzel bir italik yazıyla önlü arkalı doldurulmuştu. Şu tuhaf müşteri, birine vermesi için ona bu yöntemle bir mektup mu bırakmıştı acaba? Ne garip, onu çağırıp verebilirdi mektubu. Fakat belki de mektup değil de başka bir şeydi. Yanlışlıkla unutulmuş olabilirdi, ya da başkasına yazılmış. Onu çöpe atmakla atmamak arasında gidip gelirken okumaya karar vererek cebine koydu. Günün koşturması ve müşterilerin yoğunluğu mektup ya da her neyse onu tamamen unutmasına sebep oldu. Öyle ki akşam herkes gittiğinde, üzerini değişirken cebinden düşmese onu öylece unutacaktı. Okumakla hiç bakmamak arasında gidip gelirken, sadece göz atmak için kâğıdı açtı.
“Baltayı, istemeyerek de olsa son defa elime aldım bu gün. Önümde, kendini ellerimin hoyratlığına teslim etmiş güzelim çam ağacına özür dileyen gözlerle baktım. Masum çam ağacı, elimin altında âdeta yeni kefenlenmiş bir ölü kadar çaresiz… Bu işi sevmiyorum. Yüz elli yılda büyümüş heybetli bir ağacı birkaç saatte böyle çıplak, çaresiz, kıpırtısız görmekten hiç hoşlanmadım. Ama benim işim bu. Ne çare, başka hiçbir işim de yok zaten. Olma umudumu da kaybettim kaç zamandır. O kaybedişle daha bir hırçınlaştım, biliyorum. İntikamımı, beni bu hale getiren onlarmış gibi bu zavallı ağaçlardan almaya, acımı onlarda unutmaya çalıştım hep. Yetmedi, başını topraktan yeni çıkarmış zavallı fidancıkları da büyük bir hırsla ezdiğim anlar oldu. Büyüyecekler de ne olacak? Soğuğa, fırtınaya, susuzluğa, kara, ayaza rağmen yüz yılı geçen bir ömür sürecek ve en nihayetinde gaddar bir baltanın altında soyulmuş soğana dönecekler. Hayata hiç başlamasınlar daha iyi. Keşke biri de bana benzer bir iyilik yapsaydı diye düşünmeden edemem ara sıra. Henüz hayatın başında olduğum, hayallerim, umutlarım, yarınlarım olduğuna inandığım bir zamanda kaybetseydim her şeyi daha iyi olurdu. Böyle türlü mücadeleden sonra başa dönmek, hatta başladığın yere bile dönememek ne acı.”
O kılıkta bir adamın, düşüncelerini böyle edebi metinlerde bile az rastlanan güzellikte dile getirmesi, çırağı hayretler içinde bıraktı. Geri kalanını evde okumak üzere kâğıdı katlayıp tekrar cebine yerleştirdi. Eve geldiğinde, herkesin yatmış olduğunu görüp sevindi. Yatağa girdikten sonra yorganı iyice üzerine çekti. Aynı odayı paylaştıkları kardeşini uyandırmamak için el feneriyle yazılanları okumaya devam etti.
“İlk önce evde tattım itilmeyi, ilgisizliği, her gün olmasa da yaramazlık yapınca tokat yemeyi. Okul bir umuttu benim için. Belki de tek umut. Annemin eline -o istemese de- sıkı sıkı yapışmıştım bahçeden içeri adım atarken. Okulun ilk günüydü, hatırlıyorum. Umduğum, beni ışıltılı gözlerle, sevgiyle, merhametle karşılayacak bir öğretmendi. Bana gülümseyerek “Aramıza hoş geldin” diyecek, iki yanağımdan öpecekti. Sormak istediğim o kadar çok soru vardı ki heyecandan unutmamak için sürekli tekrar ediyordum. Sınıfa ilk girişimde, başımı bile okşamadan omzumdan iğreti bir şekilde iteklemesi hevesimi kırsa da yüzümdeki gülümsemeyi ve içimdeki heyecanı yok etmemişti. Hiçbir şeyin farkında olmayan zavallı annem, “Sana emanet hoca hanım” diyerek arkasına bakmadan uzaklaşmıştı. Bekledim. Onun beni sevmesini, hiç olmazsa biraz gülümsemesini, anlamasını, dinlemesini bekledim. Gözlerimde, sürekli kavga eden bir anne babadan kalma yaşlarla okula geldiğimde “Neyin var yavrum?” diye sormasını umut ettim. Basit bir ilkokul çocuğu yaramazlığının arkasından suratımda patlayan ilk tokatla yitirdim masumiyetimin ilk parçasını. Ama yine de beklemeye devam ettim. Ne sınıfın ortasında kulağımdan çekilmesi, ne cetvelle elime vurulması, ne de ben her ayağa kalktığımda kahkahalarla gülen sınıf arkadaşlarım hevesimi kıramamıştı o zamanlar.
Lisede beş para etmez biri olduğum ve zavallılığım suratıma her fırsatta vurulduğunda hâlâ beklemedeydim ben. Kimse bilmez… Bir Mahmut Hoca’nın çıkıp bana yol göstermesini bekledim en çok da… Çok bekledim.
Ve bir gün ansızın, beni hasta eden bu sonsuz bekleyişlerden vazgeçmeye karar verdim. Okul çıkışında, ellerinde ucuz sigaralarıyla bana göz atan çocuklara yaklaşmaya başladığımda, ilginç bir şekilde hepsini unuttum olanların. Hayatta sadece çalışarak para kazanılamayacağını, at yarışlarını, şans oyunlarını öğrendim onlardan. Beklemekle hiçbir yere varılamayacağını, kaderime yeni bir yön verebileceğimi, bildiğim doğruların çok da doğru olmadığını gördüm, yaşadım… Yanıldığımı görmek için yolun sonuna mı gelmem gerekiyordu acaba? Bilmiyorum.
Gizli gizli okul kapılarında nöbet tutamayacağımdan, teneffüste biri kızlarıma bağıracak mı, kulaklarından tutup ağlatacak mı hiç haberim olamayacak. Elimi her kaldırdığımda -bazen vurmak için olmasa bile- korkuyla kaçmak zorunda da kalmayacaklar. Baba olarak varlığım bir yer kaplamadığı için, yokluğuma da çabuk alışırlar, alışmalılar. Çünkü ben artık yokum. Hem iyice düşündüm de, zaten hiç olmamıştım. Ve işte yolun sonundayım artık. Bunu hissedebiliyorum. Neden mi? Elbette beni buraya tüneten, bu son bekleyişime sebep olan olaylar zincirinin başladığı o gün yüzünden. Evet, o uğursuz gün…
Ağaç motoru omzumda işten geliyordum. Cebimde, yarın sabah ekmek almaya yetecek kadar bile param yoktu. Çocuklar beni kapıda karşılayacaklardı, biliyordum. Baba diye üstüme atılacaklar, sonra da elime bakacaklardı. Komşunun çocuklarının babası gibi değildim ben. Her gün elim dolu gelemiyordum ama onlar hep kapıdaydı. Çocuk saflığı çocuk masumiyeti ve çocuk sevinciyle koşuyorlardı bıkmadan. Dişlerimi bir kez daha sıktım. Hava serindi. Gece yağan yağmurdan, bozuk yolun kenarlarında sular birikmişti Köşeden bir araba çıktı. Ben en güzel düşlerimde bile arabaya hiç binmemiştim. Araba tamircisinin yanından ayrıldıktan sonra da bir daha arabalara dokunmamıştım. Ustam bana, kulakları çınlasın, hep zehir gibi bir kafam olduğunu ama kullanmadığımı söylerdi. Daha o yaşımda arabayı söktükten sonra bütün parçalarını ayırıp yeniden birleştirebilirdim. Şu göründüğü gibi olmayan dünyada bana adam gibi davranan tek insandı. Arkadaş çevremi değiştirmezsem sonumun felaket olacağını söyleyip durduğu o çekilmez anlarını saymazsak, iyi de anlaşıyorduk aslında. Ama olmadı işte. Ben arkadaşlarımdan vazgeçmedim, geçemedim o günlerde. O da bildiği doğrulardan.
Araba bana iyice yaklaşmıştı. Hayranlıkla bakmaya başladım. Ne güzel rengi vardı. Yeni temizlenmiş, pırıl pırıl parlıyordu. Müziği de açmışlardı. Su birikintisinden hızla geçip gitmeden önce onları tanımıştım, daha doğrusu onu. Bu benim ilkokul öğretmenimdi. Günler ve geceler boyunca hayalini kurduktan sonra, okulun ilk günü beni tiksinir gibi omzumdan itekleyen, her yaramazlığımda kulağımı çeken, müdürün odasında elime cetvelle vurulmasını seyreden, bütün sınıfın önünde beni tahtada tek ayaküstünde bekleten öğretmenim. Hayallerimle birlikte her şeyimi çalan, bildiğim sorulara bile cevap veremeyecek kadar beni ürkekleştiren, adımı tembel tenekeye çıkaran insan. Şimdi de üzerime çamur sıçratarak geçen ve beni bir kez daha böcek yerine koyan yegâne yol göstericim. İşte, beni her şeyin bittiği noktaya getiren an o andır… Aklıma gelen uğursuz şeyin sonum olacağını bile bile, günlerce düşündüm, gizlice ağladım. Ama böyle de bırakamazdım. Bu haksızlık değil miydi?
Biliyor musun sevgili kâğıt, tek dert ortağım, bu benim son bekleyişim. Burada öylece oturuyorum. Varla yok arasında bir taşın üstüne sinmiş, küçücük bir sineği ya da böceği bekleyen kurbağanın sabrına rahmet okutacak bir sabırla bekliyorum. Bu üzerime sinen yeni yontulmuş ağaç kokusunun bende uyandırdığı eziklik, yenilmişlik, hiçlik hissine rağmen hem de. Kim ne derse desin, ne düşünürse düşünsün haklıydım ben. Haklılığımı ispatlayamasam hatta bunu her denediğimde tırnaklarımı etime geçirmek isteyecek kadar öfkelensem, her seferinde bu öfkem, boşa giden bir yumruk gibi daha yorucu ve daha bezdirici olarak bana geri dönse de haklıydım ben. Müebbet yalnızlığım, yoksulluğum, öfkem getirmedi beni bu hale. Ben, itildiğim, horlandığım, dayak yediğim için yenildim hayata. Beni kimseler haklı bilmesin, sevmesin, dinlemesin artık… İşte sabah gazeteleri de geldi. İlk defa gerçekten çok heyecanlıyım, ellerim titriyor. Ama düşünüyorum da, pişman mıyım diye. Kesinlikle hayır.’’
Mektup burada birdenbire bitiveriyordu. Çırak, kafası allak bullak olmuş bir şekilde kâğıdı evirip çevirdi. Adamı ve onun neler yaptığını tek tek yeniden düşündü. Bir şeyler yazmaya gazeteler gelmeden önce başlamış, gazeteyi okuyunca da titreyen elleriyle ceplerini karıştırdıktan sonra bulduğu bozuk parayı masaya bırakıp gitmişti. Hafızasını yokladı. Onu daha önce buralarda hiç görmemişti. Yabancı olduğuna emindi. Konuşması da farklıydı çünkü. Peki, neydi beklediği o önemli haber? Kime ne yapmıştı da bu hem kendisinin hem de o kişi ya da kişilerin felaketi olmuştu? Henüz hiçbir şey bilmemesine rağmen hikâyesinin bütün kederini üstünde hissediyordu şimdi. Zorlukla yutkundu. Kendini şu satırları yazan çaresiz adamın yerine koydu. Bir yıl sonra eline alacağı diplomasını düşündü. Aslında o, sadece yaz tatillerinde çıraklık yapan bir üniversite öğrencisiydi. Şu elinde tuttuğu kâğıt parçasından, okulda hiçbir zaman öğrenemeyeceği bir ders almıştı. Bir insan hayatının, daha yolun başında yanlış şekillendirilirse nasıl kayıp gideceğini tüm çıplaklığıyla görmüştü. İçinin sızlamasına engel olamıyordu. Feneri söndürüp uyumaya çalıştı. Sağa sola döndü, sırt üstü uzandı, ters yattı. Uyuması imkânsızdı. Anladı bunu. Ani bir kararla kalkıp giyindi. Gecenin en karanlık zamanında kasabada kimse dışarda olmazdı. Tam kapıdan çıkacakken annesi uyandı:
-Oğlum, nereye gidiyorsun bu saatte?
-Yat anne sen. Kahveye gidip geleceğim.
-Allah Allah! Bu saatte ne işin var oğlum kahvede?
-İşim yok anne. Ocağı kapattım mı kapatmadım mı emin olamadım. Ona bakıp geleceğim. Yat sen.
Annesi uyku mahmurluğunu üzerinden atamadığı halde arkasından çıktı:
-Yalnız gitme. Dur ben de geliyorum seninle.
-Hayır anneciğim. Ben hemen bakar gelirim. Hadi sen içeri gir. Lütfen.
Kadın pes etmeye niyetli görünmüyordu. Kapının önüne bir sandalye çekti. Omzuna hırkasını geçirirken söylenir gibi konuştu.
-Ben burada bekliyorum seni. Hadi çabuk, bak da gel.
Annesini ikna etmenin mümkün olmadığını görünce hızlı adımlarla kahveye doğru yürümeye başladı. Beş dakika sonra, elindeki anahtarla kapıyı açıp içeri girdi. Işıkları yakıp gazetelerin hepsini eline aldı. Ne aradığını bile bilmiyordu. Hızlı bir şekilde sayfaları çevirmeye başladı. İlk gazetede birkaç kavga haberi vardı. Onu kenara koyup diğerini aldı. İkinci gazetenin üçüncü sayfası da benzer haberlerle doluydu. Sıradaki gazeteyi de aynı hızla taramaya başladı. Kapının önünde, gece vakti kendisini bekleyen annesini düşündükçe daha hızlı olmaya gayret ediyordu. Onda da bir şey bulamadı. O anda aklına, tanımadığı ama sırrını merak ettiği adamın bu kasabadan olmasa bile buraya yakın başka bir yerden olabileceği, o yüzden yerel gazeteye bakmasının daha mantıklı olabileceği geldi. Uzanıp mahalli gazeteyi aldı. İlk sayfasındaki belediye haberlerini atlayıp üçüncü sayfaya geçti. Diğer gazetelerdeki kavga ve magazin haberleri yerini burada bir kaza haberine bırakmıştı. Aradığını hiçbir zaman bulamayacaktı anlaşılan. Gazeteleri bıraktı. Işıkları söndürdü. Annesini neredeyse yirmi dakikadır kapıda beklettiğini düşünüp üzüldü. Kapıyı kilitlerken ani bir kararla geri dönüp bölge gazetesini aldı montunun içine yerleştirdi. Hızlı adımlarla eve doğru yürüdü. Annesi, omzunda eski bir hırka hala onu bekliyordu.
-Nerde kaldın oğlum? Hani beş dakikada gelecektin, yarım saat oldu, merak ettim, dedi.
-Geldim anne, diyerek anlatmak istemediğini belli etti çırak.
Kadın meraklanmıştı.
-Açık mı bırakmışsın ocağı, kapattın mı? Diye sordu
-Yok, anne açık değilmiş, kapatmışım.
İkisi de birbirlerine iyi geceler diyerek odalarına çekildiler. Çırak, cebindeki gazeteyi çıkarıp yine el feneriyle bıraktığı sayfanın üstüne doğru eğildi. Haberde oldukça hasar görmüş bir araba, bir kadın ve genç bir erkek resmi vardı. Olay, bu kasabaya sınır komşusu olan diğer kasabada olmuştu. Bunu fark edince birden irkildiğini hissetti. Dikkatli bir şekilde okumaya başladı:
‘’İlçemizin emekli öğretmeni, kızı ve damadıyla birlikte çıktığı piknik dönüşü feci bir trafik kazası geçirdi. Edinilen bilgiye göre, emekli öğretmen aracı kendisinin kullandığını ve dönüş yolunda frenlerin tutmadığını ifade etti. Hem kızını, hem damadını aynı anda toprağa veren öğretmen hanım cenaze töreninde sinir krizleri geçirdi. ‘’
Hırpani kılıklı adam, emekli bir öğretmen ve ailesi, bir kaza haberi, bir kâğıda yazılmış elim bir hayat hikâyesi. Her şeyi anlamıştı. Montunu üstüne alıp dışarı çıktı. Dışardaki temiz havayı ciğerlerine çekerken gözlerinde biriken yaşlara daha fazla engel olamadı. Hiç tanımadığı bu eskici kılıklı zavallı adam için yüreğinin ta derinlerinde duyduğu acıyı anlatacak kelime bulması imkânsızdı. Üstelik herkes, bu keder yüklü hayattan nasibini almıştı. Hatta yeni evli bir çift bile.
‘’Her şey çok farklı olabilirdi’’ diye düşündü.
Başını kaldırıp ışıltılı gökyüzüne baktı. Ne kadar derin nefes alsa da ciğerlerinin yeteri kadar oksijenle dolmadığını hissetti.’’
‘’Peki, neden?’’ diye sordu kendi kendine.
‘’Bir çocuğu sevmek bu kadar zor muydu? Başını okşamak, elinden tutmak, gözyaşlarını silmek varken; hırpalamak, aşağılamak, hiç yerine koymak neden?’’
-Kiminle konuşuyorsun sen?
Annesinin sesiyle irkilip kendine geldi. Düşüncelerini sesli olarak ifade ettiğini de o zaman anladı. Sevecenlikle annesine doğru yürüdü. Hiçbir şey söylemeden sarıldı.
Kadıncağız oğlunun yüzüne bir tuhaf baktı.
-Oğlum sen iyi misin? Önce gece yarısı kalkıp kahveye gidiyorsun, beş dakika diyorsun yarım saat gelmiyorsun, dışarı çıkıp kendi kendine konuşuyorsun.
Elini uzatıp oğlunun alnına dokundu.
-Ateşin de yok.
Çocuk annesinin ellerini tutup öptü. Artık gözlerindeki yaşları saklama gereği duymuyordu.
-Biliyor musun anne, doğru mesleği seçmişim, dedi.
-Biliyorum oğlum, dedi kadın. Gururlu ve şaşkındı.
-Sana söz veriyorum anneciğim, Hiçbir çocuğun elimden göz göre göre kayıp gitmesine seyirci kalmayacağım. Eğer bir gün unutursam, sen bana hatırlat tamam mı? Karşıma geçip deki ‘’Yıldızlı bir gecede, gözyaşları içinde verdiğin sözü sakın unutma oğlum’’ de, tamam mı anne?
İkisi de başını kaldırıp gökyüzüne baktılar. Tam o anda, kocaman bir yıldız kaydı. Genç öğretmen adayı kolunu annesinin omzuna doladı.
– Bir yıldız kayarsa ne olur, hiç düşündün mü anne? Diyeceksin ki dilek tutulur. Bunu herkes yapar, evet, ama hiç kimsenin aklına gelmeyen başka bir şey daha var. Yıldızlar kayıp gittikten sonra söner ve bir daha asla parlayamaz.
Necla ŞEN
Son Yorumlar