Bir Almanya Macerası: Frida Teyzenin Renkli Çiçekleri

Almanya’ya ilk taşındığım yıllarda Frida adında yaşlı bir komşum vardı. Giyimi kuşamı benim bildiğim yaşlı teyzeler gibi değildi. Fazlaca renkli ve çiçekli giyiniyordu. Kafasına taze çiçekler takıyor, gözüne kalın sürme çekiyordu. Yaşına başına hiç yakıştıramıyordum. Ünlü bir ressam kadının adını taşıyormuş, o da o ressam gibi giyiniyormuş. Açıklaması bile bir tuhaftı, bu Almanları hiç anlayamayacağımı düşündüm.

Yabancıydık işte bu şehirde, onlar gibi yürüsek de alışveriş yapsak da, onlardan biri olamıyorduk. Nereye gitsem yabancılık hissi her an benimle birlikte geliyordu. Yeni tanıdığımız insanları hemen evimize buyur ediveriyorduk, şaşırıyorlardı, hatta bazen korkuyorlardı. Frida Teyze’nin ürkek bakışlarını kaçırarak ‘Sağolun başka bir planım var’ demesinden bıktığım için artık onu çağırmıyordum. Yaşlı ve emekli bir kadının ne planı olabilir ki, hiç mi boş vakti yok, anlayamıyordum. Ve içimi burkan reddedilmek mi yoksa bunun sebebini anlayamamak mı karar veremiyordum.

Tuhaf vergiler vardı, anlamıyorduk. Bir sürü sigorta vardı yaptırmamız gereken, yaptırmıyorduk. Yaptırsak da bir şeyler ya eksik kalıyordu ya da fazla para ödüyorduk, duyunca‚ ‘ah vah’ diye dövünüyorduk.

Alman komşularımız ise bizimle pek fazla ilgilenmiyorlardı nedense. Bizi evde her gün dönerler çevirip, pidelerin içine doldurup yağlarını akıta akıta yiyoruz diye düşünenler bile vardı. Bizim evlerin mutfağının kebapçı dükkânı gibi olmadığını anlatmam gerekiyordu.

İç içe yaşasak da biz onlar için hep yabancıydık. Ve en tuhafı Alman komşularımız bizi tanımak için uğraşmıyorlardı.

Kaç kişiyi evime davet ettiysem de bir gelen olmamıştı.

İnsan en azından komşunun evinin içini, eşyasını merak etmez mi?

Örneğin ben Frida Teyze’nin evini ve hayatını çok merak ediyordum. Bir kaç kere evine börek götürdüğümde beni içeriye buyur bile etmedi, hemen tabağı boşaltmak için mutfağa gittiğinde aralık kapıdan içeriyi görmeye çalışmıştım. Kapı girişinde turuncu bir lamba yanıyordu, başka bir şey göremedim. Onlarda komşunun tabağının dolu verme adeti yoktu. Hemen boşaltıp kabak gibi boş tabağı insanın suratına yıkamadan uzatıverirlerdi, alışmıştım. Bir gün Frida Teyze onun yüzüne değil de omzunun ardından evin içine içine baktığımı hissettikçe kapı aralığını iyice kıstı ve içeriyi göremedim. Yaptığı hareket bana çok kaba geldi, gücüme gitti doğrusu. Ben de bir daha börek götürmedim. Öyle börekleri höplet lüplet ama evin içini gösterme, ayıp gerçekten diye düşündüm. Bu sefer kalbim kırılmadı daha çok kızdım galiba. Her insanın kabalığa dayanma sınırı varmış demek ki.

En çok özlediğim şeylerden biri yemeğimi ocağa koyup komşuya kahveye gitmekti; ama Almanların böyle bir alışkanlığı yoktu. Çok samimi olmadıkça kimseyi evlerine çağırmaz, genelde dışarıda buluşurlardı. Her evime davet ettiğimde komşuların tuhaf bakışlarından rahatsız oluyordum. O kadar uğraşmama rağmen onlarla hep bir engel vardı aramızda. Sürekli engelin ne olabileceğini düşünüyordum. Saçıma başıma bahane buluyordum, o yüzden daha bakımlı süslü dolaşmaya çalışıyordum. Engeli dışarıda ararken, engelin BEN olduğumu göremiyordum. Benim varlığımdı engel, yabancı olmamdı, kimliğimdi. Adım onların listesinden farklı bir listede yer alıyordu.

Bir tek komşularımla değil, bu şehirle de aramda bir engel vardı, bulamadığım göremediğim bir engel. İçinde yaşasam da içine giremiyordum, tuhaf bir şekilde şehrin dışında kalıyordum.

Karşılaştığımızda hemen Frida Teyze ile bir şeyler konuşmaya çalışıyordum. Daha iki lafın belini kırmadan Frida Teyze merdivenlere doğru yürümeye başlıyordu.

Hep içimi burkar benimle konuşması bitmeden ilk adımlarını atmaya başlayanlar.

Bu kadarı sana çok bile, demek gibi gelirdi.

Almancayı derdimi anlatacak kadar öğrenmiştim ama arkadaşlık için yeterli olmuyordu. Allah kimselerin sesini almasın diye çok düşündüm, çünkü konuşamamak başka şeye benzemiyordu. Almanya benim sesimi almıştı ve halen geri vermemişti.

İnsanoğlu daha önce hiç bilmediği kavramların yüreğine yüklediği ağırlığı yaşamadan anlayamıyor. Yabancı olmak da böyle bir kavramdı işte.

Geçen gün Frida Teyze’yi markette gördüm. Mavi yeşil tonlarında parlak şeyler giymişti, kasa kuyruğunda havai fişek gibi parlıyordu. Saçına rengarenk çiçekler takmıştı, çiçeklerin arasına yeşil otlar yerleştirmişti. Süpermarketin içinde cennet bahçesi gibi dolaşıyordu Frida Teyze’nin kafası. Ağırbaşlı ve mesafeli tarzıyla bu çiçeklerle süslenmiş kafayı bağdaştıramıyordum bir türlü. Bu görüntüler beynime ulaşsa da birleşmiyordu sanki.

Hemen acil ihtiyaç olan bir kaç şeyi alıp, koşup arkasına sıraya geçtim. Onunla konuşma fırsatını kaçıramazdım. Bazen benimle çok samimi konuşur gülerdi, bazen de selamı bile zor verirdi. O gün konuşmama günüydü galiba. Ne dediysem sohbet açılmadı, sadece başıyla evet veya hayır diye işaret etti. Bu arada başına kurduğu cennet bahçesini inceleme fırsatı buldum. Aklıma laf açmak için çeşitli konular geliyordu ama elimle sinek kovar gibi hareketler yapıp kovmaya çalışıyordum tepemde uçuşan pis soruları. Beni rezil edecekti bu sorular.

O sırada gözüm Frida Teyze’nin aldıklarına takıldı, çok şaşırdım. Markette aldığı hiçbir şeyi tanımıyordum, aldığımız hiç ortak bir şey yoktu. Sarı bir yağ almış çok sağlıklıymış, adı kantaron yağıymış hiç duymamıştım. Sarı çiçeklerden yapılıyormuş hani. Anlatırken yüzüme bakıp sarı çiçek tarlalarını hatırlamamı bekliyordu. Hatırlamıyordum.

Aldığı paketli somon füme aynı plastik balık gibi görünüyordu. Ah nerede bizim oraların o tazecik, gözü canlı kıpırdak balıkları… Tuhaf ve pis kokan peynirler çok değerliymiş, değerli olsa ne olur, leş gibi kokuyor. Arkasında beklerken bile burnumun direği kırıldı. Peyniri yemeden havalandırmak gerekiyormuş. Ben odanın penceresini açıp evi havalandıracaklar anlayınca Frida teyzenin ilk kez gülümsediğini gördüm,  meğer peyniri sofraya koymadan bir süre öyle bırakmak gerekiyormuş. Bir yaşıma daha girmiştim ama olsun, Frida Teyze’yi güldürmüştüm sonunda…

Alman komşumun aklı başka yerlerdeydi, benim orada olmam onu hiç ilgilendirmiyordu, onun yanında durmuyordum sanki. Benim tanıdığım almanlar nezaket icabı sohbet etmezdi, konuşacak bir şey yoksa veya canı istemiyorsa konuşmazdı. ‘Ayıp olmasın kadına, yanımda bostan korkuluğu gibi dikiliyor, iki çift laf edeyim’ demezlerdi. Zaten Almanya’da ayıp olmasın diye bir kavram yoktu, onu anlamıştım. O an yine yoktum ben.. Aramızdaki boşluk daha fazla büyümesin diye sessiz kalmayı tercih ettim.

Sırası gelince komşu yanında getirdiği üç tane bez çantaya aldıklarını teker teker ve özenle paylaştırdı. Sert şeyleri diplere, yumuşakları üste koydu, ağırlıkları kontrol etti, küçük bir peynir paketinin torbasını değiştirdiler.

Üç torbanın da gramı gramı aynı olduğuna emindim.

Frida Teyze’nin elleri hassas terazi gibiydi maşallah.

Ödemeyi yapınca torbalarını alıp, bana hiçbir şey söylemeden marketten çıktı. Ağzımdan sessiz bir HOŞÇAKAL kelimesi çıktı ve son hız Frida Teyze’nin ardından koştu. Güzel ‘hoşçakalın’ maalesef  kadının hızına yetişemedi. Yine görünmez olmanın dayanılmaz sıkıntısı içime çöktü. Almanya’ya gelince tanıştım bu hisle. Daha önceleri hiç yaşamadığım bir duyguydu saydam olmak, sanki duvarlardan geçebilirim gibi hissediyordum. Görünmemek, konuştuğunda sesinin duyulmaması zor geliyordu.

Hesabı ödeyince ben de marketten bütün hayal kırıklıklarımla çıktım. Oysa eve birlikte yürürdük hatta belki kahveye buyur ediverirdim. Kadının istemediğini bildiğim halde aklım fikrim birini sabah kahvesine çağırmaktı. Tek başına Türk kahvesi içince kahvenin tadını alamıyor insan.

Ben bu nafile hayallerimi düşünürken Frida Teyze ağırlıkları eşit ve ekolojik kumaştan yapılmış, doğa dostu bez çantalarını sallaya sallaya uzaklaşmıştı bile. Benim ise elimdeki plastik torbalardan biri ağır olmuştu, torbanın tutma yerleri parmaklarımı kesiyordu, diğerinde ise hafif şeyler vardı. Belki de sadece aldıklarımı değil yaşadığım hayal kırıklıklarını da torbalara dolduruyordum.

Durdum…

Torbaları yere koydum, ağır torbadan patatesleri alıp hafif torbaya aktardım. Sonra el değiştirdim, acıyan elime hafif torbayı aldım, zonklayan parmaklarım yine de sızladı. Oysa Alman komşularımın torbaları taşırken hiç el değiştirdiklerini görmüyordum. Bu ağırlıkları nasıl ayarlıyorlar merak ediyordum. Komşularımla ilgili meraklarımın sonu gelmiyordu bir türlü. Her geçen gün benden farklı yaptıklarını gördüğüm yeni bir şeyleri merak ediyordum.

Monoton geçen Almanya günlerimde heyecanlı bir süpermarket macerası daha bitmişti.

Yavaş yavaş evime doğru yürümeye başladım.

Acelem yoktu, kahvemi nasılsa yine yalnız içecektim…

Meltem ÇİMEN

instagram: @meltem_ozbek_cimen

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir