Bir İnsana Gitmek Bir Zamana Gitmektir

Sabah erkenden uyandım. Küçük bir pencereden dünyaya baktım. Yere dökülmüş simit parçalarının etrafında toplanmış kuşlar. Bir tanesi, diğerine göz açtırmıyor; hepsini kendisi yedi…

Otuz beş yıl sonra Nadide teyzeye gitmek üzere, Şehremini’ye yola çıktım. Gökyüzü o kadar gri ki, günün herhangi bir saatiyle karıştırabilir insan. İnceden yağmur yağıyor. Aylardır sabah akşam yorgun düşmüş kafamı bir parça sakinleştiriyor bu serinlik. İki elimde kitap dolu iki koli ve sırt çantasıyla iyice ağırlaşmış, daha da yavaş yürüyorum. Taksi durağına kadar olan mesafe de uzuyor böylece. Şikâyetim yok, bu ince yağmurları hep sevmişimdir…

“Şehremini’ye,” dedim şoföre…

Acelesi var belli ki, biraz hoyrat kullanıyor arabayı, arada sağa sola söyleniyor şoför.

Topkapı Sarayı’nın eteklerinden Şehremini’ye yükselen yolda, önümüzde iki tane koskoca kâğıt arabası belirdi. Yanlarından geçip giderken, kendilerinden kat be kat büyük arabaları yokuş yukarı çeken iki çocuğun yüzleri bir an için görünüyor oldu.

Biri kumral, kıvırcık saçlı, beyaz tenli. Yüzünün genişliği, gözlerinin belli belirsiz çekikliğiyle birleştiğinde, buralı olmadığı izlenimini uyandırıyor insanda.

Diğeri siyah saçlı, esmer. Yüzündeki bir çift kahverengi göz, her nasılsa hiç ışıltısını kaybetmemiş. Yoksulluk ve zahmet, gençliğin pırıltısına galebe çalamamış henüz her ikisinde de…

Şehremini’ye, Nadide teyzenin evinin önüne geldim; taksiden indim, saate baktım. Apartmanı kolaçan ettim gözlerimle. Onu, tül perdenin arkasında gördüm… Yolumu gözlüyormuş meğer. Eskiler böyledir; dakiktirler, her durumu ciddiye alırlar…

Sokağın başındaki çiçekçiden bir zeytin fidanı aldım.

Merdivenlerin başında karşıladı beni… Gecenin ipeğine benziyordu. Kim derdi ki seksen sekiz yaşında? Kahverengi gözleri pırıl pırıldı. Yüzünde büyük bir tebessüm, Şehremini’nin tüm avizeleri yanıyormuş gibi bir aydınlık…

Kapıdan içeri girdiğimde, beni çok güzel bir tablo karşıladı. Nadide teyzenin eşi ressamdı. Benim tabloyu incelediğimi görünce;

“Ah rahmetli, ah!” dedi.

Çok beğendi zeytin fidanını. Sahiden de çok hoş bir fidandı. Yaprakları yeni doğdum yeşiliydi. Pırıl pırıl parlıyordu.

“Bu nasıl güzel bir yaş almaktır böyle,” dedim, gülümsedi. Sardı sarmaladı beni. Zarafetle güzellik, bambaşka şeyler. Zira her güzel zarif, her zarif de güzel olmayabiliyor. Lakin onda gördüğüm tevazu, güzellikle zarafeti eşitliyordu.

Kitap kolilerini, hafta sonunda torununun gelip alacağını söyledi. Torunu, üniversite öğrencisi, bilgisayar mühendisliğinde okuyormuş…

Türkçeyi o kadar güzel konuşuyor ki Nadide teyze… Heyecanlandım. İnsan heyecanlanınca ya dilsiz kesilir ya da çok konuşur. Binlerce şey sormak istedim ama ona da ömür yetmez. Bizzat kendisi anlatmaya başlayınca, dinleyici olmanın rahatlığı içime su serpti. Gerçekten yaşanmış bir ömür, sahici bir dünya anlattığı hikâyeler…

Zaman yolculuğu, beni hep cezbetmiştir. Zamanda bir şekilde yolculuk yapabildiğimizi de kendi payıma bu şekilde idrak etmiştim. Her insan bir yemek kavanozuna benziyor aslında. Tek fark, yemek değil de zamanı saklaması. Bir insana gitmek, bir zamana gitmektir…

Gülten Doğruyol İNCESU

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir