Bisiklet Günlükleri-II

68 yılında 40 gün boyunca, Tarsus ve çevresinde yağmur hiç dinmemecesine yağmıştı. Bu yağmur sırasında su dereleri yetersiz kalmış, toprağın suyu emme kapasitesi çoktan aşılmış ve nihayet yaşanan sel felaketi sonrası evimizi kaybetmiştik. O günlere dair hatırladığım çok az şey arasında en net olanı, sular çekildikten sonra iki ağabeyim ile birlikte, artık çamur deryasına dönen, kocaman tarlaların tam ortasından akan ince bir derenin kenarında, kıvrıla kıvrıla dolanan bir patika yoldan, çamura bata çıka kuzey istikametinde yaptığımız bir yürüyüştü. O günleri çocuk aklımla hatırladığım kadarıyla bir yazıda anlatmıştım. Bu yazıda, hatıranın derin kuyusunda dolaşarak, o afetten hemen sonra taşındığımız, daha doğrusu “sığındığımız” yukarı mahalle Eski Ömerli’deki dede topraklarında neler yaşamışız, kimler farklılıklarıyla öne çıkmış; dilim döndüğünce hafızam erdiğince anlatmaya çalışacağım.

Kuzeyinde büyük amcamların kocaman bir evi olan alanda, tek odadan ibaret bir eve yerleşmiştik. Evimizin hemen önünde bulunan, etrafı bir metre genişliğinde kare şeklinde, altmış bilemedim yetmiş cm. yükseklikte briket ile çevrilmiş havuz, biz çocuklar için oyun alanını oluştursa da, havuzun ortasındaki musluktan akan su, evimizin su ihtiyacını karşılamaktaydı. Evlerin içinde tuvalet olmadığından, avlu içinde bulunan tek tuvaleti iki aile kullanırdık. Bu nedenle de talep fazla olduğunda tuvaletin önünde uzun kuyruklar oluşmasına yol açıyordu. Oda içinde 1,5 metre yükseklikte bulunan ahşap taht, odanın alt-üst olarak kullanılmasına olanak sağladığından, evi çekip çeviren annemin işini bir nebze kolaylaştırıyordu. Altta kalan bölümde annem, yemek yapıyor üst bölümde yer sofrasında yiyorduk. Bulaşıklar tekrar alta indiriliyor ve dışarıdan alınan su ile bulaşıklar yıkanıyordu. Nihat Genç “Dün Korkusu” isimli kitabına “Evimiz patates kızartması kokan Türkiye’nin en güzel evlerinden biriydi.” Diye başlar. Bizim evimiz de böyleydi. Yine alt tarafta bulunan büyük abimin muhteşem kütüphanesi, bize olduğu kadar, mahallenin bütün çocuklarına da hizmet veriyordu. O yıllardan hatırladığım, Varlık Yayınlarının Cep dizisinden çıkan kenarı kırçıllı kitaplarıydı. Sonra diğer kitaplar girdi yaşamıma.

Okulda olmadığımız zamanlarda, sel suları çekildikten sonra aşağıda evlerini yeniden kuran büyük amcamlar ve yengemin akrabalarının olduğu tarla kenarındaki, bir zamanlar bizim de oturduğumuz boşluğa doluşurduk. O tarlayı boydan boya geçen su deresi kenarında oluşan turunçluk alan, bize çok enteresan bir oyun sahası oluştururdu. Orada yediğimiz böğürtlenlerin tadını hâlâ damağımda hissederim. Bazen o yolculuklara büyüklerden İlhami ağabey de eşlik eder ve yaptığı şakalarla yol maceramızı eğlenceli bir yolculuğa çevirirdi. İlhami ağabey, sesi güzel olduğundan mahalledeki düğünlerde hep şarkı söylerdi ve sanırım bu nedenle de çok sevilirdi. Yaş aldıkça onun hayata tutunma çabasını, çalışkanlığını, takdir eder ve kendime örnek almaya çalışırdım.

Bazen de koca tarlayı yukarıdan aşağıya kesen daracık patika yolda karşımıza, plakası ön teker üstüne tutturulmuş, 57 model Java motosikletiyle “Ecevit” çıkar ve macera bitimsiz olurdu. O yıllarda bizim görebileceğimiz tek motosiklet olan bu Java karşımızdan patırdanarak gelirken biz, yolun paralelindeki sulama deresine düşmemek için büyüklerin kızacaklarını bile bile tarlaya kaçışırdık. Yengemin akrabalarından İsa Enişteye neden “Ecevit” dendiğini de o yıllarda “Karaoğlan” lakabıyla Türkiye’de ve dünyada fırtınalar estiren, yakışıklı, şair ruhlu ve romantik politikacı Bülent Ecevit’e benzerliğinden olduğunu biz çocuklar dahi bilirdik. Tarlaların hızla imara açılmasıyla yaşam şekli değişen insanlardan oldu Ecevit. Bir süre daha küçük topraklarda ekicilik yaptıysa da uzun süre dayanamadı.

Bir de o maceralı yolun tam orta yerine geldiğimizde mahallede “Erkek Fatma” diye bilinen Fatma arkadaşımızın evlerinin önünden geçerdik. Fatma’ya neden “Erkek” dendiğini bugün bile anlayabilmiş değilim. Ama bu konuda bildiğim şuydu ki, toplum farklı davranışlar sergileyen hiç kimseyi ayırmadan, çocuk olduğuna bile bakmadan bir isim, bir kulp takıyordu. Sanırım bu şimdi de böyle. Bunu o yaşta bile anlamıştık ve hiç birimiz de sormuyorduk. Sormayınca da o saçma durum ortadan kalkmıyordu. Ve hatta sanki kabullenmiş, onay vermiş de oluyordunuz. Ha unutmadan, bir abisi vardı Fatma’nın Abdurrahman adında bir karate hocasıydı. Ben bildim bileli o işlerle uğraştı durdu. Ne acıdır ki ben bu satırları yazarken ölüm haberini aldık sosyal medyadan. Çocukluğumuzdan bir renk de böylece eksilmiş oldu. O yıllarda amcamların büyük oğlu Ramazan ağabey de Tekvando hocası olduğundan birbirleriyle tatlı sert çekişirler ve bizler de bu çekişmeyi heyecanla izlerdik. Bir de Judo ve Kung Fu vardı. Uzakdoğu sporlarının revaçta olduğu yıllardaydık. David Carradine’in başrolünü oynadığı Kung Fu dizisini izleyebilmek için, televizyonlu evlere doluşurduk. O yıllarda Wang Yu, Jackie Chan, Bruce Lee de sinemanın yıldızlarıydı. Bu yıldızları izleyebilmek için şehrin az sayıdaki sinemalarına doluşurduk. Sinema çıkışında ise izlediğimiz filmlerin etkisiyle birbirimize karate hareketleri uygulamaya çalışırdık. Bizim için bir şenlik alanıydı aynı zamanda o sokaklar…

İsmail KUN

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir