Bu sabah, her zamankinden biraz daha erken çıkmıştım evden ve yine aklımda gideceğim bir istikamet yoktu. “Hangi yöne dönsem” diye düşünürken kapısında “kurumsala kiraya verilir” yazan bir binanın önünden geçtim. Adam haklı! “Küçük esnaf”, “küçük insan” demekti ve bu tip kiralamalar pek garantili olmuyordu.
Ekonomik krizle boğuştuğumuz bu günlerde, iş yapamadığı için kapanan işletmelerden birine ait boş bir dükkânı fark edip, yavaşladığımda, tabelasında “welcome” yazan bir hazır giyim mağazasının önündeydim. Devamında kapısında “Hair Design” yazan bildiğimiz bir “berber” dükkânının önünden geçiyorum. Şimdilerde nedense bazı berber esnafı arkadaşlar, gösterişli tabelalar yaptırıp üstüne de böyle yazdırıyorlar. Bir bildikleri vardır her hal.
Büyük caddenin kaldırımındaki kocaman bilboardlarda, küçük şehir belediyemizin iri harflerle yazdığı “Tarsus’ta Bir Şeyler Oluyor” cümlesi karşılıyor beni. Yavaşlayıp ayrıntıları okumaya başladıktan sonra öğreniyorum neler olduğunu. Buldukları her apartman altında, her sokak başında, neredeyse boşalan bütün dükkânlara tabela asarak pıtrak gibi çoğalan, isminde üç harf barındıran gıda marketinin, kocaman tabelası karşılıyor beni, küçük sokağın girişinde. Ülke bitimsiz bir krizle boğuşurken, bu firmadan daha “kurumsal” firma mı bulacak işyeri sahipleri değil mi?
Ardında iki yetim bırakıp aramızdan ayrılan Nevin arkadaşımızın evinin civarında olduğumu fark ettim, bir hüzün kapladı içimi. Hafta içi çocukluğumuzun “Kara Murat” lakaplı yakışıklı jönlerinden Cüneyt Arkın’ı kaybettiğimizin haberleri kapladı sosyal medyayı. Bu haberlerin içinde, siyasi nedenlerle Yılmaz Güney’e verilmeyerek kendisine teklif edilen ödülü reddetmesi ve “Maden” filmindeki önemli performansı öne çıkıyordu. “Ancak yaptığı sözde tarihi filmlerde, Bizans düşmanlığı adı altında Hristiyan azınlığı hedef alan saçma sapan, küçük düşürücü söylemlere ne gerek vardı?” Diye yazan çok az oldu. Neyse burayı işaret edip geçeyim.
Tarihte yitirdiğimiz büyük şairlerimizin anmalarıyla başlayan Hazirandan çıkıyoruz da bir katliamda ozanlarımızı, şairlerimizi ve yazarlarımızı yıldızlara uğurladığımız Temmuzlara giriyoruz. Kalbimiz kırık, içimiz buruk. Yaşamasız günlerden geçiyoruz. Yarınsız sevinçlerimiz kıpraşıyor sadece anda, o da akşama varmadan susuyor sessizce. Odalarda canlar sıkkın, suratlar gergin, düşük. Giden Hazirandan bize ne kaldığını düşünüyorum da. “Kocaman bir bıkkınlık hali” diyesim geliyor. Yarınsızlık sadece yarın olmayacak hissi.
Sıcak bir aydır bizde Temmuz ve birinde değil de ikinci gününde Sivas’ta başlar, Madımak’ta biter. Bir zamanlar severek müziklerini dinlediğim, şiirlerini ve öykülerini okuduğum, ancak katliamda göklere uğurladığımız Hasret Gültekin geliyor aklıma hüzünle, bir merdivende endişeli bakışlarla Aziz Nesin, Metin Altıok, Asım Bezirci, Nesimi Çimen karşılıyor beni.
Sevgili Ataol Behramoğlu, “Yaşamak bu yangın yerinde/Her gün yeniden ölerek/Zalimin elinde tutsak/Cahile kurban olarak/Yalanla kirli havada/Güçlükle soluk alarak…” diye anıyor dostlarını bir şiirde.
Her yıl bu günlerde kanayan bir yara gibi düşüyor zihnime, bu katliam. Unutmuyorum orada can veren 36 aydın insanı. Sonra cezaevleri çıkıyor hafızamın derinliklerinden bir yerden, kovuyorum o düşünceyi aklımdan. “Bu sabaha bu kadar hüzün yeter” diyerek. Bu düşünceler içinde, şehrin merkezinde, sürekli döşeme taşı değiştirilen ve son iki aydır da bitirilemeyen ana caddeden geçerek, biraz yorgun ama çokça hüzünlü bir şekilde eve atıyorum kendimi. Aklanıp paklanıp güne karışacağım birazdan ve aklımda Ataol abiden şu dizeler, “Yaşamak görevdir bu yangın yerinde /Yaşamak, insan kalarak!”
İsmail KUN
Son Yorumlar