Çiçeklendir Acını

Kendimi affetmeye başlıyorum. Ruhum yine aynı beden içinde, bedenime bakmadan kendimi sevmeye çalışıyorum, bedenim geçici. Yine de ben, bedenim hâlâ buradayım, bu diyarlardayım, dünyadayım. Güneş bizlere doğuyor, ay bize gülümsüyor her gün. Benim kalbim şimdilerde bir günebakan çiçeği. Yüreğim buruk belki ama hala atıyor, hala uyuyor ve hala uyanıyor. Demek ki Allah benim için bir şeyler saklıyor, ağlasam da güneşi görmeme izin veriyor, Allah beni hala belki seviyor, belki bana kızıyor ama yaşam veriyor, soluk veriyor; acı ve akabinde kahkaha veriyor, tebessüm veriyor. Allah’ın hazinesi herkese açıktır.

Anın tadını çıkarmaktan bahseden yazılar manasız gelmezdi ama anlayamazdım; demek ki anlamak için yolda kalmak, düşmek, kalkamamak, yalnız kalkmak, sakatlanmak sonra kendini tekrardan onarmak gerekiyormuş. Taşlanmak, dişlenmek, hayatın fırçasını yemek, faturasını ödemek gerekiyormuş. Yahu! herkes neler yaşıyor, ne acılardan geçiyor, bu neyin demagojisi böyle diyebilirsiniz. Herkes her şeyi deme cür’etine sahiptir. İstediğinizi diyebilirsiniz. Ben de diyorum ki herkesin yükü kendinedir, herkesin omzu, kalbi bir midir? Biz kimi kiminle kıyaslayabiliriz ki? Bizi konudan konuya savuran zihnimiz gibi hayatın bizi savurduğu yerdeyiz, kendimizdeyiz. Kaybolmadık, aynalardan silinmedik; bastık, koştuk, uçtuk, göçtük, ama burada kaldık. Ruhlarımızın devamlılığına inandık, iman ile anlaştık. Sonra tek tek antlaşmaları yaktık, çöpe attık. İlham bekledik, umut bekledik, çiçeklenmeyi bekledik çünkü biz hala silinmedik.

Kalabalıklar görünce oradan kalkıp gidesim geliyor, varlığımın izini oralardan silmek istiyorum. Bakışlardan sıyrılmak, seslerden arınmak, yok olmak istiyorum. Sonra vazgeçiyorum, oturduğum yerden kalkmayarak kalabalıkların yok olmasını bekliyorum. Kalabalıklar azalıyor, ben çoğalıyorum. Geçen gün kalabalıklardan kaçarken ayağı çıplak bir çocuğa çarptı gözüm. Kuşlar vardı, uçuyorlardı, uçarken tüylerini düşüren kuşun ardından yere düşen tüyü alıp kuşun arkasından koştu yalın ayaklı çocuk. Kuş uçmuştu çoktan, elindeki tüy ile kalakalmıştı çocuk; yüzünde tüyü kuşa yetiştirememenin hüznü kalmıştı. Hızlı hızlı uzaklaştım oradan, o çocuğu kimsecikler görmemişti; yalın ayaklı çingene çocuğuydu işte… Ben yine kalabalıklar arasındayım yalnız ve yalın ayaklı o çocuk gibi. Soluk alamazmış gibi, baharın ellerimden kayıp gitmesi gibi, uçurumun kenarında kendimi bırakmaya korkarmış gibi. Her yerde gözler var, birbirine bakan ama kimseyi görmeyen gözler. İşte bu, masumiyetin yittiği devirdir. Herkese gözünü dikerek bakmak ama kimseyi görememek, hissedememek; işte bu varoluşun yok olduğu devirdir. Rüyamda kalabalıklar gördüm, evin dolup taştığını, yemek davetini, konuşmaları, yüzleri, herkesleşen kalabalığın kimsesizleştiğini gördüm. Gerçekten kalabalıklardan kaçmak mı istiyorum, kalabalıklara karışmak mı bilmiyorum. İnsan en çok cevapsız sorularının esiridir. Artık neden sorgulamıyorum. Neden? sorusunu kendime yasakladım; düşündüğüm tek bir şey kaldı o da içimde saklı, onun üzerine bir bebek battaniyesi örterek uyutuyorum onu, uyusun da büyüsün.. İçimde sakladığım her bir şeyi yok ediyorum; soruları, düşünceleri, eskimişlikleri, hazmedilemeyen sözleri; bir tek onu yok edemiyorum, daha taze belki ondandır diyorum yok hayır, üzerine bebek battaniyesi örtüp uyutmaya çalıştığım o acı ben toprağa girsem de benimle kalacak, uyutmaya çalıştıkça büyüyecek.  Evet diğer tüm acı saydıklarım acının yanından geçemezmiş, kelebek kadar kısacık ömrü varmış. Şimdi ben yalnızcacık köşemde gözümü yakınlara daldırarak bununla yaşıyorum, kimse bilmiyor ben biliyorum. Uyutmaya çalıştığım bu acı benim omuzlarımın çiçeğidir, açmadan soldurulan bir çiçek…

Tuğba ÇİÇEKYURT

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir