Devlet Ağa

İki ay kadar önceydi. Ben yokken eve bir mahkeme tebligatı gelmiş. Hanım telefon etti. Anlayamamış, telaşlanmış haliyle;

– Ahmet hayırdır? Neden mahkemeye çağırıyorlar seni?

– Ne bileyim hanım? İçini açıp bana okuyabilir misin?

– Elbette.

İçini açtıktan sonra ağır hukuk dilini anlayamadı elbette.

– Ben bir şey anlamadım. En iyisi fotoğrafını çekip atayım sana. Kendin oku.

Gönderdi tebligatın resmini (Resim.1). Okudum ama ben de bir şey anlamadım. Tek anladığım şey; davalı veya davacı olmadığımdı. 09 Ocak 2023’de yapılacak olan bir duruşmaya çağırılıyordum ve gelmezsem ZORLA GETİRİLECEĞİM yazılmıştı. Hanım da zaten bunu okuyunca telaşlanmış. Suçsuz bir insan mahkemeye neden zorla çağırılsın ki?

Bir avukat arkadaşıma sordum.

– Davalı veya davacıyı tanıyor musun?

– Hayır. Ama davalı Sakarya Uygulamalı Bilimler Üniversitesi. Benim Sapanca’daki ofisin hemen yanında bir fakültesi var.

– Kuvvetle muhtemel, orada geçen bir olay için tanıklığına başvurulmuştur. Merak edilecek bir şey olduğunu sanmıyorum.

– Gitmesem?

– Gidip adalete yardımcı olman bir vatandaşlık görevidir.

Anlaşıldı neden “zorla” davet edildiğim. Vatandaşlık görevine çağırılıyoruz. Elbette işi-gücü bırakıp gideceğiz.

Allahtan, o gün dersim yoktu. Bir gün önce olsa saatlerce dersim vardı ve okulda yerime derse girebilecek kimse de yok. İstanbul’da bir vakıf üniversitesinde İngilizce Anatomi hocalığı yapıyorum. Kazancı iyi ama, özel sektör zihniyeti tabi. Haftada ortalama 20 saat civarında derse sokuyorlar. Günde sekiz saat derse girdiğim oluyor. Anatomi kolay bir ders değil ki. Sonra, öğrencilerin İngilizce düzeyi sorun zaten. Anlat anlat zor anlıyorlar. Bazı günler akşama doğru boğazım acıyor konuşmaktan…

Neyse duruşma günü sabah, benim gibi yaşlı ama “yakışıklı ve karizmatik” arabama binip, Sapanca’daki mütevazı evimden yaklaşık kırk kilometre uzaktaki Sakarya Adliye Sarayına doğru yola çıktım.

Araba sürmekten oldum olası zevk alırım. Gençliğimde iki gün durmaksızın araba sürsem bana mısın demezdi gözlerim. Ama artık eskisi gibi uzun yola pek dayanamıyorum. Yaş altmışı geçti. Uykum geliveriyor. Amerika’dayken görüp pek heveslenmiştim Mercedes’in bu CLK modeline. Ama pahalıydı. Alamamıştım. Geçen, iki sene önce, denk geliverdi. Düşünmeden aldım. Yaşlıydı, bakımsızdı. Ama onunla biraz ilgilenince cillop gibi oldu. Bakan bir daha bakıyor.

Şimdilerde evdeki sundurmanın altına koyup, İstanbul’a trenle gidip geliyorum. Üç gün zaten, derse gir çık derken geçiveriyor. Çarşamba günleri dersten çıkınca dönüş trenine atlayıp geliyorum eve. Küçük evimizde, eşim ve çocuklarımla mutluyuz Sapanca’da. Bisiklete binsem daha sağlıklı olacak ama Sapanca’da kaldığım dört gün boyunca bakkala giderken bile araba ile gidiyorum.  CLK’yı sürmeye bahane işte. İki “yaşlı ve yakışıklı” delikanlı biraz eğleniyoruz böyle. Hele bir de radyosundan TRT TÜRKÜ’yü açtık da Neşet Baba’nın Leylası için söylediği türkülerle gönül telimizi titretiverdik mi… değmesinler keyfimize.

Böyle keyifle araba sürerken çabucak geçivermiş zaman. Saat 10.15 civarı vardım Camili’deki Sakarya Adiye Sarayına. Duruşma saati olan 10.55’e kadar daha çok zamanım vardı. Rahatça arabamı park eder, sonra da çağırıldığım 5. İş Mahkemesinin nerede olduğunu öğrenebilirdim.

Ama ne göreyim etraf araba kaynıyor. Adliye civarında park yeri bulmak imkansız gibi. Yeni yapılan büyük caminin yanından geçerken gördüğüm uyarı levhasında, “Cami Otoparkı Çıkışıdır. Lütfen Araba Park Etmeyiniz” yazıyordu. Herhalde otoparkın girişi arka taraftandır diyerek, caminin etrafında bir tur attım. Beyhude. Ne bir “otopark girişi” yazan levha görebildim, ne de otopark girişine benzer bir kapı. Tabi dolaşırken o arada bir de bilmeden ters yöne girip, karşıdan gelen bir “doblocu” ile burun buruna gelince, caminin mimarına, müteahhidine biraz saydırmadım değil hani…

Sonra Adliye Sarayı’nın devamındaki valiliğin arkasında ileriye doğru sürdüm arabayı. Yol boyunca iki taraflı park edilmiş arabalar. Bir tane bile müsait yer yok. Halbuki bu hükümet konağı külliyesinin ön tarafında geniş bir park alanı yapmışlar. Bomboş. Orada yer altına bir katlı otopark yapılıp da vatandaşın çilesine bir çözüm bulunamaz mıydı?

İlerideki mahalle içine doğru gitmek istemedim. Geri dönüp bir de yolun karşı tarafında şansımı deneyeyim dedim ama nafile. Bir yerde kaldırıma çıkıp bırakılabilecek bir boşluk vardı ama arabama kıyamadım. Şimdi gelip çekerler falan. Cezası neyse de, güzelim arabam çizilir-mizilir neme lazım.

Okulun köşesinden sağa dönüp yokuş yukarı sürdüm. Ama, çık çık, orada bile bir arabalık boş yer yok yol kenarında. Nihayet yolun tepesindeki evlerin yanına varınca bir boş yer bulabildim ve dikkatlice arabayı park ettim. Her zaman yaptığım gibi; arabanın vitesi boştayken önce el frenini çekip frenden ayağımı kaldırdım ve arabayı el frenine dayadım. Sonra da vites kolunu park konumuna getirip bıraktım. Bu yaşlı yakışıklının şanzıman dişlilerine fazla yüklenmemek lazım…

Adliye Sarayında yaklaşık bir üç yüz metre kadar var. Giderken yokuş aşağı kolay da, gelirken biraz yorulacağız artık. Yolun karşı kaldırımı yürümek için daha uygun görünüyordu. Karşıya geçmeye yeltenince o binayı gördüm. Kapısında “Sakarya Adliyesi Ek Binası” yazıyordu. Kendi kendime dedim ki;

“- Bak davanın görüleceği 5. İş Mahkemesi koca adliye sarayının neresinde acaba diye merak ediyordun. Allah’ın sevgili kuluymuşsun bak. Arabaya park yeri bulmak için seni dolaştırırken nereye getirdi. Al sana yol yordam soracak bir adliye kapısı. Önünden geçerken kapıdaki görevliden kolayca öğrenebilirsin.”

Binanın kapısından girerken tavandan asılmış levhalarda o binadaki bölümlerin isimleri yazıyordu. Bir de ne göreyim? En alttaki dört tanesinde sırasıyla “1., 2., 3., 4. ve 5. İş Mahkemesi” yazıyordu.

Hay Allah! Bu ne güzel tevafuk böyle. Meğerse bizim mahkeme bu binadaymış. Meğer dolaştıra dolaştıra gideceğim adrese getirmişim kendimi.

Bir anda o yol boyu park yeri ararken ettiğim gafil serzenişlerden, mimarlık, müteahhitlik anlayışına verip veriştirdiğim edepsiz sövmelerden pişman oluverdim. Arabayı camideki park yerine veya valiliğin arkasındaki yol kenarına falan bırakabilseydim, hem önce ana binaya kadar dört-beş yüz metre yürüyecek, kimlik kontrolü, güvenlik sırası falan derken içeriye girecek, orada soracak birini bulup 5. İş Mahkemesinin bu ek binada olduğunu öğrendikten sonra gerisin geriye çıkıp, bir üç yüz metre daha yokuş tırmanmak zorunda kalacaktım. İşte o zaman çok fena olurdu sinirlerim ve dilimi tutamaz, daha beter günaha girerdim. Başkalarıyla konuşurken ikide bir “zuhurata tabi olmak” der durursun. Kendin ne zaman öğreneceksin be Allah’ın emmaresi?

Neyse 5. İş Mahkemesi tabelasını takip ederek buldum duruşma salonunu. Kapısı aralıktı. İçerideki sessiz faaliyet arada bir ortada yeşil yakalı cübbesiyle oturan karayağız hakimin hükmeden sesiyle bölünüyordu. Belli ki duruşma sürüyordu.

Benim duruşmanın ne zaman olacağını öğrenmek için mahkeme kalemini aramam gerektiğini düşündüm. Çok beklemem gerekirse, öğleden sonra gitmek zorunda olduğum Kocaeli Üniversitesi’ndeki Doktora sınavı jüri görevime yetişemeyebilirdim. Kapılardaki yazıları takip ederek budum kalem odasının kapalı kapısını. Tıklatıp bekledim. İçeriden ses gelmedi. Yavaşça açtım. Baktım içerideki üç masanın üçünde de kimse yok. Kapıdan dönerken oraya doğru yürüyen bir hanım gördüm. Bakışındaki karizmadan ve merak ifadesinden o masaların birinde oturan, kendisini “devletin sahibi” bilen, memurlardan biri olduğunu anlayıp sordum:

– 5. İş Mahkemesinde 10.55’de yapılacak bir duruşma için tanık olarak çağırılmıştım da…

– Dava numaranız neydi?

– Bilmiyorum. Gelen tebligatı kaybettim evde. Halbuki güvenli bir yere kaldırmıştım.

– Hep öyle olur zaten.

– İsimden, TC kimlik numarasından falan bakamaz mısınız?

– Gelin bakalım.

Odaya girip, ortadaki masaya oturdu ve bilgisayarına adımı girdi.

– Evet. İşte burada. Tanık olarak çağırılmışsınız, doğru. Dava numaranız 2023/967. Duruşma salonunda Yusuf bey var. Mübaşir. Ona sorun size yardımcı olur.

– Teşekkür ederim.

Tekrar geriye, duruşma salonun kapısına döndüm. İçeriye bakarken mübaşir Yusuf elindeki kağıtlarla kapıdan çıktı.

– Yusuf bey!

– Buyurun.

– Benim dava, gecikir mi diye soracaktım.

– Dava numaranız kaç?

– 2023/967. Adım Ahmet Sınav. Tanığım.

Elindeki listeyi inceleyip bana gösterdi.

– İşte burada sizin duruşma. Gecikme olmaz. Şurada oturup biraz bekleyin çağıracağım sizi.

Gösterdiği duvar kenarındaki banka gidip oturdum.

Derken oraya orta yaşlı tedirgin görünümlü biri daha geldi. Belli ki o da, benim gibi ne tür bir davaya, adının neden ve nasıl karıştığını bilmiyor ve o da tedirgin bir şekilde sordu mübaşire. Mübaşir Yusuf’un cevabı aynı;

– Şurada oturup bekleyin. Biraz sonra çağıracağım sizi.

– Tamam oturayım da, neden buradayım? Ne davası bu?

– İçeride size açıklarlar.

– Davacıyı hiç tanımam, davanın da ne olduğunu bilmiyorum.

O sırada yanımıza gelen yakışıklı genç avukat devreye girdi hemen.

– Merhaba. Ben davalı tarafın, yani üniversitenin avukatıyım. Size anlatayım.

– Seviniriz valla avukat bey kardeşim. Buyurun anlatın.

– Şimdi olay şu; davacı Ali bey üniversitenin uygulama otelinde geçici işçi olarak bir müddet çalışmış. Ayrılırken de tazminatını falan, tüm haklarını almış. Ama bir müddet sonra üniversiteden daha fazla alacağı olduğunu iddia ederek dava açmış. Olay bu. Siz de, onun çalıştığı yıllarda üniversitenin sigortalı çalışanları arasından, olay hakkında bilginiz olabilir diye seçilerek, davanın tanığı olarak çağırılmışsınız.

– İyi de ben bu davacı adamı tanımam etmem. Gelmezsen zorla getirileceksin falan yazıyordu gelen tebligatta. Haliyle endişelendik biraz.

– Ben de endişelenmedim desem yalan olur.

– O hukuki bir işlem tabi. Aslında her Türk vatandaşının yasal görevi bu. Adalete yardımcı olmak zorundasınız diyor devlet burada.

– Biz de öyle bilip, işi gücü bıraktık ve kalkıp geldik Sapanca’dan.

– Öyle mi? Siz işte o yüzden seçilmiş olabilirsiniz. Olayın geçtiği yer üniversitenin Sapanca’daki uygulama oteli. Sizi de üniversitenin çalışanları arasından seçmişlerdir. Aslında kolaydır bu işler. Davacı tarafın sizin adınızı ve TC kimlik numaranızı bilmesi yeter. “Bu şahıs olayı gördü” diye beyan etti mi, mahkeme size sormadan çağırır.

– Bu kadar kolay yani. Bilmiyordum. Peki bizi seçen kim bu davada?

– Ya davacı, ya da mahkeme seçmiştir. İşte davacının avukatı da geliyor.

– Merhaba.

– Merhaba avukat bey. Bu davaya bizi tanık olarak siz mi seçtiniz?

– Hayır. Mahkeme atamıştır. Üniversitenin sigortalı çalışanlarının arasından.

– İyi de bizim, ne davacı ne de dava hakkında en küçük bir fikrimiz bile yok ki?

– O zaman “tanımıyorum, bilmiyorum” dersiniz içeride. O kadar. Hakim de ona göre kararını verir.

Bunları konuşurken mübaşir Yusuf mahkeme kapısında belirip biz çağırdı. Önce avukatları içeri aldı, bir-iki dakika sonra da birinci tanık olarak beni. İçeri girip hakim karşısında filmlerdeki gibi yerimi aldım. Sağımda davacı tarafın avukatı, solumda da davalı tarafın avukatı. Ortada davacının kendisi yok. Halbuki gelmiş olsa bizi işimizden gücümüzden alıkoyup, buraya kadar getirmiş o “Ali bey” ile tanışma şerefine bari ererdik ama, maalesef “çok önemli” işleri olduğu için katılamamış herhalde…

Hakim sordu.

– Adın Ahmet Sınav değil mi?

– Evet hakim bey.

– Davacı Ali Pişkin’i tanır mısın?

– Hayır. Tanımam.

– Şimdi sana soracaklarım hakkında gerçeği söyleyeceğine yemin eder misin?.

– Ederim hakim bey.

– Davacı Ali Pişkin’i tanıyor musun?

– Hayır efendim. Tanımıyorum.

– Sakarya Uygulamalı Bilimler Üniversitesi’nde mi çalışıyorsun?

– Hayır. Sadece 2017-2018 Öğretim yılında Sakarya üniversitesi Tıp Fakültesinde ders ücreti karşılığı sözleşmeli profesör olarak bir sene çalıştım. Anatomi derslerine girdim. Sonra da ayrıldım.

– Anladım hocam. Yazın; Tanık Ahmet Sınav, Ben davacı Ali Pişkin’i tanımıyorum, ben Sakarya Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde 2017-2018 öğretim yılında ek ders ücreti karşılığında ders verdim, ben davacıyı tanımıyorum, çalışıp çalışmadığı konusunda herhangi bir bilgim yoktur, dedi.

– Pardon hakim bey. Küçük ama önemli bir düzeltme; “ek ders” değil sadece “ders ücreti” olacak.

– Ne farkı var ki hocam.

– Tamamen farklıdır hakim bey. Biri kadrolu hocalar için, diğeri benim gibi dışarıdan gelip ders verenler içindir.

– Anladım hocam. Dava hakkında başka bir söyleyeceğiniz var mı?

– Hayır sayın hakimim.

– Peki. Dışarı çıkabilirsiniz o zaman.

Tebessüm ederek başımla selam verip çıktım. Kapıdan çıkınca mübaşir biraz daha beklememi, bir imzamı alacağını söyledi ve diğer tanığı çağırıp içeri aldı. Duvar dibindeki banka tekrar oturup, telefonumdan bir Sudoku oyunu açıp beklemeye başladım. Daha bir satır bile çözemeden ikinci tanık dışarı çıktı. Yanımda yer verdim. Oturdu.

– Ne yani. Bana işimi gücümü bıraktırıp, günümün yarısını “tanımıyorum, bilgim yok” demek için mi getirdiler şimdi? Sahi davacı nerede? O niye gelmemiş ki?

Ben otopark bulma uğraşısından ve yaşadığım tevafuktan sonra sakinlemiştim.

– Boş ver kardeşim. Sakin olup, biraz da iyi tarafından bakalım biz.

– İyi de abi. Bunun neresi iyi tarafı ki. Ben bu iş için amirimden zor izin aldım zaten. Yapmam gereken onca iş masamda duruyor. Şimdi de öğreniyorum ki bizi buraya boşu boşuna getirmişler…

– Hatırla, avukat bey ne dedi. Vatandaşlık görevimizi yerine getiriyoruz. Öyle düşün. Hem bak tıpkı bir Aziz Nesin hikayelerinin kahramanları gibi olduk. Çocuklarımıza anlatacak trajikomik bir hikayemiz oldu.

– Valla haklısın abi. Filimlerdekine benzedi halimiz valla.

Bir kaç dakika sonra elinde bir kağıtla dışarı çıkan mübaşir Yusuf, yanımıza gelip duruşma tutanağını imzalattı ikimize de.

– Artık gidebilirsiniz.

– Teşekkür ederim. Mahkeme hakimine küçük bir soru sorabilir miyim?

– Elbette. Buyurun.

Yarı açık mahkeme kapısından içeriye kafamı uzatıp hakime sordum.

– Sayın hakimim, küçük bir soru sormak istiyorum.

– Buyurun hocam. Sorun.

Yanına yaklaştım.

– Lütfen cüretimi bağışlayın. Sadece merakımdan soruyorum. Hakimler mahkemeye gelen vatandaşlara hep “sen” diye mi hitap ederler. Bu bir hukuk adabı veya usulü müdür?

– Yok hocam. Sadece kolayımıza geliyor. Böyle alışmışız. Affedersiniz.

– Rica ederim hakim bey. Hiç sorun değil. Oldum olası sizli-bizli yapmacık saygıdan pek hazzetmem zaten. Size hayırlı işler diliyorum. Müsaadenizle.

– Size de hocam.

Böylece merakımı da giderdikten sonra koridorda çıkışa doğru yürürken sıkışıklığım aklıma geldi. Kocaeli Üniversitesi’ne giderken daha bir saate yakın araba kullanacağım. Çıkmadan bir tuvalete gireyim dedim. Koridor boyunca etrafıma bakındım göremedim. Çıkışta görevli üniformalı memur hanıma yaklaşıp sordum.

– Affedersiniz! Burada kullanabileceğim bir tuvalet nerede var?

– Kapıdan çıkınca, sol taraftan aşağıya inen bir merdiven var. Oradan inip, bitişikteki kafenin tuvaletini kullanabilirsiniz.

– Adliye binasında tuvalet yok mu diyorsunuz?

– Var ama sadece burada çalışanlar için.

Aklıma nedense Züğürt Ağa filmindeki o meşhur, köy meydanında tuvalet açılışı sahnesi geldi. Tabi, hiç ağanın şeyinin üstüne şey yapılır mı?

Ahmet SINAV

Not: Olaylar bizzat yaşanmıştır. Kurum ve kişilik haklarına saygısızlık yapmamak için isimler değiştirilmiştir.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir