Munzur’dan Bir Tas Su İçmek

Biz nereden düşelim peşine Munzur Baba’nın. Tunceli’nin çıkışından itibaren mi Ovacık girişinden itibaren mi? Yoksa sözü nehre bırakalım da o mu konuşsun? Nehir  konuşur mu? Evet konuşur, anlatır, dile gelir su. Çağıltısında binlerce yılın ezgisini taşır bu güne. Binlerce yılın yükünü kimi zaman masal, kimi zaman tarih, kimi zaman efsane tadında kucağımıza bırakıverir. Bazen bir tebessüm, bazen bir hayıflanma, bazen bir âh ile akıverir önümüzde Munzur suyu. Köpük köpük, dalga dalga kabarır öfkesi, durulur sakinleşir düze indiğinde ağır bir türküye evrilir nefesi, akıp gider dumanlı dumanlı…

Mecburen nehri takip ediyoruz. Dar yoldan bazen sağında bazen solunda yalçın kayalıkların arasında ağır ağır suyu takip etmek lazım. Munzur Dağı mı Munzur Nehri mi ‘bir uzun havadır’ bilinmez. Bana göre asıl Munzur Suyu bir uzun havadır. Uzun havalar nasıl nefesini keser, soluksuz bırakır  ise insanı,  Munzur’un yanı başında seyahat etmek de nefesini keser insanın. Arada bir duraklamak,  soluklanmak gerek. Gökyüzüne bakıp bir demli çay eşliğinde bir ‘teberik’ niyetine ciğerlere  çekmek gerek havasını suyunu.

‘Dört dağ içinde’ Dersim’in dört bir yanından efsanelere bulanmış ve efsanelere karışmış güzellikleri yudum yudum içinize çekerek yaklaşırsınız Munzur Baba’nın mekânına. Vadinin tamamı Gözelere kadar doğal koruma altında millî park. Yeşilin bin bir tonunun gözlerinizin önünde resmettiği manzaranın aksi yansır berrak suya. Su da yeşillenir ve bütünleşir tabiatın eğrilik kabul etmez döngüsü ile. Turnalar uçar üzerinizden devasa kanatlarını bir suyun bir yüreğinizin çeperine çarpa çarpa. Koyun sürüleri geçer, boyunlarında çanlarıyla çobanları peşinden sürükler keçi sürüleri. Rüzgârla yarışır çan sesleri. Ağır ağır yitip gider bir tepenin ardından zaman . Birbirine karışır gölgeler. İç içe geçer evvel ile ahir, karışır bâtın ile zâhir.

Her yol dolana dolana bir düzlüğe çıkar, her vadi bir ovaya. İhtişamlı yükseltilerin arasında bütün mütevaziliğiyle bir ovanın ortasında bulursunuz kendinizi. Serin bir nefha alıp götürür bütün yorgunluğunuzu. Karşınızda heybetli Munzur dağı. Munzur Baba’nın çanağındaki sütü döke döke koşturup ‘sırra kadem bastığı’ dağın yamacında efsane ile gerçeğin kıyısında bir tas su içmek, su gibi aziz olup Munzur Baba’nın hikâyesini dinlemek gerek şimdi.

Özü sözü bir, hâktan ayrılmaz, kendi halinde bir garip çoban Munzur. Bu dağlarda ovalarda gece gündüz ağasının sürüsünü otarır. Ağa lafı geçtiğinde bir virgül koymak gerek hikâyeye. Farklıdır toprak ağalığı ile sürü ağalığı. Konar göçer bir hayatın ve serazat bir tabiatın ortasında fazla da bir hükmü yoktur ağalığın. Salt bir sürü sahipliğini ifade eder. Ve aile efradından ayrılmaz göçebe kültürde çoban. Her şeyin başı güvendir ve mutlak güven tesis edemeyen birine asla teslim edilmez sürü ve güven vermeyen biri asla çobanlık bulamaz bir ilde obada.

Gel zaman git zaman hacca gitmek ister ağası Munzur’un. Sürüsünü davarını ona teslim eder. ‘Gözün arkada kalmasın ağam’ der ona Munzur. Daha büyük bir mesuliyetle sürüsünü gezdirir bu dağlarda ovalarda. Bir gün obaya gelip hanımına ‘Ağamın canı helva istiyor, helvayı yaparsan ben kendisine götürürüm’  der. Ağanın hanımı ‘Herhalde bizim çobanın canı helva istiyor ama gözü kesmiyor veya utanıyor da ağasını bahane ediyor’ diye düşünerek helvayı hazırlayıp Munzur’a verir.

Kutsal topraklarda bir yandan hac farizasını  yerine getirirken bir yandan da aklı memleketinde ilinde obasındadır ağanın. Namazını bitirip sağa selam verdiğinde yanı başında  elinde bir çıkınla Munzur’u görür. Namazını tamamlayıp Munzur’a döner ‘Evladım sen ne arıyorsun burada?’  diye sorunca Munzur ‘Ağam canın helva çekmişti. Ben de getirdim sıcak sıcak yiyesin diye’ der. Munzur’un elinden çıkını alan ağa sıcak helvayı görüp tekrar Munzur’a dönünce kimsenin orada olmadığını fark eder.

Hac farizasını tamamlayıp evine dönen ağayı konu komşu,  uzak yakın insanlar hediyelerle ziyarete gelirler. Bu arada ağasına ‘hoş geldin’ ziyaretine eli boş gitmek istemeyen Munzur, çıkınındaki süt çanağına taze sağılmış süt doldurup ağanın çadırına doğru gider. Munzur’u gören ağa yanındakilere ‘Asıl ziyaret edilmesi, eli öpülmesi gereken kişi Munzur’dur, ben değilim’ der. Kalabalık peşine düşer Munzur’un. Kalabalığın bu ilgisinden ve ‘sırrının faş olmasından’ mustarip olup kaçan Munzur’un elindeki süt çanağından bembeyaz sütler dökülür yere ve döküldüğü her yerden süt gibi bembeyaz sular çıkar. Bu sular birleşip bir nehre dönüşür  ve Munzur ile peşindekiler arasında bir set oluşturur. Munzur’un arkasından koşanlar bu sudan öteye geçemezler. Munzur ise kaybolur gider bu dağlarda. o gün bu gündür arayıp durur bura uşağı Munzur Baba’yı. Kâh bir dağın yamacında, kâh bir yalçın kayanın dibinde rastlar izine. Süt çanağından hala bembeyaz sütler dökülüp bir pınara dönüşür yüreğini soğutur bağrı yanık bir çobanın, yorgun bir yolcunun.

Munzur gözelerinde yalçın kayaların dibinde çağıldayan buz gibi sudan içtiğinizde efsanenin kıssadan hissesi yayılır bedeninize ılık ılık. Yüce Yaradan’ın katında makbul olan amel evvel emirde  samimiyet ve ihlastır. Takvadır ancak kulu Rabbine yaklaştıran. Ve o takvanın kimde olduğunun ilmi de ancak Yüce Allah’a aittir. Bir varlıklı kişi de olabileceği gibi varı yoğu sırtındaki kepeneği, çıkınındaki süt çanağı olan bir çobanda da ortaya çıkabilir bu hakikat. Bunu anlatır söylencelerin diliyle halk efkarı. Sular bunu anlatır. Dağlar taşlar bunu söyler, kurtlar kuşlar bunu çığırır kendi dilince. Bu hakikati nakşeder geçtiği her yere Munzur çayı. Bazen durgun ve derinden, bazen hırçın ve heybetli. Döne döne kıvrıla kıvrıla…

Fadıl KARLIDAĞ

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir