Orta Park derdik eskiden, halen de öyle deriz. Bu isimlendirme sadece Onu Belediye Parkından ayırmak için yapılmamıştı elbet. Belediye Parkı olmasa da, çok sonradan bambaşka isimlerde nice parkları olmasa da ilçenin herkes ona Orta Park diyecekti muhakkak. Anadolu’nun bütün kent ve kasabalarında var olan orta parklar gibi bir parktı O. Şehrin kimliği, alamet-i farikası gibi. Şehrin ortasında olup olmadığına, ortanın neresine konumlandığına bakılmaksızın, ortadaki durumu enine boyuna sorgulanmaksızın Orta Park diye tesmiye edildi. Öyle bilindi, öyle kullanılageldi. Kimsenin öğrenmeye ve kullanmaya pek heves etmediği resmi adı böyle değildi oysa. Kayıtlara böyle geçmemişti hiçbir zaman, metal levhalar üzerine de yazılmamıştı Orta Park diye. Ne de mekânsal olarak tam ortasındaydı ilçenin. Ama Orta Park diye bilindi hep, Orta Park diye söylendi cümle müdavimlerince. Orada oturuldu, orada görüşüldü, orada buluşuldu çoğu zaman. Köy minibüsleri oraya konumlandı, ilçenin dört bir tarafındaki köylerden en yeni havadisler oraya aktı sabahın kör vaktinde, şehre giden arabalar oradan yola koyuldu. Her yeni haber oraya ulaştı ilkin, başka yerlere taşınacak haberler oradan yola revan oldu. Şehrin günübirlik ziyaretçisi de, atadan dededen yerlisi de orayı mekan belledi. O, şehrin tarihinin ve hepimizin kişisel tarihlerinin ortasında yer aldı her zaman. Ve bu yüzden de hep Orta Park olarak anılmaya devam edeyazdı.
Geçmişin ve şimdinin tam ortasında hatırı sayılır bir yeri oldu hep Orta Park’ın. Gelecekte de olmaya devam edecektir. Orta Park olması onun cümle yaşanmışlığın orta yerinde kallavi bir yer işgal etmesinden tevellüt etmiş gibidir. Berrak bir su gibi doğal, aheste alınan bir nefes gibi sıradan. Gece ile gündüzün, geçmiş ile geleceğin, aydınlık ile karanlığın orta yerine postu sermişliğinden ötürüdür onun Orta Parklığı. Dilsiz bir tanık gibi şehrin öyküsünü hafızasına kaydetmesidir onu farklı ve anlamlı kılan. Zaman denilen ağır silindirin geçerken geride bıraktıklarının, peşine takıp götürdüklerinin yaşayan şahididir O. Sakin ve suskun bir hafıza defteri, mütemadiyen büyüyen, mütemadiyen zenginleşen bir kalıcı bellektir Orta Park. Gün geçirmiş ağaçların gölgeleri yansırken caddelere onun hareketliliğidir şehre can katan. Gece bir sis gibi yayılırken kentin damarlarına onun hüznüdür hafızalara kazınan. Kimi zaman bir düğün halayı, kimi zaman bir cenaze alayıdır Orta Park. Kimi zaman sıla, kimi zaman gurbettir. Kimi zaman ayrılık, kimi zaman kavuşmadır en harbisinden. Kimi zaman korku, kimi zaman cesarettir en delikanlısından. Kimi zaman yaslı kimi zaman şendir Orta Park.
O, hep ortasında oldu yaşamımızın ve ortasında olmaya devam edecektir ihtişamını muhafaza ederek, iktidarını gün geçtikçe sağlamlaştırarak. Şehrin tarihi, dünü ve bu günü, netameli serencamı, acılı acısız, gürültülü ve sakin zamanları ortasından geçip gitti Onun, o ortasında durdu hep yaşamın ve şehrin, kadim bir anıt gibi. Efsunlu bir yazıt gibi. Bir heykel gibi sustu nice yazlar ve kışlar. Nice günler ve geceler. Nice aylar gördü nice yıllar geçirdi. Gördü de görmezlikten, duydu da duymazlıktan geldi nice hikayeyi. Şahit oldu da hep kendine sakladı nice öyküyü. Nice öyküyü de yayıp durdu mütemadiyen. Sevinçler çoğalsın, hüzünler dağılsın diye paylaştı kimi zaman. Bazen bir dipsiz kuyu oldu kayboldu içinde her şey, bazen de Midas’ın sırrını taşıyamayan berber gibi ıstıraba esir düşüp fısıltılara, sonu gelmez dedikodulara kapı araladı.
Toprak zeminde kürsülere oturulan zamanlardan tahta iskemlelere, oradan peyzaj geçirmiş modern görüntüsüne kavuşana kadar nice badirelere, nice yaşamlara tanıklık etti Orta Park. Eski müdavimlerini kaybettikçe yeni müdavimler kaydetti müşteriler defterine. Nice sevdalıları oldu. Nice kalabalıklara ev sahipliği yaptı. Bazen tenhalaştı, bazen coştu. Külüstür dolmuşlar durmadan yolcu getirip götürdü. Satıcıların, çığırtkanların sesleri masalarda konuşulanlara karıştı. Namaz vakitlerinde masalardan kalkanlar namaz bitiminde beraberinde yeni dostlar taşıdı parka. Nice yalnızlıklar, nice kara kışlar selamlayıp geçti onu. İki yanına dizilmiş derme çatma kulübelerin, dükkanların, iş yerlerinin değişip dönüşen şekillerini, farklılaşan muhtevalarını sessiz sedasız izleyip durdu. Herkesin hikayesine bir nebze dokunup iz bıraktı ardınca, kimi derin kimi yüzeysel. Hoş sedalar kadar nahoş gürültüler de eksik olmadı yanında yöresinde. Ama hep bir canlılık, hep bir hareketlilik ile yaşamın atardamarı oldu mütemadiyen Orta Park.
Zihnimdeki en eski görüntüsü; toprak zeminde, barakadan bozma bir ocak kısmı, tahta iskemlelerde büyüklerin kıtlama içtikleri tavşan kanı çayların yanında oralet ile belki bazen bir gazoz veya meyve suyu ile zararlı içeceklerden korunmaya çalışılan bir masumiyet, bir çocukluk dünyası. Evde çay içmek kategorize edilmezken şehirde “Delikanlıya bir oralet getir” korumacılığının öznesi olmak iyi hissettirirdi insana belki. Hele de bir ilkbaharın güneşli bir gününde ilçenin tek sinemasının gündüz seansında oynayan filmin dışarıya verilmiş sesleri veya belediye hoparlöründen taşan günlük anonslar kesik kesik dalgalanırken şehrin ve parkın üzerinde zihnimize kazınan çocukluk günlerimizin mutluluğu, huzuru ve masumiyeti idi. Bir ‘vizontele dünyası’ da olsa içinde bolca huzur, mutluluk ve masumiyeti barındıran bir dünya idi çocukluğumuz. O masumiyetin, o berrak göğün gölgesinde geçti çocukluğumuz. Ve Orta Park o yıllardan bu güne yansıyan, şehrin kültürel mirasını bu güne taşıyan mücessem bir mekan olarak başrol oynadı zaman gergefinde. Mekanın insan ruhuna vurulan mührü, insanı adam sınıfına yücelten sırrın sıcak ve sihirli bir yansıması oldu. Mümbit bir ana kucağı gibi o sıcaklığı her daim hissettirdi evlatlarına.
O yıllarda şehre gitmek köyün ilçeye yakın olmasından mütevellit bir ayrıcalıktı arada bir sahip olabildiğimiz. Ama bu ayrıcalık ilkokuldan sonra her gün ilçeye yürüyerek okula gitmeyi beraberinde getiren bir dezavantaja dönüştü. Okul zamanlarında pek vaktimiz olmazdı parkta geçirecek. Öğle paydosu ancak bir tanıdık dükkanında sıcak somun arasına konan helva veya bol pul biberli zeytinle geçiştireceğimiz ve deftere yazdırıp velimizin çarşıya geldiğinde toptan ödediği bir öğle yemeği anıydı civar köylerden gelenler için. Vakit olsa bile yanında bir aile büyüğü olmadan değil kahvehane veya kıraathaneye gitmek, parkta oturmak, çay ocağına gitmek bile hoş karşılanmazdı baskın kültürde. Geriye dönüp baktığımızda yazılı olmayan, yasalarda geçmeyen ne çok kural ve kaidenin hayatımızı şekillendiriverdiğini bazen esefle bazen belli belirsiz bir özlemle fark ediyoruz. Konu komşu, yakın uzak akraba, eş dost nice insanın hayatımız üzerinde ne çok söz hakkı vardı o yıllarda. Hele de öğretmenlerimizin. Karanlık ve karışık zamanların onlara yaşattığı ağır korku iklimini bizlere transfer etmeye çalışırken pek de babacan durmadıkları gözlerimizden kaçmazdı. Dahası öğretmenlerimizin ve idarecilerimizin korkusu sadece okulla sınırlı kalan bir korku değildi. Belki bir korku da değildi bambaşka bir şeydi. Çünkü hiçbir öğretmenimizin veya idarecimizin okul dışındaki zamanlarımıza müdahil olduklarına şahit olmazdık biz akşamları elektriğin ve televizyonun olmadığı köy evlerine gidenler. Ama duyardık akşamları kahvehaneleri, kıraathaneleri kolaçan ettiklerini Küçük Ağa izlemek hatırına çay üstüne çay içmek durumunda kalan öğrencilere gözdağı verme hikayelerini.
Akıp giden zaman ebeveynlerimizin, büyüklerimizin zamanıydı. Biz sadece kıyısından köşesinden kulak misafiri olup anlamaya çalışırdık geçen zamanı. Zor ve dar zamanlardı büyüklerimizin sohbetlerine yansıyan. Çoğu şeyi anlamazdık zaten. Belki de şifreli konuşuyorlardı aralarında. Yoksa hayatlarına bir karabasan gibi çöken darbeye ihtilal derler miydi? Yoksa bir çok şeyi sessiz bir kabul ve itminanla yumuşatırlar mıydı sinelerinde? Yoksa daha az şey bilip, daha az şey duyup o karanlığın içinde rengarenk pencereler açmayı nasıl becerirlerdi? Yokluk ve yoksunlukların ortasında olabildiğince mutlu ve huzurlu olmayı nasıl becere bildiklerinin şifrelere emanet edilmiş bir sırrı vardı elbet. Ama biz o sırrı anlaya bilecek zamanlara gelene kadar çok sular aktı köprülerin altından. Sahi anladık mı? Yoksa hala peşinde miyiz o sırların?
Kendince bir adabı, bir kültürü vardı Orta Park’ın. Domino dahil oyun oynanmazdı kapalı alanında bile. Ama kesif bir duman eksik olmazdı o dar alanda. Her şeyin yasak olduğu o zamanlarda tütün neden hep kaçak olurdu bilinmez. Kentin ve parkın orta yerine nakşedilmiş günlük narh düzeni sık sık değişse de insanların yaşamındaki değişim derinden ve ağır aksaktı. Ve hâkî renk egemendi her mevsim. Ne diz boyu yağan karlar ne de taşkın bahar yağmurları güç yetiremedi uzun süre memleketin üzerindeki ağır eylül bulutlarını dağıtmaya. Bu bir uzun hikaye gibi idi gerçekte kısa bir kesit, anlık bir karabasan olmasına rağmen. Oysa zaman, etkisi geleceğe sarî bir öyküydü herkesin bildiği. Kimse durduramadı ve akıp geçti dağların arasında yol bulup ötelere akarak. Dağların ardında başka dağlar, kentlerin ötesinde başka kentler olduğu gerçeği apaçık dayattı kendini. Değişim ve dönüşümün önünde durulamayacağı, geçen zamanın geriye getirilemeyeceği hakikati her şeyi kuşatıp yoluna devam etti. Yıllar geçmeye, yollar ve dükkanlar değişmeye, park ise yerinde durmaya devam etti geçen zamanın izlerini mutlulukla üzerinde taşıyarak. Değişim ve dönüşüme ayak uydurarak.
Bir şeylere sahip olmak mutlak bir bedel gerektirdiğinden anlamlı ve önemliydi her şey o zamanlar. İnsanlar kıymetini bilirdi cümle sahip olduklarının. En çok da yaşamlarının kıymetini bilirdi insanlar, yaşadıkları mekanların. Dostlukların, komşu hakkının, sılayı rahmin. Dört bir yanı yükseltilerle çevrili bir ovaya sıkışmışlığın bungunluğunu yaşama, sevince ve aza kanaate sarılarak aşmanın kıymetini bilirdi insanlar. Böyle böyle aştılar nice menzilleri, nice badireleri. Her menzil önlerine yeni menziller çıkarsa da yolda olmanın, varolmanın anlamını birbirine ekleyerek mesafeler kat ettiler, uzakları yakın eylediler. Yurt içi bile dar geldi, sınırların ötesine yol aldılar. Gidişler dönüşlerle taçlandığında çehresi değişmişti Orta Parkın. Başka diyarlardan, başka memleketlerden bambaşka şeyler taşınmıştı parka. Kentin rengi değişmiş, renk ahenkliliğin saltanatı başlamıştı artık. Suretler değişmiş, sesler sohbetler farklılaşmıştı. Bunu da çabuk fark etti ve iliğine kadar hissetti Park.
Eylül ayrılığa adanmıştır bütün zamanlarda ve bütün dillerde. Terk etmelere, bırakıp gitmelere teşnedir eylül. Hepimiz eylülde terk ettik kenti ve parkı. Alamancılar ağustos sonu terk ederdi parkı, biz öğrenciler eylül sonu. Her eylül mümessillerini başka şehirlere, başka diyarlara gönderen park, bahara kadar içine kapanırdı adeta. Kendi içinde dönenip dururdu sanki şehir. Geçmişin hikayelerinde kaybolup giden zamanın ardında geleceğe umut berkitirdi. Baharla birlikte yeniden şenlenmek üzere, yeniden kalabalıklara merhaba demek üzere. Eylül ayrılıklara adanmışsa bahar kavuşmalara kucak açmayla meşhurdur bütün zamanlarda ve bütün dillerde…
Fadıl KARLIDAĞ



Son Yorumlar