Pepuk Kuşu

“Hadi be oradan!

Güldürme beni, sen mi su serpeceksin yarama! Felek bile borçlandı bana, işim yaver giderse alacaklıyız öte dünyadan.”

İnşallah!

Hâlbuki güllük gülistanlık bir gündü, inceden inceye yağmur düşerdi toprağa. Akabinde güler yüzlü bir sarışın doğardı doğudan. Üşenmeden ısıtırdı yer küreyi. En derinliklerinden toprağın göverirdi başaklar. Sonra,

Elindeki çaputu ağaca bağlayan genç kızların gülücükleri rüzgârla beraber sallanırdı dallarda. Topraktan eski ağaçların ahkâm kesmesi bu yüzdendi. Kadim bir gelenekten iyisi tabi bir neslin olmasıydı. Ağacın dalından sepet dolusu dilekler, dualar ve umutlar yükselirdi semaya.

Kime niyet, kime kısmet!

İnsanın genzini yakan umut kokusu yayılırdı Urfa’dan Maraş’a, Halep’ten Şama.

Yedi iklim, dört mevsim hikâye aynıydı hep; değişen mekân ve insanlardı sadece.

Çaputlu ağaçlara gönül bağlayan sadece gençler değildi, geceyi bekleyen biri daha vardı: Pepuk Kuşu.

Ve herkes kendi avazında başlardı yakarmaya;

Kimisi koca, kimisi ev, kimisi bebek isterdi Mevla’dan.

En kolayı da benimkiydi, döner mi bilmem ki gül kokulu anam öte dünyadan. Yine de umut vardı her zaman, belki de ben giderim.

Belli mi olur? Yine de ellerimi sonsuz maviliğe uzatıp;

“Allah’ım ne olursun bir kere göreyim anamın gül yüzünü, sadece bir kere…”

Evet, en kolay benim duamdı, bir nefes ötede!

Kesin!

Yine alışık bir şekilde eğri eğri yağmur yağardı toprağa.

Beyaz şapkalı dağlar, sarışın afetin güzelliğine aldanıp meylederdi yukarıdan aşağıya. Hem de her bahar, usanmadan ve utanmadan… Coşan derelerin bağrında rengârenk gül cümbüşü belirir, kollarının uzanabildiği yerlerde toprak ananın yemyeşil saçları yayılırdı.

Derken, yaşlı değirmenci su bendinin yönünü değirmene çevirir ve bereket taşına usul usul buğday tanelerini fısıldatır. Baharın kokusu dört bir yana şarkı çığırırken; yolunu kaybeden yaralı bir kuş değirmenin gri, tozlu, taş penceresine konar.

“Guk, guk, guk…”

Medet eyle değirmenci. Halden anlamaz mısın yoksa? İlle dili mi olması lazım her canlının, tecrübeli gözlerin yaralı yüreklerle konuşmasını ne zaman öğrenecek?

Hadi biraz gayret, az daha!

Ağır aksak pencereye yaklaştı. Çatlamış toprak misali ellerini uzattı. Avucuna giren kuşu yaşlı, sıcak nefesiyle ısıttı. Dudaklarına bulaşan kanı sezip kuşun yüreğini dinledi.

Evet, gerek yokmuş söze! Sonra yine dinlemeye koyuldu.

Kanadı kırık kuş merhamet ister, birazcık da su ve varsa birkaç adet buğday.

Hay Allah razı olsun! Karnı doydu.

Şimdi kırık kolunu da sar!

Muhtemeldir bu pencereye konan ne ilk ne de son kuş olacak.

Değirmen taşından bereket fışkırırken küçük pencereden nice nice kuşlar geçecek. Sonra yine o alışık sesleriyle,

“Guk, guk, guk…”

Yaşlı değirmenciyle yaralı kuşların sohbetleri aynı devinimle sürecek.

Yeter ki gül eksilmesin pencereden, bacadan; yaşlı çınarlar hep var olsun, bitmesin!

Kalbiyle konuşan kocaman, dev çınarlar…

***

Kalplerin karşılıklı konuşması devam etti.

Dışarıda usul usul yağmur yağıyor. Değirmen taşı bereketle dönüyor. Güneş, yağmurun dinmesini bekliyor şimdilik; bulutların arkasından sahneye çıkmaya hazırlanırken.

Azıcık sabır. Kuşa dönen değirmenci:

“Ne güzel değil mi?”

“Hayır! Yanılıyorsun değirmenci. Herkes ihtiyacı olana muhtaçtır, eksik tarafına vurgundur hayatın. Yağmur bereket olmadı bende. Güneş ise hiç ısıtmadı!”

“Hay Allah, ne oldu. Yoksa acıktın mı yine”

Güldü kuş.

“Karnım tok, sırtım pek sayende. Asıl açlığım sevgiye.”

Yaşlı gözlerle tebessüm eden değirmenci kuşun minik yüreğine terennüm ederek:

“Söyle Pepuk Kuşu, dinliyorum seni.”

Kuş tekrardan başladı söylenmeye:

“Anasız büyüdüm ben. Ana kokusunu hiç bilmiyorum. Keşke bir kerecik de olsa görseydim anamın yüzünü, gül kokusunu çekseydim içime.”

İkindi vakti. Gölgeler yarıya çekildi. Tam da ortasındayız zamanın.

Uzaklardan ezan sesi yükselip tozu katmerli değirmen penceresinden içeri dalıyor.

“Allahü ekber, Allahü ekber…”

Yağmur sırasını çoktan tamamlamış, gökyüzündeki sahnede sarışın bir sıcaklık esmekte. En güzeli de yağmur sonrası toprağın kokusu: ıslak ve kavruk…

Tarifsiz bir lezzet.

Ohhh mis, mis!

Ve kuş halen söyleniyor.

Değirmenci su bendini başka göne çeviriyor. Başlıyor taze güneşin altında, kar sularının acemi serinliğinde abdest almaya.

“Hadi, Pepuk kuşu namaz vakti. Destur ver bana şimdilik.”

Yaşlı adam sabırlı ve tecrübeli. Seccadenin ucunda kamete duruyor. Sonra uzun bir kıyam ve sağlı sollu selamlarla biten bir ibadet.

En az yağmur sonrası toprak kokusunda…

Benzersiz bir lezzet!

Ve kuş söylenmeye devam…

“Pepuk kuşu yeter artık. Karnın tok, sırtın pek. Bu pencereden gelen ne son ne de ilk kuş olacaksın. Hadi yolun açık olsun. Git! Git de yeni kuşlara yer açılsın.”

“Hadi be oradan!

Güldürme beni. Derdime sen mi derman olacaksın ihtiyar.

En başında söyledim; felekten alacaklıyım ben, nasip olursa rövanşımız var öte dünyadan.”

Gülme sırası değirmencideydi.

“Ah ah, siz kuşlar hep aynısınız!”

Nemli topraktan bir buğu yükseliyor. Karıncalar, örümcekler, börtü böcekler, inlerinden çıkıp havanın tadını çıkarıyor.

Değirmenci suyun yönünü tekrar değirmene çeviriyor. Sonra bereket taşına buğdayları fısıldıyor. Gözleri taşta, gönlü pencerede şimdilik ve uzaklardan alışık bir ses yükselip değirmenin dört duvarında aksediyor:

“Guk, guk, guk”

Yatsı vakti. Karanlık çöktü cihana. Bakiyesi bitti güneşin. Ağaçların dallarına tüneme sırası belli ki Pepuk kuşunda.

Kim bilir bu gece ne dileyecek Yaradan’dan?

Allah kerim.

Dudaklarını açmadan, dilini oynatmadan yüreğiyle konuştu bu sefer değirmenci:

“Ana acısını çeken bir sen misin?”

Recep TURAN

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir