Tren garından çıkıp sahilden gelmiştik mahalleye. Yol boyu sağlı sollu sıralanan palmiyelerden aldığı adını zevkle sahiplenen bir mahalleydi Palmiye. “Ruhi Bey Sahaf” oraya geçen günlerde taşınmıştı. Öğle sonu saatleri olduğu halde, gayet sakindi ortalık mahallede. Selamlaşma faslından sonra “Her zaman mı böyle sakin burası?” diye, biraz endişeyle sordum Onur’a. Sokakta sıralı barları göstererek, akşam saatlerinde kalabalıklaştığını söyledi de arkadaşımın dükkân yeri seçimi konusunda, endişelenmemi gerektirecek bir durum olmadığına kani oldum.
Yeni kurulan derneğimizin ilk toplantısını yapmak için toplanmıştık Onur’un dükkânında yani “Ruhi Bey Sahaf’ta” Meslek sorunlarımızı ve tabii ki ülke meselelerini de konuşarak bitirdiğimiz toplantı sonunda adet olduğu üzere bir hatıra fotoğrafı çektirmek istedik.
Biz toplantıda olduğumuz iki saat boyunca dükkâna bir kadın, “hayırlı olsun” demek için, bir genç ise antrenmana giderken “öylesine” uğramıştı. Dükkânın önündeki kaldırımdan tek tük geçen telaşsız insanların içinde fotoğrafımızı çekecek bir yardımsever ararken Onur, hemen köşede toplaşmış esnaf komşularından Benjamin ağabeyi çağırıp ondan rica etmişti fotoğrafımızı çekmesi için. Zira hiç birimiz şu “selfi” işini becerememiştik. Bu arada Onur, Benjamin ağabeyi çağırayım derken, biz bunu “Ben Cemil” diye anlamış ve bu yanlış anlamayı Onur gülümseyerek düzeltmişti. Çünkü bilirsiniz ki, “Ben Cemil” efsane TV dizi “Bizimkiler ”in unutulmaz karakteri “Sarhoş Cemil”den başkası değildi. Bu arada benim aklıma nedense sevgili Akif Kurtuluş’un küçük dev romanı “Ukde”nin Ermeni karakteri Benjamin gelmişti. Kitapta Kurtuluş, Fransa’da eğitimini sürdüren Eskişehirli bir gencin, tanışıp dostluk kurduğu Benjamin’in Ermeni olduğunu öğrendiğinde verdiği “Ben aslında Ermenileri severim.” Tepkisine karşılık Benjamin’in “Sevme Gardaş” cevabına ek olarak, “Bugüne kadar tanıdığım bütün Türkler, aslında bizi yani Ermenileri sevdiklerini söyledi de peki ben neden buradayım?” işte bu diyaloğu aklımdan geçirirken Benjamin, fotoğrafımızı çekmiş ve telefonu Yeliz hanıma geri veriyordu. O anda bana dönerek, “gitmeden dükkânıma uğrasana” dedi ve arkasını dönüp gitti.
Henüz dükkâna girmeden dışarıda karşıladı bizi Benjamin. Dükkânın önünde dekoratif taşlardan ördüğü koca saksılardaki çiçekleri, tek tek anlatması konuşmayı çok sevdiği izlenimini bırakmıştı bende. Girdiğimiz yerin tabelası yoktu ama gözlemesi ve sıkması ile ünlü olduğu kulağımıza üflenmişti.
Duvarlarda üst üste, alt alta asılı duran bir sürü antika eşyayı işaret ederken “bizim hanım sevmez bunları” diyerek, hazır yenge yokken arkasından çekiştiriyordu. Girdiğimiz dükkân bir gözleme dükkânıydı fakat etrafımızı saran eşyalarla en az 100 yıllık bir zaman tünelinde olduğumuzu hissediyorduk. “Bütün bunlar benim hayat damarlarım” diyen Benjamin, eliyle bir tarafta sıralı transistörlü radyoları gösteriyor. Bir yandan o eşyaların bir tanesini dahi satamayacağına dair yaşadıklarını anlatıyordu. Aslen Hatay Samandağlı olduğunu laf arasında söyleyen Benjamin, uzandığı başka bir bölümünde gramofonun bir köşesine yapıştırdığı Atatürk fotoğrafını gururla gösterirken, gramofonun diğer tarafına yapıştırdığı kendi gençlik fotoğrafını da hüzünle gösteriyordu.
Tersine dönen duvar saatleri, gaz lambaları, idare lambaları, zincirlerle tutturulmuş eski sürahilerin hepsi yaşanmışlık doluydu. Hele Carrier’in ilk klimalılarından birini gösterirken Benjamin’in keyfine diyecek yoktu.
Günün saatleri hızla ilerlemiş ve ayrılma vaktimiz geldiğinde dükkânın gözleme yapılan bölümünün bir köşesinden sarkan bir ipe, sıkı sıkıya sarılmış ve öylece kurumuş portakal kabuklarına dikmiştim gözlerimi. Yeliz hanım Benjamin’e teşekkür ederken ayrılabiliyorum portakal kabuklarının yanından, burnumda eskimiş bir portakal kokusuyla.
İsmail KUN
Son Yorumlar