Saatler Akıyor Durmadan…

Saatler akıyor durmadan, gecenin içinde birkaç köpek ve benden başka ses veren yok. Yürüyorum öylesine, nereye varacağımı bilmeden. Cadde boyu arabalar geçip gidiyor bir de. Yalnızlık ne menem şey böyle, içinde labirentler açıyor da atıp bırakıyor seni tam gayyalara; çık çıkabiliyorsan içinden. Sızlayan kemiklerimde yediğim dayağın izleri; etim hamur gibi kabarmış, gözlerimi açmakta zorlanıyorum. Kötü bir maçın ardından eve dönmekten daha beteri, iyi bir maçın ardından eve dönmek; üstelik puanla aldıysan maçı daha da beterdir durum. Ağzın burnun dağılmış halde savrulursun sokaklarda.

Diğer yandan üstün başın kan da olsa her daim hayatın vurduğundan daha sert vurman gerekir. Ne kadar dayak yesen de vazgeçmemen gerekir. Bu yolda aldığım en büyük ders düşenin bir daha asla kalkamayacağıdır. Bir kere kırıldı mı dizlerin, büküldü mü belin kimsenin elinden tutmasını bekleyemezsin. Bugün unvan maçını kazandım. Karşımdakini görseniz, benden daha beterdi hali. Ama içimde her daim sızlayan o  bilindik boşlukla ayrıldım hıncahınç salondan. Pansuman bile yaptırmadan kendimi attım yollara. Böylesi daha uygun gibiydi. Zaten hiçbir zaman sevememiştim kalabalıkları.

Yüzüme vuran soğuk havayla ateşlenen yaralarım, halen var olduğum hissini canlandırıyordu. Bir kroşe, aparkat ve benim yumruğum hakemin tüm gazıyla havada. Nasıl olsa iyileşecek yaralarım, ne de olsa arsızlaşmıştı tenim ve bedenim. Belki iz de bırakır ama pek umurumda değil. Zira, asıl izi çocukları alıp giden eski karım bırakmıştı, diğerlerinin esamesi okunmazdı onun yanında. Özlem dolu bekleyişlerin arkası gelmeyince, yediğim en sert yumruktan bile daha etkili olarak geri tepmişti çaresiz kabulleniş. Zamanın daraldığı o anları unutmak zor; kapıyı açarsın ve yoğun bir sessizlik sarar zihnini, sırf sessizlik ve yalnızlığı örtmek için televizyonu açar ama izlemezsin.

Çünkü yalnızlık en çok sessizlik çöktüğünde anlaşılır. Bazen bir an boşluğa dalıp gidersin; bazen uzun uzun düşünürken sana sırdaşlık eder de şaşar kalırsın haline. Tolstoy, karısını kaybettiğinde ne yapacağını karısına sormak ihtiyacı duymuş. Ben de ilk zamanlarında aynı şeyi yaşadım; ama dört duvardı yegane sırdaşım. Çocukların şen sesleri kulaklarımda çınlar, bir müzik gibi ruhumu yakar kavururdu. Kayıpların yeri, yalnızlığın sırnaşıklığı ve kalıpların belirlediği sınırlar; işte hayatın tanımı. Belki de günahkar bedenimin bedelini hassas bir ruha sahip olarak ödemekteyim. Kim bilir, belki de…

İçim sıkılıyor, anılar arasında kayboluyor ve kendimden kaçmaya yer alıyorum. Ringe çıktığımda her şey açık, ışıklar üzerimde ve attığım yumruklar hedefini buluyor ama hayat bambaşka. Burada yumrukları atan değil yalnızca yiyen oluyorsun. Öyle ki, yaşamak denilen oyunda kazanan olabilmek için attığının tuttuğundan fazla olması gerekiyor. Kıvrak zekalı oyunlarla, darbeleri savuşturmak ve yeri geldi mi günah çıkarmak için başkalarını kullanmak gerekiyor. En adice hileleri gördüm, nice insanın küçüldüğünü ve isimlerinin onlardan çok daha önde gittiğine şahit oldum. Hayat geniş açıdan bakıldığında ne kadar da basit değil mi? Oysa daralıyor açın istemeden…

Dar alanda kısa paslaşmalar var bir de… Nereden bakarsan bak aynı, sadece seçenekleri azaltırız. Oysa attığım yumruklar yalnızlığımı, hasretimi dağıtmıyor. Yüzüme gözüme bulaşan alnımdaki ter bile dağılıyor ama hüznüm dağılmıyor… Rakibimin iradesini kırdığım gibi algımı çevreleyen kalıpları kıramıyorum. Balyoz gibi yumruklarla önüme geleni dağıtıyorum, kimse duramıyor karşımda; ama nedense durmadan izin veriyorum kalbimin kırılmasına! Kalp işte, vazo değil ki kırılan taraflarını tutup yapıştırayım. Kırıldığım yerden kırmak için bu yolu seçtim sanırım, çıkmaz sokakları…

Eve vardığımda ışıklar her zamanki gibi açıktı. Yalnız insanların küçük avuntuları işte, ışık açık olunca sanki biri varmış gibi hisseder, avunurdum… Geçtim aynanın karşısına yaralarımı tentürdiyotla özenle temizledim. Yaktı biraz ama alışkındım nasılsa.  Televizyonun karşısına oturdum, kuruldum tekli koltuğa, açtım herhangi bir kanalı ve olduğum yerde uyuyakaldım. İşte bu kadardı günüm ve gecem, yine yeniden tekrarlanan ve sonucunda aynı boğucu sirkülasyona tabii olan. Bir ara “Baba!” diyen bir ses çalındı kulağıma. Kızım Sıla’nın sesiydi bu, ter kan içinde uyandım. Karşımda aynı loş ışık, içimin boşluğu ayyuka çıktı da aynalardan başka kimseye anlatamadım o an, sustum çaresiz kabullenişle…

-Babaaa!

-Buradayım, buradayım kızım…

Emre BOZKUŞ

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir