Bir zamanlar İstanbul sokaklarında velosipetle cevelân eden iki meymenetsiz vardı. Bunlar sabah erkenden sokağa çıkar, geç vakitlere kadar dere tepe dolaşır, evin düzün yolunu bilmezlerdi. Velosipetle turlar atar, gönüllerince gezer tozarlardı. O tarihlerde hâli vakti yerinde kimselerin Avrupa’da görüp merak ettikleri yeni icatlardan olmasına rağmen velosipetin İstanbul’a çabuk girmiş olması akıl sır erecek iş değildi. Buna mukabil pek çok icadın ilgili ilgisiz ellerde birer züppelik alâmeti gösterdiği bir hakikatti. Ayranı yok içmeye derler; iki uğursuz, er vakit kargalar bet sesleriyle ortalığı elli altıya vermeden zuhur ederlerdi. Osmanlı Yeniçeri ortalarının sefer-i humayûna piyade çıktıkları düşünüldüğünde, at arabalarını bile kolaylıkla refüze edeceğine inanılan bu ahir zaman icadı, süflî işler peşinde koşan iki kılıksızın elinde oyuncak olmuştu. Öyle ki İstanbul sokaklarında türlü şımarıklıklara meyleder, sağa sola sataşıp sözüm ona eğlenirlerdi. Bozacılar, yoğurtçular gibi seyyar esnaftan fukaralar, velosipetli suratsızlardan yılmışlardı. Suratsızlar seyyar zevatın avazını taklit edip onları alaya alır, ata biner gibi velosipetleri dörtnala üstüne sürerlerdi. Şımarıklıkta pek mahirdiler. Süvârilerin iki ayak üzerinde atlarını şaha kaldırmaları gibi arka tekerlekleri üzerinde denge sağlayarak pedal çevirir, seyyarları korkuturlardı. Şaklabanlıkta üzerlerine yoktu. Gezdikleri sokaklarda sirk kumpanyalarının akrobatik hareketler yaptıkları çadırlar kurulu olsa da içlerine girseler yabancılık çekmezlerdi. Hâsılı; ulemanın, sülehanın ve zürefanın aziz mekânı Üsküdar’da böyle cinsi cibilliyeti belirsiz serseri taifesi sevilmez, bu menhusların taklit ve tacizlerine kulak asılmaması, şikâyet mevzuu yapılmaması hususen rica olunurdu.
Meymenetsizlerin yorucu seyrüseferleri, istirahat molaları dışında muhtelif eğlence arayışlarıyla devam ederdi. Gecenin bir saati canları gerdan kırmak ister, kendilerine eğlence ararlardı. Bilhassa sokak düğünlerine davetsiz misafir olmak, düğün alayının yolunu kesmek gibi huyları vardı… Bir gün akıllarına esti, velosipetlerini kenara çekip aşağı indiler.
Modern devirde kapalı salonlarda icra edilen eğlencelere benzer şekilde, hatta bu alışkanlığın görülen ilk numunesi denilse fena olmaz, İcadiye taraflarında bir ahşap konağın geniş avlusunda icra edilen düğün merasimine girmeye karar verdiler. Ahşap konağın kapısından içeri adım atmak üzereydiler ki, istedikleri olmadı. Çünkü merasim çoktan bitmişti. Son dualar vedalar ediliyor, merasim sonrası yerine getirilmesi icab eden ziyaretlerin vakti kararlaştırılıyordu. Bir an için merasim alayını karşılamaya gelen bu iki uğursuzun düğün taraflarından hangisine misafir olduğu yahut olmuş bitmiş merasimde ne iş aradıkları sorusu zihinleri bulandırmadı değil. Zira herkes şaşkın vaziyette onlara bakıyordu. Kılıksızlar oralı bile olmadı, bildiklerini okudular. İkisi de çok rahat, istiflerini bozmadan evvela damatla sonra gelinle selamlaşıp huzurdan ayrıldılar…
Üsküdar’ın o devrinde ahşap ve taş ustaları kendi aralarında bir anlaşma usulü keşfettiler. Bu, şüphesiz onlar için ehemmiyetli bir mevzuuydu. Seyyar esnafın icrayı sanat ederken çığırtkanlık etmesi gibi onlar da birbirlerine seslenirken hususi bir lisan kullanırlardı. Akıllarına nereden esti bilinmez, suratsızlar bir gün cevelânı bu amele taifesinin taklidiyle geçirdiler. Mevzuu şuydu: Ustaların kendilerine has makamda kulak tırmalayan sesleri vardı. Çalışırken birbirleriyle anlaşma vasıtası olarak kullandıkları bu şuursuz bağırma şekli, irticalen belki de çalışılarak öğrenilmişti. İşte taklit ettikleri şey buydu…
Günler geçiyordu. Velosipetli menhuslar boş ve karanlık sokaklarda neredeyse her gece, akıllarına estikçe her fırsatta bağırıyorlardı. Harfleri yuvarlıyorlar, kelimeleri ağızda manasızlaştırıyorlardı. Yaptıklarından garip bir haz alıyor, rahatladıklarını düşünüyorlardı. Rahatladıkça daha fazla bağırdılar. Rahatladıkça daha fazla…
Nihayet velosipet selesi üzerinde mafsallarının uyuştuğu bir akşam yorulmuş, izledikleri güzergâh üzerinde müsait yer bulup durmuşlardı. Yakınlarda, istirahat edecekleri bir park gördüler. Velosipetleri direğe, direk yalnızlığını gidersin onlarla arkadaş olsun diyerek bırakıp parka girdiler. İstanbul’da o tarihlerde parklarda şelale, fıskiye gibi tesisatlar biraz iptidai olsalar da temel çalışma prensipleri itibariyle tek tük mevcuttular. Bilhassa sunî şelaleler, estetik birer manzara olarak değil de, parkta vakit öldürenlere illüzyon hissi veren icatlardı. Bu tarz icatlara bakarak Fizik prensiplerinden dem vuran, illüzyon deyince aklına difüzyon gelen, bahçe sularken gördüğü bir hortumla basınç testi yapma hayalleri kuran yeni yetmelerin dünyamıza teşrifine yarım asır kala dursun, musibetler velosipetleri bıraktıktan sonra geldikleri parkta, bahsedilen suni şelalenin karşısına geçip illüzyonu seyre durdular.
Manzarayı, teşyi ve tasfiye edilmiş eski hayatımızın sunî bir taklidi olarak teşhis ettiler. Bunun üzerine münazaraya başladılar. Aslında konuştukları ehemmiyetli hadiseler değildi. Birbirlerinin öne sürdüğü fikirleri sözüm ona çürütüyorlardı. Bir ara politikaya müracaat etti, matbuata bulaştılar. İki meymenetsizin memleketin kaybolan güzellikleri, politikanın, matbuatın vaziyeti gibi mevzuları kendilerine dert edindikleri falan zannedilmesin. Neden sonra münazaradan vazgeçip eski alışkanlıklarına, yaramazlıklarına döndüler. Seyyar satıcılara yaptıkları gibi bu sefer şelaleye dönüp aynı şeyi yapmaya karar verdiler. Velosipetleri unutmuşlardı. Avazları çıkana kadar şuursuzca bağırdılar, bağırdılar, bağırdılar…
Anlaşılan gecenin tekmil saati bu şekilde geçecekti. Bağırmaların şiddeti gittikçe artacaktı. Bir süre sonra bağırmaların hususiyeti kalmayacağı gibi, seslerinin şelaleye tesiri olmadığını da anlayacaklardı. Hâlbuki su akmaya devam edecekti. Gecenin o saatinde sessizleşen sokaklara nazire yaparcasına gürül gürül gürleyen suyun sesi bütün kâinatı dolduracaktı… Bu vaziyet okuyucuya, şelalenin içinden bir cin çıkacağına dair ima olabileceği intibaı uyandırmasın. Zira herhangi bir sihir söz konusu değildi. Bir defa uğursuzların fevkalade işlere ayıracak vakitleri yoktur. Onlar böyle işlere meyletmezdi. Şelalenin susmayacağına emin olduktan sonra suyun sesini bastırmak için gırtlaklarını yırtarcasına tekrar bağırmaya başladılar. Şelale bütün haşmetiyle gözlerinde büyümeye başladı. Kılıksızlar bağırmaya devam ettiler. Şelale de büyümeye devam etti. Müteessir oldular, korkudan mıdır bilinmez birkaç adım geri gidip şelaleden uzaklaşmak istediler. İşte tam bu esnada ummadıkları bir şey oldu. Yağmur öncesi çakan şimşek gibi gökyüzü aydınlanıp söndü. Dışarıdan bakan biri için bu durum gülünç addedilebilirdi. Şelalenin sesi ansızın kesilivermişti. Suyun kesilmesi demek o iptidai icadın da susması demekti. Suratsızlar kısa bir şaşkınlık devresinden sonra korkularını savuşturdular.
Neden sonra arkalardan bir bekçi çıkıp olan biteni anlamaya çalıştı. Karşısında şuursuzca bağıran iki menhusa uzun uzun baktıktan sonra onlara meydan okudu.
Musibetlerin şevki bir anda kayboldu, gülmeyi kestiler:
-“Ne bariyönüz len manyaklar! Yoğ mu sizin işiyniz gücüynüz? Gaybolun bağım hade!”
Cantürk COŞKUN
Son Yorumlar