Ella Ella

Yüzünde seni arıyorum. Dudakların, kaşların, hatırladığımdan çok daha ince şimdi. Göz çukurların derinleşmiş. Tenin daha esmerdi sanki. Saçların kıvırcık… Rengi yine siyahtı, ama böyle uysal değil. Parlak, oyuncu, kuzguni bir siyahtı… Işıklar oynaşırdı dalgalarında.

Çaresizce gözlerinin derinliklerine dalıyorum. Çok gerilerde kalmış, o tanıdık ışığı arıyorum gözlerinde. Gençliğimin denizlerinden, beni bir zaman, kahverengi kıyılarına bağlayan o ışığı.

O ışığı görsem sanki her şey geri gelecek. Kâğıt bardaktaki şekersiz, koyu çayın sıcaklığı, böldüğün taze poğaçanın buğusu, saçlarındaki sigara kokusu, gülüşünün bittiği yerdeki o ben Parmaklarında gençliğin telaşı, kağıt üzerinde yarım bıraktığın o çiçeği çizmeye devam edeceksin. O şarkının nakaratını mırıldanmayı sürdüreceksin kaldığın yerden. Yine umutsuz bir hayranlıkla izleyeceğim seni. Bana dönüp gülümsediğinde olmadık hayallere kapılacağım. Mırıldandığın şarkının sözlerini yazacağım kitabın arkasına;

“Bu gün yağmur bir kadın saçıdır
yeryüzüne dökülen”

Bardan çıkarken yağmur bastıracak. Sen hem sırılsıklam, hem körkütük… O halinle hiçbir araba almayacak bizi. Bir taksi durdurmak için bulvardaki ağaçların birinin arkasına gizleyeceğim yine seni. Gölgen kalacak o ağacın arkasında. Yıllarca ne zaman bulvardan geçsem, gölgene rastlayacağım. Ağaç daha da büyüyecek, ben yaşlanacağım, ama gölgen hep 19 yaşında. Hâlâ muzip, hâlâ biraz çakır keyif, hâlâ mırıldanıyor o şarkıyı;

“upuzun, ince ince
karanlık, kokulu”

Ne vakit taş mektebin oraya yolum düşse, eski bir yara gibi sızlayacak o giriş katındaki izbe kafe. Matbaa olmuş şimdilerde. Ama o yakışıklı çocuk, hala kareli yeleğiyle ön masada oturuyor. Yakında yine ellerinden tutacak. Bir gece, sokağın bir ucunda gözden kaybolacaksınız. Kaybolduğun o karanlıkta mırıldandığın şarkının bir kısmı asılı kalacak;

“Sen ki, aşkta aldatıldın
Yüreğin taş parçası…”

Yine de sonrasında rastlayacağım sana orada burada. Mimarlığın kantininde, yemekhanede, bahar şenliğinde… Omzumda asılı bir gitar, bazen bir başka kadının eli avuçlarımda. Hal hatır soracağız birbirimize. Ben hep biraz kırgın, sen hep aceleyle… Her vedamızda sessizce fısıldayacaksın sanki;

“Dinle, yağmuru dinle
teselli bul türküsünden”

Sonra çellonun o puslu ezgisi kadar hüzünlü bir ayrılık girecek araya. Upuzun bir ayrılık… O kadar uzun ki, ne zamandı son görüşmemiz, ne konuşmuştuk, en son ne zaman dokunmuştum ellerine “görüşürüz” diyerek, hepsi uçup gidecek belleğimden. O şarkı da olmasa hiç aklıma gelmediğin zamanlar olacak.

Derken günün birinde, bilmem kaçıncı taşınmamda, birkaç eski fotoğrafın çıkacak hiç olmadık bir yerden. Çeyrek asır akmış üzerlerinden belki. Ama sen hala o kadar genç, o kadar güzel Gözlerinde hâlâ o sıcak, o kahverengi pırıltılar. Heyecanla sana göndereceğim o resimleri. Varlıklarından bile habersizsin. Biliyorum, o günlerden pek fotoğrafın da yok üstelik.

Ama hiç haber çıkmayacak senden. Belki de unuttun beni. Bunu anlarım. Ama ya o fotoğraflardaki genç kızı? Onu unutmuş olamazsın.

Aylar sonra bir mesajın gelecek;

“Fotoğrafları görünce şok oldum… Çok nadir giriyorum facebooka. Harika bunlar, Çok teşekkür ederim.”

Kısa bir sohbet yılların ardından. Telefon numaralarını alıp vereceğiz karşılıklı. “Mutlaka görüşelim” diyeceğiz… Vedalaşacağız.

Tam ayrılacağım, o birkaç satır düşecek ekrana;

“Kaan, ben kanserim… İki senedir…”

Ne diyeceğimi şaşıracağım. Allah’tan, o uzun sessizliğe hiç mahal vermeden yazmaya devam edeceksin sen;

“Ama iyileşiyorum yavaş yavaş… Tedavi çok iyi gidiyor. Şu an tek başıma dışarı çıkamıyorum, ama çok yakında… ” Sonra ekleyeceksin;  “O günlerden en çok seni özlüyorum.”

…………………………………………

Ölüm haberini aldım bugün. Kanser beyne sıçramış dediler. İnsanın yaşamı adım adım geride bırakması nasıl bir şeydir, nasıl bir çocuk gibi korkar, bilirim. Ölümün kıyısında, bir pencereden dışarı bakarken ertesi sabaha onsuz bir dünyanın birkaç kişi dışında neredeyse hiç değişmeden akacak olması nasıl isyan ettirir içten içe…

Biliyor musun, ben neredeyse emindim senden önce öleceğime. Ardımdan belki sen birkaç satır yazacaktın. Bu boktan işin senin üzerine yıkılmasını tercih ederdim…

Ölmüş olabilir misin gerçekten? O eski şarkının son dizelerini bana bırakarak;

“Her şey olur, her şey büyür,
Her şey geçer, hayat kalır.”

Kaan BAHADIR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir