Cengiz Dağcı’nın “Söyleyin Duvarlar” Şiirindeki Değişmeler-I

22 Eylül 2011 tarihinde Londra’daki evinde vefat eden, hiç beklemediğimiz bir şekilde 1 Ekim 2011 tarihinde Kırım’ın Akmesçit şehrinde cenaze namazını kıldığımız ve 71 yıl ayrılıktan sonra köyü Kızıltaş’ta anne toprağın koynuna yatırdığımız CENGİZ DAĞCI’nın aziz ruhuna Fatihalarla…

 

Cengiz Dağcı ülkemizde önce romanları ile tanınmıştır. 1956 yılından itibaren Varlık Yayınevi tarafından yayınlanmaya başlayan eserleri, Kırım ve II. Dünya Savaşı hakkında normal Türk okurunun pek gündeminde olmayan olay ve fikirleri de içermekteydi.

Dağcı’nın kişiliği, eserlerinin yayınlamaya başlamasından itibaren büyük ölçüde roman kahramanları ile birbirine karışmakta idi. Haluk’un Defterinden ve Londra Mektupları (1996), Yansılar 1-5 (1988-1994) serisi ve Hatıralarda Cengiz Dağcı (1998) gibi eserlerinin yayınlanması ile Dağcı’nın biyografisindeki ayrıntılar ortaya çıkmaya başlar. Bu eserlerdeki ipuçları değerlendirildiğinde, roman kahramanları ile kendi hayatının kesiştiği ve ayrıldığı yerler de belirginleşir. Başlangıçta bir nevi kendi hatıralarının yansıması gibi değerlendirilen romanlarının, aslında kurmaca âleme taşınmış ve orada yeniden inşa edilmiş eserler olduğu daha iyi anlaşılır. Dağcı bu durumu kendisine çok sık sorulan “Sadık Turan[1] siz misiniz?” sorusuna verdiği “Hayır o bir roman kahramanıdır.” anlamına gelen cevabı ile vurgular.[2]

Sovyetlerin 1990 yılından itibaren dağılması ile Ukrayna’da kalan Kırım’a hâkim olan nispi hürriyet havası, burada Cengiz Dağcı hakkında çalışmalar yapılmasını da sağlar. 17 Mart 2014 tarihinde Rusya’nın Kırım’ı cebren ilhakına kadar süren bu devrede, hem Cengiz Dağcı’nın eserlerinden bazıları Kırım Tatar Türkçesi ile yayınlanmaya başlar hem de Cengiz Dağcı hakkında bazı eserler ortaya konur.

Cengiz Dağcı’nın şiirlerinin büyük bölümüne ancak bu dönemde yayınlanan eserler aracılığı ile ulaşmak mümkün olmuştur. Kırımlı iki yazarın hazırladığı iki kitapta, Cengiz Dağcı’nın şiirlerinin önemli bir bölümü toplanmıştır.  Bu iki kitapta toplam 39 şiir vardır.[3]

Rıza Fazıl’ın hazırladığı kitapta 37 şiir vardır. Yunus Qandım’ın kitabında ise 20 şiir bulunmaktadır. Bu şiirlerin 18’i ortaktır. Yunus Qandım’ın kitabında bulunan 2 şiir, Rıza Fazıl’ın kitabında yoktur. Bunlar eklendiğinde Dağcı’nın iki kitapta toplam 39 şiirinin yer aldığı görülür. Rıza Fazıl’ın kitabındaki 8 şiir Cengiz Dağcı’nın Anneme Mektuplar[4] romanında geçen manzumelerden derlenmiştir. Biz bu romanı tekrar gözden geçirdiğimizde Cengiz Dağcı’nın Rıza Fazıl tarafından kitaba alınmayan 7 şiirinin daha bulunduğunu gördük. Rıza Fazıl’ın kitabında bulunan 9 bitmemiş şiire Anneme Mektuplar’da belirlediğimiz diğer 7 parçayı da eklersek, Dağcı’nın 16’sı bitmemiş, 30’u tam şiir olmak üzere, toplam 46 şiirinin bulunduğunu söyleyebiliriz. Emel Dergisinin Mayıs 2016 tarihinde basılmış Ocak-Aralık 2012’ye ait tek ciltte toplanan 238-241. sayılarında, Cengiz Dağcı’nın bilinmeyen bir şiiri daha yayınlanmıştır.[5] “Ant” başlığını taşıyan bu şiirle, şairin şiirlerinin sayısı 47’ye ulaşır.[6]

Cengiz Dağcı şiire 1936 yılında, ortaokul öğrencisi iken başlar. Akmescit’de 13. Tam Ortaokulda öğrencisi olduğu Edebiyat Öğretmeni Safiye Akimova’nın yönlendirmeleri ile ilk şiiri 1936 yılında Gençlik Mecmuasında çıkar. Bu şiir “Kış” adını taşır. Yine aynı yıl aynı dergide “Kart Anay ve Eçkisi” isimli uzun şiiri yayınlanır.

1939 yılında Bahçesaray’a bir gezi yapar ve Hansarayı’nı gezer. Bu gezinin etkisi altında “Söyleyin Duvarlar” isimli şiirini yazar. Bu şiir de uzun bir metindir. Şiiri Edebiyat Mecmuası editörü Şâmil Alâddin’e verir. Editör, şiirin mevcut haliyle yayınlamasının Cengiz Dağcı’yı hapse götüreceğinin farkındadır. “Söyleyin Duvarlar” 1939 yılında rejime ters düşen mısraları Şâmil Alâddin tarafından değiştirilerek yayınlanır.[7]

Bahçesaray gezisinin Cengiz Dağcı’yı çok etkilediğini, o gezinin izlenimlerinin Hatıralarda Cengiz Dağcı kitabına geniş bir bölüm olarak yansımasından da anlayabiliyoruz. Ancak bundan yıllarca önce yazdığı ve 1956 yılında yayımlanan Korkunç Yıllar isimli romanında da bu etkinin izleri vardır. Roman kahramanı Sâdık Turan da tıpkı Cengiz Dağcı gibi Bahçesaray’a gider, Hansarayı’nı gezer ve ondan derinden etkilenir. Romanın kahramanı Sadık Turan 1937 yılında başladığı Kayabaşı Orta Mektebi’nde okurken Tokal Camii minaresinin yıkılışına tanık olur ve bu onu derinden yaralar. Ardından babası ile Bahçesaray’a teyzesinin yanına gider. Ertesi günü akşamüstü Hansarayı’nı gezer. Sarayın kapısından girdiği andan itibaren ruhu, Kırım Giraylarının kahramanlıkları ile dopdoludur. Sarayı ve Girayların mezarlarını gezer, onların ruhları ile söyleşir. Sarayın bakımsız bahçesinde bir akasya ağacının gölgesine oturur. Kalemini çıkarır, defterini açar.  “Söyleyiniz Duvarlar” isimli bir şiir yazmayı düşünürken uyuya kalır.

Rüyasında üç yaşlı ihtiyar ve onların güreştirdiği 12-13 yaşlarında iki çocuk görür. Sâdık Azamat’ın Oğlu Arslan Bey hikâyesini rüyasında bu ihtiyarların birinden dinler ve Kırım ve Kazan tarihine bir yolculuk yapar. Dağlardan, ormanlardan derelerden geçer, çeşitli meşakkatlerden sonra bir dağ doruğundan Bahçesaray’ı görür. Bahçesaray ve Hansarayı eski mamur hali ile gözünün önündedir. Bu arada şehre dörtnala yaklaşan sekiz on atlı görünür. Dedeye bunların kim olduğunu sorar. Dede, Rusların Kazan’a saldırdığını, Kazan Hanı Süyün Bike’nin Giray’dan yardım istemek için bu atlıları gönderdiğini söyler. Sonra sarayın kapısından Kırım Hanının liderliğinde çıkan bir asker denizi, Kazan’a yardım etmek üzere ilerlemeye başlar.

Sâdık, Hansarayına giren demir nalçalı Rus askerlerinin çıkardığı gürültü ile rüyasından uyanır. Ve hâlihazırdaki acı gerçekle yüz yüze kalır.[8]

Burada Cengiz Dağcı’nın biyografisi ile örtüşen noktalar bulunmakla birlikte, roman kahramanının Bahçesaray’a babası ile birlikte gitmesi ve o gece teyzesinin evinde kalması gibi değiştirmeler bulunduğunu da görürüz.

Dağcı bundan yıllar sonra 1998 yılında yazdığı Hatıralarda Cengiz Dağcı kitabında bu olayı, Bahçesaray gezisini, şiirin yazılışını ve yayınlanışını şöyle anlatır:

“Sarayın kapısından girip, geniş avlunun orta yerindeki Kırım haritası şeklindeki mer­mer havuza bakarken, havuzun billur sularında kendi yansımı görüyordum; harem odalarının pencerelerine bakarken, pencerelere asılı altın kafeslerde cennet kuşla­rının cıvıltılarını duyuyordum; çifte minareli sarayın ca­miinde okunan sabah ezanlarını duyuyordum. Oysa ca­miin kapıları kapalıydı. Havuz kurumuştu. Harem odala­rından çıt çıkmıyordu. Yaşamsızdı saray. Gecesizdi. Gündüzsüzdü. Ölüydü saray.

Ama neden?

Herkes biliyordu ölümün nedenini.

Soru neden değil, nasıl olmalıydı.

Nasıl?

Nasıl?

Nasıl?

Gün boyu sarayın salonlarında, harem odalarında dolandım; Gözyaşı Çeşmesi önünde durdum amaçsız; Gerayların mezarları arasında gezindim, bilmem neden: Ve içimde hep aynı soru tekrarlandı: Nasıl?

Hiç kimse duymadı, hiç kimse yanıtlamadı soruyu; gidip han sarayını çeviren yüksek duvarlara sordum.

Bahçesaray’ı ziyaretim önemli oldu benim hayatım­da. Özellikle Hansarayı. Sarayın (Kırım hanlarının beğe­nilerine uygun) İtalyan mimarları tarafından inşa edildi­ğini de o gün öğrendim.

Deo Gratias! (teşekkürler)

***

Genç hayatımın Kızıltaş’tan değişik bir anlam ka­zanmış duygusuyla döndüm Bahçesaray’dan Akmescit’e ve bir müddet sonra “Söyleyin Duvarlar”a. Edebiyat Mecmuası’nın bürosuna koyuldum. Yalnızca eski paltomun koyun cebi değil; kafam ve gönlüm de şiirle doluydu.

Dergiyi çıkaranlar “Söyleyin Duvarlar”da göreceklerdi bunu. Görmemeleri kabil değildi.

Derginin redaktörlüğünü Şamil Alâdin yapıyordu o günlerde. Yaşı otuzlarında, yakışıklı bir adam. Sadece şiirimi bırakıp gidecektim dairede, güler yüzle karşıladı beni Şamil Alâdin; oturduğu masasının gerisinde ayağa kalkıp elimi sıktı, oturmamı istedi. Karşı karşıya oturduk.

Şamil Alâdin’le ilk karşılaşmamdı.

Şiir uzunca bir şiirdi; Şamil Alâdin’in kendisi okumak istedi. Ve okudu.

Okuyup bitirince şiiri masasının üzerine koydu, bir süre, uzunca bir süre, Söyleyin Duvarlara baktı.

Neler düşünüyordu?

Geçmiş zamana şahit olmuş ama sessiz duyusuz sembolden başka bir şey değildi Hansarayını çeviren duvarlar. Konuşamazlardı. Hiçbir şey söyleyemezlerdi. Yine de, benim görmediğim ve duymadığım, bir şeyi görmek ve duymak istercesine bakıyordu “Söyleyin Duvarlar”a Şamil Alâdin.

Neden sonra bakışlarını yüzüme kaldırdı.

Duvarların sessizliğinde gizemli bir şey varmış meğer!

‘Şiirini basamayız Edebiyat Mecmuası’nda,’ dedi Şamil Alâdin, ‘Burada basılamaz.’

Neden?

Susuyordu.

Az sustuktan sonra inciltilmiş bir sesle sürdürdü:

‘Şiirin dili (Zavallı Şamil Alâdin! Türkiye Türkçesine diyemezdi elbet!) Azerbaycancaya yakın. Azerbaycan’da basılır belki… ama Edebiyat Mecmuası’nda basılamaz.’

Şiirin Şamil Alâdin’i nasıl bir şekilde etkilediğini bilmiyordum. Düşünemiyordum da; mahcup, şiirle bürodan çıkacaktım, yanımda şiirin başka bir kopyası olup olmadığını sordu Şamil Alâdin ve olumlu cevap alınca, ‘Söyleyin Duvarlar’ın derginin idarehanesinde kalmasını istedi.

Bununla beraber mesele kapanmış olacaktı.

Aslında üzerinde durup düşünmeye değmezdi. Şiire hevesli bir ortaokul öğrencisi az mı şiir yazardı. Çoğu, belki hiç birisi, dergi ve gazete sayfalarına ulaşmadan, kaybolup giderlerdi. Derginin yöneticisi benimle konuşmuş, oturduğu yerinden ayağa kalkıp elimi sıkmıştı. Bu kadarı yetiyordu bana.

Ama şiir çıktı dergide.

Şiiri yazarken yaptığım hata ve fazlalıkların bilincinde değildim. Benim tanıyamadığım şekliyle çıktı şiir Edebiyat Mecmuası’nda. Yalnızca sözcükler değil ruhu da değiştirilmiş, (daha fazla) ölü bir şekilde çıktı şiir. Çok genç yaşımda Hansarayı’nın sessizliğini anlamam imkânsız olduğu gibi, zamanımızı anlamamın da imkânsızlığı düşünülmüştü herhalde.

Şairliğim üzerine bu kadar.”[9]

Alıntıladığımız bu bölümlerde Cengiz Dağcı’nın Hansarayı ziyaretinden son derece etkilendiğini görebiliyoruz. Komünist eğitimin ve yönetimin millî duyguları şiddetle bastırması, millî tarihinin gerçeğini ve önemi bilen aydınlar için son derece boğucu bir hava yaratır. Bu havadan rüya veya hayal yoluyla bir dereceye kadar kurtulmak mümkündür. Ancak bu kurtuluş geçici bir durumdur. Sonunda kişi katı gerçekle yüz yüze gelecek ve gerçek hayatını bu atmosfer içinde yaşayacaktır. Korkunç Yıllar romanının kahramanı Sâdık Turan katı gerçekten, Hansarayı’nın bahçesinde uykuya dalarak bir süreliğine kurtulur. Rüyasında Kırım Hanlığının güçlü olduğu dönemlerde dolaşır. Ama bu mutluluk fazla sürmez. Kahramanı bu tatlı rüyadan Rus askerlerinin postal sesleri uyandırır. Hem de mefahiri ile sarmaş dolaş olduğu tarihinin merkezinde, Hansarayı’nda… Bu, son derece trajik bir durumdur.

Cengiz Dağcı’nın gençliğinde yaptığı Bahçesaray ziyareti ise gerçek hayata aittir. 20 yaşında bir delikanlı olan Dağcı, içten içe yönetime karşı isyan duyguları beslemektedir. Kapısından girdiği terk edilmiş, harap olmaya yüz tutmuş Hansarayı, onun bilinçaltını harekete geçirir ve bu Kırımlı genç gerçekle hayalin birbirine karıştığı yeni bir dünyaya girer. Sarayın Kırım haritası şeklindeki havuzu su ile dolar. Saray canlanır. Minarelerde ezanlar dile gelir, cennet kuşları cıvıldamaya başlar… Yahya Kemal’in “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” şiirinde yaşadığı haleti ruhiyeye benzer bir şekilde, “Tozlu zaman perdesi” aradan kalkar. Tarih ile halihazır bütünleşir. Daha doğrusu şimdiki zaman tarihin haşmetli dönemlerine evrilir. Bu, Dağcı’nın içinde bastırılmış olarak duran milli duyguların bir patlamasıdır. Bir gününü geçirdiği Hansarayı’ndan gönlü, zihni ve ruhu milli duygularla yüklenmiş olarak ayrılır. Dağcı’nın sarayın bütün sırlarına ve geçmişine vâkıf bir eleman olarak gördüğü etrafı çevreleyen duvarlar, artık bir sembole dönüşmüştür. Duvarlar sarayın gecesine gündüzüne, orada yaşananlara, Kırım’ın tarihine şahittir. Hükümdarların yakınında onlara hizmet eden dilsiz kişiler gibi, geçmişin bütün sırlarını içlerinde saklarlar. Dağcı da Kırım tarihinin sırlarını sarayı çevreleyen bu duvarlardan öğrenecek ve onları bugüne aktaracaktır. . Gençliğin verdiği cesaret de gezinin izlenimlerine eklenince, millî bir neşide diyebileceğimiz Söyleyin Duvarlar şiiri ortaya çıkar. Şiirin dilinin Türkiye Türkçesine yakınlığını yine Cengiz Dağcı’nın ifadelerinden anlıyoruz. Şamil Alaaddin muhtemelen şiiri okuduktan sonra ondaki milliyetçi havayı görünce, içinde bulundukları ortamda böyle bir şiirin yayınlanmasının imkânsızlığını anlamıştır. Belki de genç şairi kırmak istemediğinden, şiirin dilini bahane olarak öne sürmüştür. Ama şiir bir süre sonra, Edebiyat Mecmuası editörü Şâmil Alâddin tarafından bazı mısraları değiştirilerek yayınlanır. Fakat Cengiz Dağcı’nın deyişiyle ruhunu kaybetmiş, ölü bir şekilde…

Şimdi şiire bir göz atalım:

Dağcı, Hansarayı’nı gezerken çok etkilenmiş ve geçmişe özlemini ifade ettiği uzun bir şiir kaleme almıştır. O, sarayın tarihi havasında kaybolur ve suskun duvarlardan kendisine tarihini anlatmalarını ister. Bu hislenmelerle Cengiz Dağcı tarafından oluşturulan metin, Sovyet rejiminin ilkelerine ve anlayışına son derece terstir ve şairini en iyi ihtimalle hapse götürecektir. Şâmil Alâddin, genellikle kıtaların sonunda yaptığı müdahalelerle şairin zarar göreceği bir uygulama ile karşılaşmasını önlemeye çalışır. Elbette böyle bir metni yayınladığı için kendisinin de zarar görmesi söz konusudur.

Şiir 5 bölümden oluşur. 12’li hece ölçüsü ile yazılmış ve düz kafiye tercih edilmiştir. Dörtlükler halinde düzenlenmiştir. 1. Bölümde 4 dörtlük bir de ikilik vardır. 2. Bölüm 5 dörtlükten; 3. Bölüm 4 dörtlük 1 ikilikten, 4. Bölüm 6 mısradan, 5. Bölüm ise iki dörtlükten oluşur. Söyleyin Duvarlar, 70 mısra uzunluğunda bir şiirdir. İkinci bölümün sonunda sıra noktalarla işaretli bir satır vardır. Bu iki anlama gelebilir. Ya, Dağcı zihninde olan bazı mısraları buraya aktarmamıştır ya da editör sakıncalı bulduğu ve düzeltme imkânı olmadığı için, buradan bazı mısraları çıkarmıştır.

Dağcı, kendi tarihine olan merakını Pedagoji Enstitüsünde Klyuçevski’nin Rusya’nın Ortaçağ Tarihi isimli kitabından “Moğol ve Altın Orda” konularını okuyarak gidermeye çalışmaktadır. Muhtemelen bu sıralarda gittiği Bahçesaray ve bilhassa Hansarayı onu çok etkiler. Resmi tarihin “haydutlar yatağı” olarak öğrettiği ve değersizleştirmeye çalıştığı Bahçesaray ve Hansarayı, kendi tarihini öğrenmek arzusu ile içi kavrulan bir Türk gencinin, kendisine okutulan kitaplardakileri bir tarafa bırakıp, bilgiyi doğrudan tarihin kendisinden alma çabasının bir ürünü olarak şiire girer. Dağcı bilgiyi, tarihini, doğrudan doğruya Hansarayı’nın duvarlarından öğrenecektir. Sarayın suskun duvarları ile ruhu arasında şairane bir bağ kuracak ve işin aslını bu duvarlara soracaktır. Dolayısıyla şiirin ismi, esir bir ülkenin genç öğrencisinin, rejim tarafından kendisine yanlış ve güdümlü aktarılan tarihin gerçeklerini, bizzat o tarihin tanığı olan bir yapıdan öğrenme arzusunun sembolü olarak karşımıza çıkar: Söyleyin Duvarlar[10]

SÖYLENİZ DİVARLAR

CENGİZ DAĞCI

I

Men kirem qocaman saraynıñ içine,
Men kirem baş eğip insanlar küçüne,
Men kirem kuneşli künümni quçaqlap,
Men kirem lânetli keçmişni hatırlap.

Sus tilim! Söyleme, söyleme, söyleme!
Divarlar söylesin, sen ise, kel diñle!
Divarlar pek qarttır, divarlar tarihtır,
Divarlar tökülgen qanlarğa şaattır.

Söyleñiz siz maña, söyleniz divarlar!
Sarayda ne oldı, sarayda neler bar?
Söyleñiz, ne yerde güzeller ağladı,
Qalbinde sevgini nelerge bağladı?

Ne yerde, nasıl han atlandı atına?
Qaysı bir qapıdan çıqtı o yatına?
Qaysı bir topraqta duşmannen çarpıştı?
Ne yerde baş kesip atlısı çapıştı?

Söyleñiz! Ne içün edi kötekler?
Kim içün yırtıldı o qanlı etekler?

İşte karşısında kocaman bir saray durmaktadır. Duvarları arasında onun bilmediği, kendisine okutulan tarih kitaplarının yazmadığı sırları saklayan bir tarihi binanın kapısındadır. Bu yapı daha kapısında iken, ona güçlü bir geçmiş duygusunu telkin eder. Binanın içine girmeden, önce orada yaşamış insanların gücüne baş eğmek gerekir. Tarihi yapı, kapısında duran gençte bu ruh halini oluşturur. Bu “kocaman” sarayda, “kudretli” insanlar yaşamışlardır. Tabiat güneşli ve güzel bir günüyle bu manzaraya eşlik etmektedir. Işıklı, aydınlık, sıcak bir gün… insana çevre ve tarihle dostluk kurmayı ilham eden bir gün. Gencin içini ısıtan ve aydınlatan bir gün. Dağcı bu güneşli günü kucaklayarak, “gönlü ışıklarla dolu bir şekilde” sarayın kapısından içeri adım atacaktır. Ancak dördüncü mısrada, bu tarihe dost ve cedlere hayran ruh hâli birden tersine döner. Dörtlüğün büyüsü son mısra ile bozulur:

Men kirem lanetli keçmişini hatırlap

Bize göre şiirin ilk dörtlüğünün Şâmil Alâddin tarafından değiştirilen mısraı budur. Bu mısra, bağlam/ kontekst açısından bakıldığında ilk üç mısraın anlam dünyasına tamamen aykırıdır. İlk mısralarda hâkim olan cedlere ve yapıya hayranlık duygusu, son mısrada yerini nefret duygusuna bırakır. Devreye Sovyetlerin resmi görüşünün ürünü olan bir mısra girer. “O sarayın lanetli bir geçmişi” vardır. Orası haydutlar yatağıdır. Zaten sonraki kıtalarda da bu müdahaleler açıkça belli olmaktadır. Şiirdeki kıtaların yapısı genel olarak; saraya, atalara ve tarihe hayranlık ifade eden ilk üç mısradan sonra, nefret ifade eden dördüncü mısraların gelişi şeklinde oluşmaktadır.

İlk bölümün ikinci kıtası da aynı özelliği gösterir.

Sus tilim! Söyleme, söyleme, söyleme!

şeklindeki ilk mısra, okulda öğretilenlere inanılmadığını gösterir. “Söyleme” kelimesinin üç kere tekrarı, bu bilgiden şüphenin en güçlü ifadesidir. Gerçek okul kitaplarında değil, bu sarayın duvarlarında gizlidir. Çünkü o duvarlar çok yaşlıdır, tarihi yaşamışlar ve kendilerinde hıfz etmişlerdir. Öyleyse sarayın tarihini en iyi bu duvarlar anlatabilir. Şaire bütün bildiklerini unutmak ve duvarların söyleyeceklerini dinlemek düşer. Ancak kıtanın son mısraında büyü tekrar bozulur:

Divarlar tökülgen qanlarğa şaattır.

Bu mısra ile tekrar Sovyetlerin resmi ideolojisine dönülür. Bahçesaray’da yaşamış hanlar, kan dökücü haydutlardır. Bu mısra da şiire editör tarafından eklenmiştir, diyebiliriz.

Bu mısradan sonra gelen üçüncü ve dördüncü kıtalarda şair tekrar tarihi gerçek yüzüyle öğrenme arzusunu belirtir. Sarayın gerçek yüzünü duvarlar söyleyecektir. “Bu sarayda yaşamış güzeller nelere üzülüp ağladılar? Onlar, kalplerindeki sevgiyi nelere bağladılar?” gibi sorulara güngörmüş (asır-dide) duvarlar cevap verecektir. Şair dördüncü kıtada da duvarlara merak ettiği soruları sormaya devam eder. Han atına nerede, nasıl bindi? Sarayın hangi kapısından dışarı çıktı? Hangi topraklarda hangi düşmanlarla çarpıştı? Emrindeki atlılarla birlikte nerelerde baş kesip at sürdüler? Bütün bu sorular önce sarayın harem hayatına duyulan merakı gidermeye, sonra da hanların ortaya koydukları tarihin, kazandıkları zaferlerin öğrenilmesine yöneliktir. Tarih kitaplarının vermediği bilgiler bu duvarların hafızalarında saklıdır. Saray yaşantısını ve savaş tarihini öğrenme arzusu bu kıtalara sinmiştir. Bu iki kıtada da Kırım tarihine pozitif bir bakış vardır.

Bakış açısı birinci bölümün son iki mısraı ile değişir:

Söyleñiz! Ne içün edi kotekler?
Kim içün yırtıldı o qanlı etekler?

Kısaca, Kırım Hanlarına “Bu haydutlukları niçin yaptınız?” diye sorulur bu mısralarda. Elbette söz konusu iki mısra da şiirin genel akışına, yani metnin bağlamına aykırı durmaktadır. Bu mısralar da editör tarafından eklenmiş veya değiştirilmiştir. Şiirin 18 mısralık birinci bölümü şairin saray, Kırım tarihi, sarayın içinde yaşayanlar ve yaşananlar hakkında saray duvarlarına sorduğu sorulardan oluşur.

(Son bölümü 15 Ekim’de)

 (Doğumunun 100. Yılında Cengiz Dağcı’ya Armağan,
Ed. Alev Sınar Uğurlu, Selçuk Kırlı-, Bengü Yayınları, Ankara, Mart 2019, ss. 91-102.)

İsa KOCAKAPLAN

Dipnotlar

[1] Korkunç Yıllar ve Yurdunu Kaybeden Adam romanlarının kahramanı.
[2] Dağcı Yansılar 2’de bu konuda şunları yazar: Edebiyat çevrelerinde çok tekrarlanan bir soru ve soruya ünlü bir cevap var: Floubert’e, Madam Bovary kim? diye sormuşlar; Floubert de Madam Bovary benim diye cevaplamış soruyu. Şimdi ben kalkar da Anneme Mektuplar’ın Saf’ı (veya Topkayacı’sı) benim dersem, okur inanır mı acaba? Korkunç Yıllar’ın ve Yurdunu Kaybeden Adam’ın Sadık Turan’ının Cengiz Dağcı’dan başka bir kimse olmadığına inandılar da, neden Topkayacı’nın Dağcı’dan başka bir kimse olmadığına inanmasınlar? Oysa değilim. Ne Saf, ne Sadık Turan. Ben Cengiz Dağcı’yım. Saf’la, Sadık Turan’larla, Selim Çilingir’lerle hiç mi ilişkim yok? Var tabiî. Onları kendi ruhumda ve kendi hayatımda buldum önce. Varlıklarını kendi içimde taşıdım uzun yıllar. Sonra başkalarının tanımaları gereğini duydum ve özledim ve onları kendi ruhum ve dimağımdan çıkarıp okura sundum. Bu kadar.” (Yansılar 2, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1990, s. 136)
[3] Rıza Fazıl, Sevdiğim Yalta, Simferepol 15.06.2012, 320 s. (Kitap iki bölümdür. Birinci bölüm Kiril alfabesi iledir. İkinci bölüm ilk bölümün Lâtin alfabesi ile verilmiş şeklidir.); Yunus Qandım, Hatıralarda Cınğız Dağcı, Aqmescit  16.07.2012., 152 s. (Lâtin alfabesi ile neşredilmiştir.)
[4] Cengiz Dağcı, Anneme Mektuplar, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1988, 503 s.
[5] Çağatay Koçar, “Cengiz Dağcı’nın Bilinmeyen Şiiri”, Emel Dergisi, S. 238-241, Ocak-Aralık 2012, s. 32-36.)
[6] Cengiz Dağcı’nın şiirleri hakkında yapılan etraflı değerlendirmeler için bkz.: Salim Çonoğlu, “Cengiz Dağcı’nın Şiirleri Üzerine Bir Değerlendirme”, Vatanı Dilinde Cengiz Dağcı Kitabı (Haz.: İbrahim Şahin-Salim Çonoğlu), Ötüken Neşriyat, İstanbul 2017, s. 265-298.; İsa Kocakaplan, “ Dağcı’nın Şiiri yahut Tabiatın Hüzünlü Şarkısı”, Age, s.299-318.
[7] Cengiz Dağcı Hatıralarında şiirin Edebiyat mecmuasında yayınlanış tarihi olarak 1939 kışını verir (bkz. Yansılar 2, s. 173), ama Rıza Fazıl’ın kitabında şiirin 1940 yılında yayınladığı kaydı vardır.
[8] Cengiz Dağcı, (2014),  Korkunç Yıllar, Ötüken Neşriyat, İstanbul, s.27-38.
[9] Cengiz Dağcı, (1998), Hatıralarda Cengiz Dağcı, Ötüken Neşriyat, İstanbul, s. 54-57.
[10] 1940 (Sevdiğim Yalta, s. 202-204)

KAYNAKLAR

– Çonoğlu, Salim, (2017),  “Cengiz Dağcı’nın Şiirleri Üzerine Bir Değerlendirme”, Vatanı Dilinde Cengiz Dağcı Kitabı (Haz.: İbrahim Şahin-Salim Çonoğlu), İstanbul: Ötüken Neşriyat, s. 265-298.
– Dağcı, Cengiz, (1988), Anneme Mektuplar, İstanbul: Ötüken Neşriyat.
– Dağcı, Cengiz, (1990), Yansılar 2, İstanbul: Ötüken Neşriyat.
– Dağcı, Cengiz, (1998), Hatıralarda Cengiz Dağcı, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1998.
– Fazıl, Rıza, (15.06.2012), Sevdiğim Yalta, Simferepol.
– Kocakaplan, İsa, (2017), “ Dağcı’nın Şiiri yahut Tabiatın Hüzünlü Şarkısı”, Vatanı Dilinde Cengiz Dağcı Kitabı (Haz.: İbrahim Şahin-Salim Çonoğlu), İstanbul: Ötüken Neşriyat, s.299-318.
– Koçar, Çağatay,  (Ocak-Aralık 2012),  “Cengiz Dağcı’nın Bilinmeyen Şiiri”, Emel Dergisi, S. 238-241,  s. 32-36.
-Qandım, Yunus, (16.07.2012), Hatıralarda Cınğız Dağcı, Aqmescit. http://www.vatankirim.net/yazi.asp?yaziNo=83 (Erişim:12.07.2018)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir