Eleştiri Eserden Uzun Yaşamaz
Enis Batur, ‘Kurmaca metin “klasikleşme” yolunu tutmak için çoğu kez elli yıl bekler; eleştirel metin ise bu süre içinde geçerliliğini yitirir’, diyor. Ben bunun bilincinde olarak yaklaşıyorum, İmdat Avşar hikâyesine.
Hayatın neler getireceği bilinmez. Hangi eserin çok satacağı ve kalıcı olacağı. Kitaptan okuyup malumat edindiğin insanla konuşmak bir başkadır. Huyunu, suyunu, geçmişini, dedikodusunu, arızalarını, hayallerini bildiğin biriyle çay içmenin lezzeti ayrı, can-ciğer kuzu sarmasıdır. İmdat Avşar Çiğdemleri Solan Bozkır’da abdalları anlatıyor. Folklorik veri noktasında zengin bir birikime ve abdalları yakından gözlem gücüne sahip Avşar. Bu gözlem her hikâyesinde kendisini gösteriyor.
Bir yazarın nasıl anlattığı onu diğerlerinden ayıran üslubudur. İmdat Avşar kendi üslubunu oluşturmuş bir yazar. ‘Yoksulluk ve kıştan titreyen, suyu soğulmuş değirmene dönen kerpiç evler, insanı kesen yokluk kılıcı’ gibi deyim ve tanımlar hikâyeleri güzelleştiren, yoksulluğu derinden hissettiren etkisi ile okurla karakter arasında sıcak bir bağ kurabiliyor. Sosyolojik olarak fakirlerin dünyayı algılama biçimini hikâyelerdeki bu tür tanımlarla açıkça anlıyoruz.
‘Tifsimek, körsen ışıklar, muska suyu içmek, aç itin bazlama kaptığı gibi, duluk, pusmak, koygun, çömçe’ gibi yerel kelimeler hikâyede güçlü bir atmosfer kurmasını sağlıyor. Aynı zamanda yerel olmaktan çıkartıp edebiyat eserini güçlendiren bir etkiye ulaştırıyor bu tür kelimeleri İmdat Avşar.
Çocukluğumuzu anlatıyor her hikâyesinde. Yoksul Orta Anadolu şehir ve köylerini, Kırşehir’i çevresiyle, abdalları ve Türkmenleri. Hemen her yönüyle. 1960’lı yıllardan sonraki tarihimiz dile geliyor; yoksul(n)luklar içinde okuyan, öğretmen olan idealistlerin hikâyeleri. Ortaokulda müzik derslerinde çektiğimiz zulmü anlatıyor mesela. Belki bütün Türkiye’de vardı böyle hikayeler. O yıllarda burnundan kıl aldırmayan müzik öğretmenleri giriyordu derslerimize. Saz yerine mandolin, kaval yerine flüt çalmak hangi mühendisliğin sonucuydu bilinmez. Notalarla sürdürülen müzik dersindeki zulümlerden bugüne bir müzik ve estetik yükseliş kaldı mı bilmiyorum. Hayatın acıları ile beslenen ürkülerimiz bu derslere giremedi. Resni gündemin dışında bestelendi, dile geldi o türküler. Resmi ideolojinin fiyakasını bozuyordu herhalde. Muhterem hikâyesinde bunu çok güzel anlatır İmdat Avşar.
Çiğdemler Neden Solar?
Bozkıra neden çiğdemleri soldu diye baktığı, yoksulların bütün rüyalarının buzdan bir doğaya niçin yenildiği sorudur bir yerde. Kitap adları derin çağrışımlar yapar, yazarın iç dünyasını ele verir. Psiko-analitik incelemeye konu olacak bu tür bakışlar, gençlik yaralarından sızanlar belki de. İçteki yara kan sızdırmaz. Sanat, edebiyat öykü olarak yansır. Çiğdemleri Solan Bozkır’dan sonra Soğuk Rüya’daki bazı öykülerde Avşar’ın o sevimli doğal üslubu dışında öykülere de rastlıyoruz. Kitaptaki -bana göre- en güzel hikâyenin adı bile Ölümlerin En Güzeli. Bu hikâyede yazar kelimeleri doru bir ata bindiriyor, dörtnala koşturuyor Türkçenin coğrafyasında. Cümleler mıh gibi işliyor içimize. Hikâyedeki ara bir anlatı öyküye adını verse de. Bir yaradan sızan hikâyeler çağlayan gibi akıyor. Oysa ödül alan öykülerde bu coşkuyu hissetmek zor. Daha çok yoksulluğun etkisi ile acıyı bal eylemek yaklaşımı daha baskın bu hikayelerde.
Oysa Şehnaz Hanım Koleji hikâyesinde Türkiye’nin sosyal, siyasi tarihini mizahi bir dille yetkin bir bakışla anlatabiliyor Avşar. Ayvaz Usta’da abdalların toplumsal konumunu, onlara bakıştaki kestiği yenmez yargısını acı bir tokat gibi yüzümüze çarptığını görüyoruz. Heykel hikâyesinde Muharrem Ertaş heykelini yürüten istikrarsız belediyeler elinde şehirlerimize yapılan hoyratlığı gözler önüne seriyor.
Hikâye okutuyorsa kendini, yazar başarılıdır. Avşar okunan bir yazar. Köy odalarındaki anlatıcılar gibi. Kaleminde bir sihir var. Büyük bir cevheri haber veren bir kıvam bu.
İki konuda eleştiri getirilebilir, İmdat Avşar’a:
Anlatım Sorunları
Birincisi her yazarda bulunabilir. Mesela Çiğdemleri Solan Bozkır’da cümle aksaklıkları göze çarpıyor. Hikâyelere okuyucuyu meraka sevk eden bir giriş cümlesiyle başlamıyor mesela. Kışın ocak başında anlatısına başlayan masalcı gibi yazıyor hikâyelerini Avşar. Hikâyeye yakışan giriş Türbenin Delisi‘nde ‘Anamın bir çift sözü sızlattı yüreğimi, vurdu, yaraladı beni…’ Bu giriş cümlesi ile çengelli iğneyi atıyor okuyucuya.
Fakirler, (iş bulunca) ‘eve somun, ekmek, bisküvi, gofret, helva, elma, mandalina… gelirdi.’(s.12) cümlesi
‘ Eve somun ekmek, helva gelirdi.’ olsa etkisi daha fazla hissedilir. Mesela;
‘Kan damarlarında tazyikle dolanır’ cümlesinde ‘şevkle’ olsa daha uygun olurdu.
‘kursağından bir sıcak aş geçer, dişleri somuna batardı gariplerin.’(s.13) cümlesi de;
Kursağına aş düşer, dişine somun değerdi, olabilirdi.
‘Yazın, onunla çaldığı gelin alma havalarına, kız evinde ağlamadık can kalmaz; Kör Bekteş, ‘Ağ gelini’ çalınca, kız evinde bir ağıt tufanı başlardı.’ Şeklindeki cümle;
‘Yazın erik zurnayla seslendirdiği gelin alma havalarında ağlamadık can kalmaz. Hele Kör Bekteş ‘ağ gelin’i çalınca kız evinde ağıt tufanı başlardı.’ olsa daha güzel olabilir belki.
Böylece bir cümlede iki çalmak, iki kız evi geçmesi göze batmaz, sorun giderilebilir. Özneleri aynı cümle içinde ikilemeler bol miktarda kitaplarda. Buna bir örnek:
‘Gençler Âdemi görünce, yel değmiş ekin gibi dalgalandı, kalkıp Âdem ile oynamaya başladılar, kahve düğün evine döndü.’
Yel değmek, -Sam yeli gibi- hastalık anlamına gelir. Oysa hikayede bir coşku anlatılmak isteniyor. Cümle de;
‘Gençler Âdemi görünce rüzgâra tutulmuş ekin gibi dalgalandılar. Çalınan davulla ayağa kalkıp oynamaya başladılar. Kahve düğün evine döndü.’ Olabilirdi.
Cümleyi bölmek etkisini artırır, birleşik cümlede oluşan tekrarlar ve aksaklıklar giderilir. Her zaman söylerim kurallı cümle evlilik, devrik cümle aşktır. Arada devirmek gerekir cümleleri, yıkıp geçmeli kurallı cümle düzenini. Yoksa Türkçede yüklem hep sona geldiği için monotonluk oluşur.
Abdal ve Efendi
Bunlar yine de kitabın değerini eksiltmez. Her yazarda bu tür aksaklık olabilir. Zamanla giderilir. Emek verince azalır bu tür sorunlar.
İkincisi; asıl sorun Çiğdemleri Solan Bozkır kitabında gönül insanı, kaygısız, nerde akşam orda sabah yaşadığını bildiğimiz abdallara atfedilen rızık felsefesinde. Bu anlayışa göre, ağaların her zulmüne, kişilikleri aşağılayan hor görülerine katlanmalı abdal dediğin. Başka türlü ekmek bulamaz, acından ölürler. Bu anlayışı da çocuklarına vasiyet gibi ders veren bir abdal erenine söyletmek. Evin Yıkılsın Haci’de bu felsefe dile geliyor.
Bu hikâye, ‘Evin yıkılsın Haciiiii! Ekmeeminen oynadın!’ cümlesinde bitse okuyucu tamamlamak için hayal gücüne başvurabilirdi yine. İroni denirdi. Yazar burada kesmeyip eve ekmek, babasına tütün götürmek, kış günü yaşamak için gerekli ihtiyaçları karşılamak için bir umutla kahveye gelen Âdem’e,
‘Olsun heç olmazsa sıcak bir sandelle gördük, iki bardak çay içtik oğlum.’ tesellisi verilmesi.
Karakteri bu kadar küçük bir şeyle tatmin etmesi elbette yazarın tercihidir. İnsanlar ne kadar aza razı oluyorsunuz demeli. ‘Ben abdalları anlatıyorum, onlar bu kadar’ diyebilir yazar. O zaman kurgunun nasıl anlatıldığı, hikâyede yazarın belirleyiciliği tartışmalı hale gelir. Abdalların ‘bu kadar’ olduğunu kabullenmek, hikâyeyi sürdürüp Âdeme teselli içeren cümleler söyletmek, yazarın bakışıdır. Değilse kimin diye sorarız.
Halbuki İmdat Avşar; “Kimseye zarı zoru olmazdı onların. Kimsenin azında çoğunda gözleri yoktu. Her birinin gönlünde ayrı bir yara, her birinin felekle ayrı bir hesabı vardı.”(s.70) Diye anlatabiliyor abdalları. Buradan yürümesi gerekir. Abdallar birlikte yaşadıkları toplumun dinine, diline, müziğine uyum sağlayan insanlar. Geçmiş ve gelecekle ilişkilerinin zayıf olması onları özgür kılmıştır. Bu özgürlük aynı zamanda hayatlarını belirsiz ve mekâna bağsız kılar. Toprağa bağlanamazlar bu yüzden. Bu hürriyet, müziklerini toprağa bağlı olanlara da aşina gelecek metaforlara yoğunlaştırır. Gurbet, acı, hastalık yanında aşk, oyun-eğlence ana temalardır. Bir an acı çekerken bir an oynak bir türküye geçiş yapabilir. Yalan dünya oyun ve eğlence yeri değil mi? Bu hem köylüye hem şehirliye yakın gelir. Sürekli acı çeken, yoksulluktan dert yanan, toprağa bağlı olanlardır aslında. Biriktirmek, güç elde edecek bir sermaye sahibi olmak onların sorunudur. Abdal nerde akşam orda sabah felsefesi ile bu acı ve yoksullukla dalga geçme hakkını elinde tutan insandır.
Bozkırın Sesi
Bozkırda babalarımızın yükü, kendilerinden ağırdı. Hayatı debelenerek yaşadılar. Evlatları olan bizler o yüklerle yükselmek azmindeydik. İç Anadolu insanı, bozkırın sorunlarını bu azimle aşmaya çabalar. Yoksulluk güçtür çoğu zaman. Daha fazla çalışmaya, babalardan daha yoksul düşmemeye gayret eder. Bozkır insanına bile geçici geliyorsa bu hayat, abdal için niye kader olsun?
Yazar kitabın kapağında ‘Hikâyelerimin ana vatanıdır bozkır. Ben kırk yıldır ruhuma akan, sonra içime sığmayan, gönlümden taşan bozkırın; her türlü çaresizliğe karşı umutla hayata tutunan bozkır insanlarının tanığı oldum. Bozkırı yazdım.’ demektedir.
Bu aslında ‘beylik sıra ile’ diyen Türkmen ruhudur. Kitaptaki karakterler hayatın içinden tanıdığımız insanlar. O kadar yakın bizlere. Kitaplarında sayısız karakter sinema şeridi gibi akıyor önümüzden. Yoksulluk Türk’e, Türkmene sorundur demiştim. Bunu içselleştiren Avşar, abdal erenine şu sözleri yakıştırmaktadır;
‘Bir abdal dergâhında postnişin konuşuyordu. Serhoşun gönünü şen etmek zordur amma bizim de annımıza boyun eğmek yazılmış…’(s.15)
‘Ben ölürüm siz kalırsınız uşaklar. Yokluk, gapıya konulacak mal deel amma ağalık da abdallık da töreynen. Biz, ağalara hızmat uçun varık. Onlar bizim ekmemiz aşımız. Sofrada çaldığımız kaşığa ne gelirse onlardan gelir. Onlar olmasa, aha bu depenin başında ayağımızı çeke çeke ölürük. ‘ s 14
‘Başımız ne zaman sıkışsa, gapılarına varsak, ağalar evde olmasa bile onlar verir ekmemizi. Evlatlarım, ağalar ne verirse şükredin, fazla umucu olmayın. Evel Allah, sonra onlar aç açıkta koymaz bizi. Dedim ya ağalıın da abdallığın da bir töresi var. Olur ki ağanın uşağı düğünlerde içkiyi çok kaçırır, size söver sayarsa: Bir kulağınızdan girsin, öbüründen çıksın. Duymayın sağır olun, gonuşmayın ahraz olun. Olur ya övkelenip sizi dövellerse, elsiz, ayaksız olun. Kul kusursuz olmaz evlatlarım. Aman haaa! Ağaların yüzüne çıkıp da ekmeenizi daşlamayın…’ s.15
Özgür ruhlu, dünyayı fazla ciddiye almayan, toprağa bağlanamayan abdallar yukardaki yaklaşımı içine zor sindirir. Muhterem öyküsünde abdal çocuğu zurnayı konuşturur ama flütü çalamaz. Müzik hocası döver, okumaya niyetlenen abdal çocuğunu:
‘Elindeki flüt ile Muhterem’in kafası gözü neresi denk gelirse vurmaya başladı. Flüt Muhterem’in başında ikiye ayrıldı. … Yüzünde tokatlar patlıyordu. Muhterem bir heykel gibi hareketsiz duruyordu.’ S. 34
Okuldan ayrılır, hamallıkla geçinmeye çalışır Muhterem. Atatürk’ün ilçeye gelişinin yıldönümü töreninde karşılama havasını baba-oğul çalacaktır.
Karşılama havası meydandakilerin gönlünü coştururken zalim Nusret Hocanın da nihayet dikkatini celbeder o zurnacı çocuk.
‘Yaşar Bey, şu çocuk, şu, şu zurna çalanı diyorum. Bizim öğrenci değil miydi?
Evet dedi Yaşar Hoca
Flüt çalamayan oğlan’
Muhterem hikâyesi ‘Boş anlamsız bakıyordu.’ cümlesiyle bitebilirdi ama yazar, ‘Muhterem babasına koşulmuş, aşk ile çalıyordu karşılama havasını…’ (s.37) diye bitirmiş. Bu yaklaşım daha iyi hizmet ederek ‘yaranmaya çalışan’ abdal ruhundan daha çok, ‘kopuş’u olmayan, uyumu seçen, her zulme boyun eğmeyi vatanseverlik bilen ‘sağcı’ bir bakıştır. Karakterden çok, yazarın dünya görüşünün tasavvurudur.
Bahri Usta hikâyesinde, oğlan evine, kız evinden gelecek erkekler beklenmektedir. Bunlara gayın alayı deniyor. Düğün evinde her türlü kaprisi yapsalar da katlanmak zorunda oğlan evi. Düğün kâhyası ve çalgıcı abdallar da.
‘Ruhunun derinliklerindeki bütün düşünceler, alkolün aynasından ayan beyan okunan’ Deli Osman Orhan Baba’dan Ayşemi çalmalarını ister. Abdallar bu şarkıyı bilmiyordur. ‘Gurban olduğum ağam, vallaha bilmiyom, ganım da canım da sana helal. İstersen öldür ama heç duymadım bu türküyü. Bilsem sabahlara kadar çalmam mı beyime… Ferman eyle başka türkü çalayım.’ S.70
Babasının bu ram oluşu ‘Tufan’ın yüreğini yaradı. Babasının çaresizliği, bir bıçak olup saplanmıştı içine.’
İtiraz edince tokadı yer ve ‘efendi’nin cebriyle üzerine çıkmaya zorlandığı davulun patlaması gibi yırtılır ruhu, yıkılır gönlü Tufanın. Bu zulme orada bulunanlardan hiçbir itiraz gelmez. Hiç kimse bırakın yumruğunu dişini bile sıkmaz. O ciğerden gelen ah, yazara göre;
‘O yanık ses, perde perde yayıldı gökyüzüne. Gökte pırıl pırıl yanan yıldızlara ulaştı. Tüm yıldızlar titriyordu.’
Nedense davulunun üzerinde oynamaya zorlanmaktan ekmek teknesinin yarılması, oğluna haksız ve nedensiz tokat vurulması orada bulunan hiç kimseyi titretmiyor. Böyle bir zulmü doğal gören bir ‘efendi’ alayı var. Sonunda yıldızlara havale etmiş yazar. Bu hikâyeye bakınca ne kötü gelenekler varmış, sürdürmeye değmez yoz bir kültür ve bu zulmü sürdüren Türkler… diye de düşünebilirsiniz. Osman ağayı tokatlamak da geçer içinizden.
Okuyucuyu isyana sürüklerse yazar amacına ulaşmış diyebilirsiniz. Okuyucu mesajı almış, bu zulmü önleme, geleneği reddetme bilinci aşılamış yazar dersiniz. Bir hikâyede başarı bu değilse daha ne olsun ki? Ancak yazarın bakışı, bunu kader bellemek, her zulmü sineye çekmek bir kültürse, bu çocuklara vasiyet edilen erenlerden gelen bir hikmet gösterilirse orada bir sorun var demektir.
Abdalların Menşei
Abdalların, Türk olup olmadığı, Anadolu’ya Türklerle beraber mi geldiği yoksa Anadolu’nun kadim halklarından mı olduğunu ortaya koymak incelenmesi gereken bir konudur. Üniversiteler; eğlence kültürü, abdallar, çalgıcılığın Türk kültüründeki yeri ve Anadolu’daki süreci inceleyen çalaışmalar olsa belki bu sorulara cevap bulunabilir. Üniversitelerin Konservatuar, Tarih, Edebiyat ve Sosyoloji bölümlerine düşer bu çalışmalar.
Türk milleti yönetici bir millettir. Bu nedenle eğlence sektörü azınlıkların alanıdır. Gerçi hemen her ülkede – bu böyledir. Mesela ABD’de zenciler, müzik-eğlence sektöründe öne çıkmışlardır.
Türkler, uğraştıkları işlerden dolayı abdalları küçümser, insan olarak değil. Nasıl, Gazzali kasap, köşker vb. işlerle iştigal edeni küçümserse. Cellatlık da hor görülür. Ancak insanı hiç bir şekilde küçümseyemezsiniz. Ayrıca abdallar gönül ehli insanlardır. Bunu Neşet Ertaş vesilesiyle de biliyoruz.
Abdallar homojen (aynı çeşit) değil. Kavalalı Mehmet Ali Paşanın Mısır’dan getirdikleri var. Adana’da pamuk tarlalarında çalışsın diye. İngiliz tekstil fabrikalarına pamuk sağlamak amacıyla. Hindistan’dan geleni var. Türklerle beraber göç ve fetihlerle gelenleri var. Özellikle İç Anadolu abdallarının, Türklerle beraber geldiğini söyleyebiliriz. Hatta bunlar, eski şamanların torunları bile olabilir. Diğer çalgılardan farklı olarak saz çalan abdallar bu şaman geleneğini Anadolu’da sürdürenler olabilir. Hikmetli bir dünya görüşüne, derin bir irfana sahip olmak başka nasıl açıklanabilir?.
Bozkır abdalları, Hacı Bektaş ehlinden olduğuna inananlar şaman geleneği sürdüren ve Türklerle birlikte Anadolu’ya gelenler diyebilirz özet olarak. Tarihte, taife-i abdalan, cevalika namlarıyla da zikrolunan bu zümre sazlı şaraplı şölenler yapar, oruç, namaz, hac gibi göçebe hayatıyla uyumu zor ibadetlerde ihmalkâr olabilirler. Osmanlı tarihçileri “Abdal, ışık, torlak, şeyyad, haydari, edhemi, curru, şemsi’’ diye de nitelemiş bunları. Âşık Paşazadenin Abdalan-ı Rum dediği abdallar babai-bektaşi dervişlerinden başka bir şey olamaz, demektedir Köprülü. Neşet Ertaş bunlardan sayılmaktadır. Ki irfan ve gönül ehli oldukları açıktır.
İmdat Avşar hikâyelerinde gerçeklere sadık kalmak isterken, Abdalları iç seslerinden vermiyor, yazarın bakışını dile getiriyor. Rızık için kişiliklerinden vazgeçenler, her türlü zulme katlanan zavallılar, Efendi olmasa açlıktan ölecek insanlar olarak seriliyor göz önüne.
Sait Faik’ten İmdat Avşar’a Hikâyede Karakter
Bu nedenle Avşar hikâyelerini okuyanlar hiçbir zaman o abdalların yerinde olmak istemezler. En insaflı okur, Allaha şükür ben bu kadar zillet içinde değilim diye düşünür. Avşar’ı Sait Faikle kıyaslayanlar, şunu görmüyor: Sait Faik kahramanlarının yerinde olmak ister her insan. Onun hikâyelerinde için için kaynayan insanlık sevgisi, en düşkün insanları anlatırken de dile gelir. O kahramanların yerinde olmak istersiniz. Çünkü o kadar fakirliğin yokluğun ortasında hayatı sevmek için sebepler gösterir yazar. Mesela, sahilde çok yoksul birinin susamlı simit yemesi ve üstüne bir sigara tellendirmesi bütün dünya malına değer.
Avşar’ın hikâyelerinde abdallar kendi gerçeği ile değil Avşar’ın onlara bakış açısı ve çizdiği roller kadar varlar. Bu benim önyargım elbette. Nesnel olmayabilirim. Yorumlarım her zaman tartışmaya açık.
Yazar kitabıyla kamuya açılır. Okur bunu kendine mal eder. Hikâyeyi yeniden yazar.
Sait Faik ile İmdat Avşar karşılaştırmasını, deniz ile bozkırın hayata bakış farkı da diyebilirsiniz. Deniz çok farklı insanlara, kültüre, anlayış ve hayat tarzına açık iken, bozkır kendinden farklı olanı öteki kılan, içe kapalı bir yoksulluk-acı-gurbet türküsüdür.
Neşet Ertaş Gönül Dağı
Kaldı ki, bozkırdaki insanlar abdallardan sınıfsal olarak ayrılmış değildir. Hatta düğünlerden elde ettikleri gelirle bozkırdaki Türklerden daha iyi durumda olan abdallar vardı. Çünkü sünnet yapanı, kalaycılıkla geçineni, bayramlarda ve hasat zamanı harmanlarda deşiricilikle kilerini dolu tutanı vardı abdalların. Bozkır insanı fakirliğe sessiz sedasız katlanır, okuttuğu çocukları ile o yoksul hayatı aşma umudu taşır her zaman. Avşar’ın şahsında buna dair hikâyeler de var kitapta. Tek sorun bana göre; hikâyelerdeki Türklerin, abdallardan yüksekte zalim bir efendi gibi görünmesidir.
“İyi ki burada yaşamıyorum” biçimindeki iç ferahlığı, bozkırın sokaklarında yürürken oraya nüfuz edememek, sadece geçip gitmek, bunun bir mizansen, bir oyun olduğunu düşünmek anlamına gelir.
Kişi, yaşadığı yerden hareket ederek kendini tarif eder, tanır. İnsan yaşadığı yere benzer ve yaşadığı yerde kendini benzerleriyle birleştiren bağlantıyı arar, bulduğunda tam anlamıyla “oralı” olur. (Marc Auge)
Bu bağlantı ortak bir geçmiş olabileceği gibi, bir ortak gelecek tahayyülü de olabilir. Marc Auge’ye göre bir yerde yaşayanların kökenleri çeşitlilik gösterse de, o yerin kimliği bir özdeşlik yaratır.
Buna işte bozkır insanı diyoruz. Avşar’da bozkırın çiğdemleri solar. Kokusu rengi, zor şartlara direnebilme dinamizmi gündeme gelmez. Soğuk Rüya’da doğanın acımasızlığını aşamaz çocuklar. Karlarda boğulur. Çocukları donduran dağın yamacında bir yankı yoktur; ‘gönül dağı’ndan yükselen.
Herkes Neşet Ertaş’a imrenir. Bayram Bilge Tokel, Neşet Ertaş Kitabında bunu tüm yönleriyle göstermiştir. Neşet Ertaş tipik bir abdaldır ama herkesin yerinde olmak istediği engin bir gönül diye bakarsınız. Oysa Avşar hikâyelerinde abdallara sadece acırsınız. Belki de bu nedenle kitaba önsöz yazanlar Avşar hikâyelerine Merhamet Edebiyatı diyorlar.
Oysa İmdat Avşar hikâyeleri daha fazlasıdır. Abdalların hikâyede anlatılandan daha gani gönüllü olduğu gibi. Bu yazıda ifade edilen sorunlar aşılırsa, Avşar hikâyesi Türk edebiyatındaki yerini daha da güçlendirir.
Mustafa EVERDİ
- İmdat Avşar, Çiğdemleri Solan Bozkır, Bengü Yayınları, İstanbul 2009
- Soğuk Rüya, Kesit Yayınları, 2011, İstanbul
Son Yorumlar