‘Şimdi müsadenizle mumun yerini değiştirip, gölgeleri başka bir yana düşürmek istiyorum’
Fantastik canlı bir tür. Bütün hücreleriyle edebiyat organizmasının damarlarına heyecan şırınga ediyor. Fakat bir türlü haşarı çocuk muamelesi görmekten kendini kurtaramıyor. Bütün bunların bir anlamı olmalı. Fantastik türü bu kadar dışlamanın görmezden gelmenin psikolojik ve hatta daha derinlerde birikmiş, katılaşmış kronikleşmiş gerekçeleri olmalı. Mumun yerini sürekli değiştirerek gölgelerden daha fazla korkmamıza yol açan bu haşarı çocuğu nasıl anlayabiliriz, bize ne anlatmak istiyor en başta? Bununla birlikte bir edebi tür olarak fantastik, artık kendi gerçeğini aşmış, edebi hegamonyaya meydan okur hale gelerek, gölgelerin dilini insanın ontolojisine iliştirmeyi başarmıştır.
Geçmiş yüzyıllarda da varolan bu tavrı, o dönemler için bir yere kadar anlayacak gerekçelerimiz olabilir. Herşeyden önce, gerçekçiliğin bilim ile katettiği mesafede fantastiğin küçümsenmesi ya da görmezden gelinmesi kendisine geçerli nedenler bulabilir. Haklılık demiyorum, geçerli neden. Yani savunma, kendini koruma ve öne çıkma. Her öne çıkanın arkasında bıraktığı bir şey vardır. Realist modernizmin fantastiğe yaptığı en gaddarca şey de bu. Gerekçelerle öne çıkma ve diğerlerini arkada bırakma, bir nevi itme. Bu gerekçelerin, ‘şeytan çarpmışların ruh sayıklamaları’, ‘aklın marazi durumları’ olarak yorumlandığı dönemlerde hayli taraftar bulduğu ve bu taraftar bulmanın, gerçekçi edebiyatı hayli şımarttığı biliniyor.
Öte yandan yapılan bu dışlamanın, geriye itmenin diğer tarafında bir ‘irreel’ durum var. Görmezden gelinebilecek derecede tehlikesiz. İrreelden kim korkar? Ne kadar tehlikeli olabilir, tehlikesiz, çünkü reel değil, gerçekliği yok, ontolojisi temelsiz, halihazırdaki mevcudiyeti ise acınacak derecede hastalıklı ruh sayıklamaları. Kim korkar fantastikten? Modern zihnin, derinliği konusunda en ufak bir fikrinin olmadığı irreel alan, şimdi kendi kurallarını kapımıza koymuş durumda. Eco’nun ‘irreel modernite’ dediği kalıp bu ve herkes buna artık ‘uyanmış’ olmakla sorumlu.
Günümüzde, yukarıda değindiğimiz yapının, yüzyıllardır kurulmuş olan edebi kibrinin, bizzat kurulmuş argümanlar üzerinden alaşağı edildiğini görmekteyiz. Edebiyat, kendi varlık alanını, modern gerçekçiliğin tahtını sarsarak, bir devrim niteliğinde olan irreel moderniteyi işaret ediyor cesaretle. Bu işaret, gösterme değil, tutup elinden kaldırma değil, buyrukçukların alkışlarını umma değil, realizmin ‘akıl almaz’ eziciliğine alaycılığına ve tahakkümüne bir başkaldırı. İşte bunun için, bu yüzyılda fantastik bir devrimdir. Kurulan sapasağlam yapıların, koruma-yıkma potansiyellerini kendisinde saklı tutmasıdır bu. Çünkü edebiyatın kibrini onun haşarı çocuğu alaşağı etmiş görünmektedir.
Alaşağı etmenin en başta, karanlık ile başladığını görmekteyiz. Fantastik kurgularda öne çıkan karanlık, modern yapının mükemmellik gerekçesinde açılması planlanan bir gedik gibi karşımıza çıkar. Modern akıl, karanlığı ancak yapay bir ‘aydınlatma’ ile yırtar. Fantastik ise, her aydınlığın içinde bir karanlık, her karanlığın içinde de bir aydınlık olduğu bilinciyle hareket eder. Bundan dolayı fantastik için ‘günlük gerçekliği yırtan, gerçeklikteki yırtılma’ tanımları kullanılır. Onun burada yaptığı tek şey, mükemmellik kavramı ile dalga geçmektir aslında. Mükemmel yoktur, herkes biraz şeytandır ve her şeytanın meleksi kanatları vardır. Gölge, karanlığın aydınlığa bakan yanında görünür. İyi bir rehber olmasıyla gölge, içinde ışığı taşır. Hristiyan terminolojideki Lucifer (şeytan) sözcüğünün ‘ışık taşıyan’ anlama gelmesi gibi.
Fantastik şimdi, kurulmuş tahakküm kanonlarından bu türden sızıntılar ile, betonlaşmış kuralları yıkıyor. (yık-a-ma sözcüğünün temizlik hareketini içermesi de manidar. Tam da bu noktada Le Guin‘i hatırlamamak imkânsızdır. Le Guin, rüyaların kirlenmişliğimizi arındıran davetsiz kapılar olduğunu söyler. Üstelik davetsizizdir rüyalara. Bu da kirlenmişlikten temizlenmenin, ruhun zorunlu ritüelini imliyor.)
Elbette böyle bir yapıyı modernite kabulde zorlanacaktır. İki kere ikinin dört etmediği bir alandır burası çünkü. İşte burada devreye eleştiriler girer ki, her eleştiri yukarıda bahsettiğimiz dışlama, alaya alma görmezden gelme odaklıdır aslına bakılırsa. Çünkü, gerçek eleştirinin, bir türü yeniden yapılandırması değil, varolan yapının sağlıklı ve hastalıklı yanlarını görmesi, göstermesi gerekir.
Fantastik söz konusu olduğunda, bütün ipe sapa gelmez eleştirilere(!) cevap verme lüzumu, ancak edebi dayatmaları tatmin olabilir. Bütün eleştirilere cevap verme basitliğinden müstağni olmalıdır fantastik. Fakat bununla birlikte, kafamızı iki elimizin arasına alıp düşünmek zorunda olduğumuz yetkin bir eleştiri var karşımızda. Fantastik bir kaçış edebiyatı mıdır? İşte bu soruya cevap vermeye tenezzül edebiliriz. (Tenezzül etme, hiç bir şeyi iplememeye eşdeğer olduğundan ‘savunma’dan daha çok örtüşür fantastikle.)

Bu soruya Tolkien‘in cevabı ile başlayabiliriz. Evet der Tolkien, ‘Bu bir kaçış edebiyatıdır ve tam da bu yüzden muhteşemdir. Bir askerin, düşmanın eline düştüğünde kaçmakla yüklümlü olduğunu düşünmez miyiz? Tefeciler, kör cahiller, buyurganlar hepimizi hapiste tutuyor. Eğer aklın ve ruhun özgürlüğüne değer veriyorsak, eğer hürriyet taraftarıysak, o zaman elimizden geldiği kadar çok mahpusu da kurtarmakla yükümlüyüz’ Cevap, modern dayatmalara bir şamar niteliğindedir.
Fakat Tolkien’in bu cevabının hem olumlu hem de olumsuz yanlarının olabilidiğini de teslim etmemiz gerekir. Bizler, uzun süredir düşünce dünyaları aklın sınırlarına ayarlanmış, ruhun ontolojisine kafa yormamış ve onu psikanalitiğin şımarık yorumlarına teslim etmiş ve verilen cevaplardan hep keyif almış modern varlıklar olarak, hapisten kaçmanın bizi nelerle yüzyüze getireceğini hesaba katmamış olabilir miyiz? (Yoksa fantastik diye düşülen bu çukurda nedir? İğdiş edilmiş mitolojik bir kaç öğe ile, yoğun korku ve nesne ile soslanmış kurgulara ‘maruz’ bırakılmamız da ayrıca bir mahpusluk olmasın sakın.)
Kuşatılmışlık, sıkışmışlık, baskı, buyurgan egemenler ve piyasa ya da her türlü toplama, presleme ve öğütülme bizi sıkmış olabilir. İnsan doğası da sıkılmışlığın olduğu yerden kaçmaya ve uzaklaşmaya çalışır. Fakat kaçılan yer neresi? Kaçtığımız yerde yeni bir sıkışıklığa uğramayacağımızı nereden biliyoruz ya da öyle bir duyumumuz, bilgimiz ya da sağlam delilimiz var mı?
Kaçışın Anatomisi
Sanırım Tolkien’in tezinin başına ‘arayış’ sözcüğünü koymak yeterli olacaktır. Arayış kaçışa gebe kalmadır çünkü. Arayış yoksa kaçtığımız yer bir başka hapishanenin sınır duvarı olabilir.
Bununla birlikte, kaçmayı düşünen ya da buna zorlanan kişi, birşeylerden mahrum bırakılmış demektir. Mahrumiyet hak olsun ya da olmasın, insanı irite eder, uyandırır, dürter ve harekete geçirir. Sıkışmışlık da bir mahrumiyettir ve mahrum olunan şey her ne ise mutlaka giderilmeli boşluğu doldurulmalıdır.
Ulaşmak için harekete geçmenin adı kaçışsa eğer, ta Homeros’tan bu yana, fantastik, haritaları sürekli değişen müthiş bir kaçış planı olarak sıkışmış insana göz kırpmaktadır.
Bir handikap değil ama, öte yandan gerçek hayatta yaşamak sorumluluklar üstlenmek demektir. Fakat çoğu kez çocuk ruhumuz bu sorumlulukları üstlenmekten kaçmak ister, korkar. Korkaklık hissi, yenilgi ile birlikte ‘hayatta tutunamamışlık’ duygusu uyandırır. (Bebek için eve süt götürülmelidir, ev sahibinden kaçış imkansızdır, faturaların gecikme faizleri almış başını gidiyordur, aşık olunarak evlenilen kadın/erkek bir anda çok değişmiştir ve eskisi gibi büyüleyici gülümsemiyordur, kahretsin bu sene de maaş zammı çocuğun mama parasından az gelmiştir, keyifle başlanılan bir pazar günü, arabadaki arızanın astronomik faturası ile zehir olmuştur, basit bir diş ağrısı, uzun seanslar sonrasında implant gerçeği ile ruh sızlamasına dönüşmüştür çünkü iki implant için doktor, hesaptaki paranın beşte üçüne göz dikmiştir v.s v.s…)
Bütün bunların arasında haz duygusu ezik bir duygu olarak kendine ‘sıkışmış zamanlar’da yer bulabilir. Ancak insan ruhundaki o boşluğu dolduracak yetkinlikte değildir. Eğer insan ‘ütopya denen arzu’nun peşinden gitmeyecekse, bu sıkışmışlıktan nasıl kurtulacak?
Bütün bunlardan bunalanlar için, yavan fantazi yapıtlar bir kurtuluş olabilir mi? Ve sanırım en iyi eleştirmenlerin bile (Edmund Wilson mesela) fantastiği bir kaçış edebiyatı olarak görmeye ısrar etmelerinin nedeni de bu olabilir. Arayış özleyişi, hedefi olmayan kaçış. Sıcaklayan adamın, aklına okyanusu getirmeden havuzda serinlemesi gibi. Bu durum ister istemez eleştirmenlerin fantastiğe mesafeli bakmasına neden oluyor. Halbuki, bir edebi tür, ortaya konan kötü/taklit örneklerle ifade edilmemelidir. Türün kültleri bu konuda yeterince söz hakkına sahip zaten. Daha II. Yüzyıldan itibaren verilen örnekler, aydınlanma öncesi Avrupa fantastiği, Cazotte, Potocki, Roger Cailloins antolojisi, Alfred Kubin, Euners, Golem, Poe, Hofmann, öte yandan doğunun Hint’ten başlayan büyük birikimi, İç Asya, İran, Mısır, Yunan muhayyile edebiyatındaki binlerce örnek; günümüzdeki bir avuç birbirini tekrar eden ve Avrupa ortaçağ gotik unsurların bir türlü dışına çıkamayan izleklerin oluşturduğu fantastik kurgulardan yola çıkarak türü yargılamanın doğru sonuçlar doğurmayacağını ortaya koymaktadır.
Edebiyatın içinden, onun, bütün toplumsal sıkışmışlıklara katkı sağlayan kanonik yapısına bir başkaldırı ile karşı duran fantastik, püritenliğimizi yüzümüze vuran duruşuyla, irreel alanlardan bize seslenir. Gerçeğin yıkılmaz kabul edilen kalesinde açtığı gediklerle kaçış planında yerimizi almamızı ister. Ona sağlayacağımız katkı, hayatlarımızın da rengini değiştirecek, siyah-beyaz alanların grileşmeye yüz tutan yüzsüzlüğüne, harikulade renklerle meydan okuyacaktır.

Gönül YONAR
Son Yorumlar