“Memleketimden İnsan Manzaraları”

Zaman zaman yeniden ve toplu okumalar yaparım. Her yeniden okuyuş daha önce fark edemediğimiz veya  derinine inemediğimiz anlam kuyularının kapaklarını aralar bize. Veya dar ve sınırlı  idrak ameliyemize ferahnak pencereler açıverir. Hele şiirin efsunlu iklimi hep yeniden ve yeniden okumayı, anlamayı ve çözmeyi dayatır yüreğimize. Evet, şiir her dem kendini yenileyen ve dönüştüren bir girift bilmecedir. Şöyle aralar bilmece kapısını şair;

“Dedim ya şiir yazıyor,
Şiir yazıyor, boru değil.
…sanki her seferinde dünyayı yaratıyor yeniden.” (s-236)

Her şiiri dünyayı yeniden yaratmak çabası olarak düşünmek iddialı  bir şair düşü olsa da her şiir yaşamın yeniden anlam ve algı  deryasından arınıp durularak önümüze düşüveren gölgesi, kimi zaman da ta kendisidir.

Yeniden okumalar kadar toplu okumalar da şiirin kendini yenileyen cazibesini davetkar bir suretle gözlerimizin önüne sermektedir. Şairi hiçbir surette saklanamayacağı bir berraklık ve samimiyet içre görmemizin ve anlamamızın taşları döşenir toplu okumalarda. Şairin anlam ve inanç dünyasının anlık ışık parlamaları altındaki müphem ve kısıtlı yansımalarını değil kesintisiz bir ışık huzmesi altındaki net ve müşahhas varlığını hissederiz. Bütün  boyutları ile, menfi ve müspet varlığı ile, sığlık ve derinliği ile dalarız bir dünyanın içine. Ya da takılırız bir düşün peşine… Ve ya bir kara trenin  kompartımanlarından birinde  seyre dalarız memleketin ahvalini. Nazım  öyle yapıyor Memleketimden İnsan Manzaralarında.*

“Haydarpaşa garında
1941 baharında
saat on beş
Merdivenlerin üstünde güneş
yorgunluk ve telaş  (s-11)

Yorgunluk ve telaş bütün bir ülkeye sirayet etmiş bir halet-i ruhiye. Üç kıtada hükümranlık kurmuş bir imparatorluğun bakiyesinden  insanlar çekile çekile ‘bundan ötesi yok’ noktasına geldikleri topraklar için bağımsızlık mücadelesi verecek noktaya gelmişler. Ve bu mücadeleyi bir zaferle taçlandırıp  bir imparatorluğun külleri üzerinde yeni bir devletin inşası sürecine bütün hızıyla devam etmektedirler. Cephede ve cephe gerisinde küllerinden bir destan yaratılmakta, bir ölümden sonra dirilişi yaşamaktadır bütün bir Anadolu. Kuvayı Milliye Destanı bu ‘ba’su ba’del mevti’ anlatır. Kuvayı Milliye Destanı, Kurtuluş savaşının bütünlüklü ve en mükemmel şiiri ve destanıdır.

Lakin memleketimden insan manzaraları bununla bitmez. Uçsuz bucaksız ve yüzyıllardır kaderine terkedilmiş ancak gün ‘namus günü’ olduğunda hatırlanmış yazgısı kara Anadolu kendi yolunu yordamını bir şekilde kendi inşa etmiştir. İnşa etmiştir etmesine de ortada bir ‘yabanıllık’ vardır. Yaban olan Anadolu mu, Anadolu’ya yeni bir yol ve yordam çizmeye çalışan merkez mi? Yıllar bu sorunun cevabını aramakla geçer.

Bir bağımsızlık mücadelesini başarıya ulaştırmaktan daha zor olan süreç bir devlet oluşturma sürecini başarıya ulaştırmaktır. Hele ki uzun ve son süreci trajik bir tarihsel bagajı beraberinde sürüklüyorsa. Her şey hızla değişmekte , gelişmekte ve yenilenmektedir. Anadolu yepyeni bir yol ve yön aramaktadır kendine. Değişenleri ve değişmeyenleri ile…

“Eskişehir –Haydarpaşa, Haydarpaşa-Eskişehir;
28’den beri,
yolcular iner biner,
makinalar değişir,
Alaeddin yerinde,
Alaeddin değişmez.”  (s—30)

Şair her istasyonda boşalan yeniden dolan Haydarpaşa-Eskişehir treninin renkli kompartımanlarından insan manzaralarını sinematografik bir mükemmellikte gözlerimizin önüne sermekte, eşsiz bir dönem belgeselinin şiirsel dünyasını hafızamıza kazımaktadır. Anlık kesitler, kısa öyküler ve renkli dünyalar şiirin gücüyle birer çarpıcı tabloya dönüşmekte, ‘ikinci paylaşım savaşının’ karanlık ve puslu ikliminde bütüncül bir panoramaya evrilmektedir. Kimi zaman da sessiz sedasız yaşanan hüzünlü öyküler çöker dizelerin arasına. Neler neler yaşandı bütün bunlar olurken…

“Düşkündü eski hattatlara.
Sabahları bayram yerinden duyulurdu
sala verirken sesi.
Küstü,
ezan okumadı
Arapça yasak olduktan sonra
35 yaşında öldü veremden.”  (s-34)

Nazım Hikmet’ in şiirinde ortaya koyduğu bu karanlık noktalara ani projektör tutuş tekniğinin şiirimizde ve özellikle sinemamızda toplumcu gerçekçilik donunda uzun süre varlığını bütün ağırlığı ile devam  ettirdiğini söylemek elbette yeni bir iddia değil. Ve kolay olmadığını şiirimizin bu ağır ideolojik gölgeden kurtulmasının. Lakin şiir hiçbir suretle önüne set ve bariyer konulmasına tahammülü olmayan taşkın bir  çağlayıştır. Bir süre durulur, dinlenir , mayalanır ve yeniden bir yol açar kendine. Bu elbette apayrı bir mevzu. biz kaldığımız yerden seyre devam edelim memleketin ahvalini. Daha doğrusu birkaç manzarayı daha paylaşmaya…

İlki yokluk ve yoksulluğun bir uğursuz yazgı gibi coğrafyanın peşini bırakmaması hakikati.  Coğrafya kaderdir mi diyordu sosyologlar? Şair;

“Step damgasını vurur adama..” (s-352)

diyor bir mutlak yargı ortaya koyarak. Cepheden cepheye harbe koşarken yüzyıllar boyunca ihmal edilmiş, kendi kaderine terk edilmiş bozkırın ortasında her türden sefalet ve yokluk kol gezmektedir tekinsiz. Seferberlik ve kıtlık tecrübelerine direnmiş bir halk yüzyıl geçmesine rağmen hala bu travmadan kurtulamamışsa durup derin bir düşünme cerbezesine girmek elzemdir. İnsanca yaşamanın asgari standardına vakıf olamayan bir zihnin ve hayat algısının insanı ve ülkeyi götürebileceği bir  ileri nokta, bir ideal toplumsal menzilden bahsetmek abesle iştigaldir.

Yaşamak salt nefes alıp vermek değildir elbet. Eşrefi mahlûkat olmanın sırrına ulaşmaktır yaşamak. Akletmek, tercih etmek, zevk almak ve anlam katabilmektir geçen zamana. Ötesi yokluk ve açlıktır.

“-Açlık,” dedi,
“açlık, hiçbir şey yememek değil,
barsağı düğümlenene kadar
yarma çorbası içmektir.” (s-365)

Barsağı düğümlenene kadar yarma çorbası içmemek için de umuda, huzura ve varlığa  ihtiyaç vardır. Zor zamanların dayattığı güçlükleri sabırla aşmak mümkündür ve sabrın sonu elbet selamettir. Ancak sabrın bir nihayetinin olacağına dair bir umudu beslemek inançla ve kavi bir imanla mümkündür.

Zor zamanlar insan karakterinin üzerindeki tortuyu, örtüyü alır götürür. Çırılçıplak benliği ile sahnede kalır kişi. Kiminin yüreğinin bütün kirini ve kinini ortaya döker, kiminin bir et parçasına sığmayacak cesaret ve yüceliğini çıkarır meydana. Bunu anlatır aşağıdaki dizeler. İlkin yiğitlik yer etmişse bir yürekte zaman ve zemin  parlatır o cevheri ve şavkı vurur dört bir yana.

“Karayılan
Karayılan olmazdan önce
Antep köylüklerinde ırgattı.

“Yiğitlik” atla, silahla, toprakla olur

Gâvurlar Antep’e girince
Antepliler onu
korkusunu saklayan
bir fıstık ağacından
alıp indirdiler.
Altına bir at çekip
Eline bir mavzer verdiler.” (s-181)

Ve bir harp kaçkınının portresi. Bir ölüm kalım cenderesi içinde şahsi ihtiraslarının fırsatçılığında debelenen bir karakter. Bir kaçak, bir korkak, bir fırsatçı Basri Şener.

 “Ve altı ay kapıcı odasında  meşhur bir hanın
tebdili hava raporu ve izin kâadı  sattı Basri
ve 25 kuruşa
kırmızı harp madalyaları.” (s-60)

Memleketimden İnsan Manzaraları yazılırken her şey daha taptaze, yaralar sıcak, hatıralar capcanlı. Harbi umuminin ve ardından gelen milli mücadelenin derin acılarının yansımadığı tek hane yok koca Anadolu’da. Bu vaziyet her hali anlamamızı kolaylaştırıyor, ancak aradan geçen uzun bir zamana ve onca yaşanmışlığa rağmen kitlesel bilinçaltımızın fazla da bir mesafe kat etmediğini görmek doğrusu şaşırtıyor insanı. Güncel politik söylemde bu güne ait sandığımız arzu ve isteklerin söyleyiş şekline varana kadar birebir geçmişten tevarüs eden söylemler olduğunu görmek üzücü geliyor insana. Neredeyse bir asrı geride bırakıyoruz ama hala müreffeh bir toplum hayalimize fersah fersah mesafede isek sebebini biraz da bu ‘üç koyup beş alma’ hayallerimizde aramak gerekir diye düşünüyorum.

Yol uzun, yolculuk yorucu. Dalar hayallere ve rüyalara insan. Neler neler gelmez ki aklına insanın İzmit ovasını geçiyorken tren.

“İzmit ovasını geçiyor tiren.
510 numaranın beşinci bölmesinde
uyuyordu halı-heybenin sahibi
Halim Ağa.” (s-101)

Uyur da düş görmez mi insan? Düş görmenin yanlış tarafı yok elbet. Yanlış olan düşlerimizden uyanmak konusundaki isteksizliğimiz. Düşün naif büyüsünden kurtulup hakikatin sert ve soğuk dünyasına uyanma irademizin zayıflığı. Ve o toplumsal düşün içinde varlığını mutlaka hissettiren siluet.

Bir adam çıkmıştı istasyonun damına.
Başında kalpak
belinde sırma kemerli eğri kılıç.” (s-102)

Devamında gelen dizeleri görünce  durup tekrar tekrar okudum. Biz hala aynı düşün içindeyiz. Her defasında yeni bir ambalajla önümüze konulan bir düş bu. Ve biz ‘mendil altında’ halı-heybenin sahibi Halim Ağa’nın düşüne ortak oluyoruz her defasında. Gerçekte kimin düşü ondan da emin değiliz. Mutlu ve imtiyazlı bir azınlığın mı kara kuru kalabalıkların mı?

“Sen Hacı Nuri Beyden daha zengin olacaksın.”
“- Sayenizde, Paşam.”
“-Yarın herkes duyar, bugün sen bil, açma ağzını.
Şamı Şerifte beraber kılarız ilk Cuma namazını.”
“-İnşallah, Paşam.”
“-Hacı Nuri Beyden daha zengin olacaksın.
Hacı Nuri Beyden daha zengin
Hacı Nuri Beyden.”(s- 103)

Yüzyıl da geçse bu memlekette toplumun zihinsel kodlarının değişmediğini acı acı idrak ediyor insan. Bu kötü bir şey mi, övünülecek bir mevzu mu konusu bahsi diğer bir konu olup mevzuya hangi zaviyeden baktığınızla anlam kazanan bir dilemma. Ama en önemlisi günübirlik politik mülahazaların ötesine geçip sorgulama yapabilmek. Şam-ı Şerif’te Cuma namazı kılmak mı,  ülkemizde huzur ve refahı yükseltip  sulh içinde  yaşamak mıdır  daha elzem olan? Coğrafya mı kaderdir, tercihlerimiz mi? Nihayetinde şunu diyebilmeliyiz yüreğimize bütün ağırlığıyla: 

“İbret al, deli gönlüm,
demir sandıkta saklansan bulur seni,
ak taş ardında karayılanı bulan ölüm…” (s-183)

Fadıl KARLIDAĞ

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir