“…cılız bir yemiş gibiyiz erkenden olgunlaşan/
o öksüz yabancı gibi çiçekler arasında asılı duran/ ve düşüp giden onların açma mevsimi…”
Lermantov, Hançer
Sayın İvan Gonçarov,
Rus edebiyatının en çarpıcı eserlerinden biri olan “Oblomov” romanınızın, yüz yıl sonra, bugünün Türkiye’si için ne kadar anlamlı olduğunuzu söylesem inanır mısınız? Bir roman kahramanı, Rasnolnikov, Prens Andrey ya da Shaekespeare’in kahramanları gibi son tahlilde hayali bir karakter. Ama 19. yüzyıl sonu Rusya’sında yayınlandığı zaman yarattığı etki ve artık literatüre giren “oblomovluk” deyimindeki mana, “oblomov”u daha özel ve farklı bir yere koymamızı sağlıyor. Bu yönüyle belki Polyanna ile kıyaslayabiliriz. “Polyannacılık” ne kadar gerçekçi bir nahif kişilik ve davranış koduysa, oblomovlukta o kadar sahici bir anti-sosyallik şifresi.
Bay Gonçarov,
“Oblomovluk”a gelmeden önce “oblomov”a değinmeliyim. Rus modernleşmesinin meyvelerini verdiği 19. Yüzyılın ikinci yarısı boyunca Rusya’nın yaşadığı en önemli değişim, köklü aristokrasinin, yani Rus derebeyi sınıfının yaşadığı çöküntü. Bu sancılı dönüşüm sadece köylüleri şehirlere yığmakla kalmıyor, toprak sahibi sınıfları da “yeni” kent ve üretim ilişkilerine uyumsuz kılan bir tasfiye ile baş başa bırakıyor. Köleliğin ilgasıyla temelleri sarsılan tarımsal düzenin yerini alan fabrikalar ve kiliseye meydan okuyarak gelişen üniversite, dernek, sendika, basın gibi örgütlenmeler, eski düzen ile ‘doğan yeni’nin 1917 devrimine uzanan çatışmasını ateşliyor. Rus edebiyatının görkemi, tipik bir “Doğu” olarak Rusya’nın işte bu köklü dönüşümünün ürünü.
“Oblomov”, yıkılmakta olan bir sınıfın temsilcisi olarak kentte tutunamayan, yeni düzene uyum sağlayamayan, değişime alışamayan bir soylu. Ancak bütün batılılaşma örneklerinde rastladığımız tasfiye olan sınıf figüründen ibaret değil. Oblomov, kendisinden ve sınıfının yaşadığı serüvenden daha fazla bir şey. Hatta Bay Gonçarov, Rus batılılaşmasından yana bir aydın olarak sizin “Doğulu insan tipi”ni dramatize etmenizin bile ötesinde bir “anlam”a sahip. “Oblomov” hepimizin içinde biraz var olan ve bazılarımızda açığa çıkarak egemen olan bir kimlik belki…
Öyküye dönersek… Köklü bir toprak sahibi ailenin mirasçısı olan Oblomov, büyük şehirde okulu bitirir, küçük bir memuriyet görevi dener. Bu sırada evebeynlerini kaybetmiştir ama köyüne dönmez. Üç yüz köylüsü olan çiftliğin yönetimini kâhyaya bırakır ve bir daha hiç gitmez. Memuriyete de uyum sağlayamadığı için bırakır ve küçük bir ev kiralayarak yaşlı uşağı ile yaşamaya başlar. Ama giderek yaşamdan kopar, insanlardan uzaklaşır, sosyal etkinliklere katılmaz, hiç bir şey yapmaz olur. Aslında “tembel” bir insan değildir ama Oblomov giderek bilinçli bir tembellik, seçilmiş bir ataleti yaşam olarak benimser. ‘Hiçbir şey yapmadan biteviye uyumak, her şeyi ertelemek, en basit işleri bile sonraya bırakmak, yataktan kalkmaya bile üşenmek’, haline gelir Oblomov. Kâhyası arada bir mektup ve biraz para gönderir, ürün az, köylü çalışmıyor, fiyatlar düştü diyerek Oblomov’u kandırmaktadır. Ama o bir türlü köye gidip işleri yoluna koymaz. Sürekli kafasında planlar yapar, her şeyi en ince ayrıntısına kadar “düşünür”. Okuma-yazma, hesap kitap bildiği için aslında bir çok şeyin de farkındadır. Ama… hiç harekete geçmez. Hiçbir planını uygulamaz, o artık ismiyle özdeşleşen bir hastalığa duçar olmuştur; Oblomovlaşmıştır.
“Sabahleyin yataktan kalkıp, kahvaltı edip divanına uzanınca başını ellerine alıp, gücünü kuvvetini esirgemeden düşünceye dalardı. Sonunda, kafası bu sıkı çalışmadan yorulur ve rahat bir vicdanla kendi kendine: Eh, bugün insanlık için yeterince çalıştım, derdi. O zaman Oblomov biraz dinlenmeye karar verir, çalışma yatışını değiştirerek daha rahat, hülyalara daha elverişli bir yatışla uzanırdı. Ciddi işleri bir yana bırakarak içine kapanmak, kendi yarattığı hayal dünyasında yaşamak Oblomov’un en büyük zevkiydi”.
Çalışan, koşturan insanları hiç anlamıyordu, Oblomov. ‘Ne zaman yaşayacaklar bunlar?, diye düşünüyordu. Yaşamak dediği, hiçbir şey yapmadan uyumak, yemek yemek, tekrar uyumak ve rahatça, kayıtsızca hayal kurabilmekten ibarettir. Ancak bazen farklı bir halet-i ruhiye onu sarar, başka bir bilinçle düşünmeye başlardı. “Yarım kalmış bir adam olduğunu, ruh güçlerinin gelişmekten geri kaldığını, hayatına bir ağırlığın çöktüğünü düşündükçe içi parçalanıyordu. Başkalarının zengin, hareketli hayatını kıskanıyor, kendi hayatının yolunu ağır bir kaya parçasıyla tıkanmış, daracık, zavallı bir keçiyolu gibi görüyordu. İçinde hiç uyanmadan kalmış, biraz kurcalanmış Fakat hiçbiri sonuna kadar işlenmemiş bir çok yetenekler olduğunu acı acı seziyordu. İçi yanarak anlıyordu ki, onda gömülü kalmış iyi ve güzel bir şeyler vardı. Belki çoktan ölmüş, ya da bir dağın derinliklerindeki altın gibi saklı kalmış olan bu hazine çoktan meydana çıkmış olmalıydı. Ama öyle derinlerde kalmış, üzerine öyle pislikler yığılmıştı ki… Sanki dünyanın ve hayatın ona verdiği nimetleri birisi çalmış ve yine kendi ruhunun derinliklerinde bir yere gömüp bırakmıştı. Sanki bir güç onu hayat meydanına atılmaktan, iradesini ve zekasını alabildiğince açılıp harcanmaktan alıkoyuyordu. Sanki gizli bir düşman, daha yola çıkarken onu ağır eliyle yakalamış, insanlığın doğru yolundan uzaklara fırlatmıştı…”
Oblomov, tüm bunları acı duyarak itiraf ediyor, kendini başkaları gibi yaşamaktan alıkoyan kötü kuvvetin ne olduğunu boşuna aradıktan sonra içini çekerek, “kaderim böyle imiş, ne yapabilirim?” diyor, sonra derin bir uykuya dalıyordu.
Bay Gonçarov, eserinizde Oblomov’un karşıt tipi olan Stoltz’a dair bir şeyler söylemek isterim. Doğrusu o dönemin Rusya’sı ve Rus aydınlarının psikolojisini de anlamamızı kolaylaştıran bir figür Stoltz. Alman kökenli ve Oblomov’un tam zıddı olan özelliklere sahip; çalışkan, işkolik, başarılı, enerjik, düşündüğünü yapan, sürekli yükselen ve kazanan, işbitirici, hem de dolu dolu yaşayan, okuyan, araştıran, müzik, tiyatro, davet, toplantılar, seyahat ve arkadaşlıklardan hoşlanan bir kişilik. Oblomov’un arkadaşı ve onu anlayan, onu Oblomovluktan kurtarmak için karşılıksız olarak ömrü boyunca yardımcı olmaya çalışan biri. Stoltz “Alman” insan tipi olarak batıyı, Oblomov ise Rus insan tipi olarak “doğu”yu simgeliyor. Stoltz; yeniyi ve geleceği, Oblomov; eskiyi ve geçmişi temsil ediyor. İçindeki yaşam dürtüsü ölmek üzere olan Oblomov’a yardım eden, yeni hayata uydurmaya uğraşan, yani Rusya’yı modernleştirmeye çalışanların simgesi Stoltz.
Oblomov’u hayata döndürmek için her yolu dener. Kuzeni Olga ile tanıştırır ve arkadaşlıkla başlayan bu ilişkinin sonunda karşılıklı bir aşk doğar. Aşk, Oblomov’u son bir kez harekete geçirir gibi olur. En önemlisi bir “amaç” sunar Oblomov’a. Fakat iş ciddiye binip evlilik gündeme geldiğinde, Oblomov’un karşısına dikilen sorumluluklar, onu korkutur ve “aşk” ateşiyle yanan son umut ışığı da söner. Oblomov, tekrar Oblomovluk limanına sığınır. Dostu Stoltz’a şöyle der: ”Demin bana yüzümün pörsümüş ve tazeliğini yitirmiş olduğunu söyledin. Doğru; ben yıpranmış bir elbise gibiyim, nedeni de ne iklim ne de iş yorgunluğu. Oniki yıldır içimdeki ateşi yakacak hiç bir şey bulamayınca kapalı kaldı, kendi zindanını yaktı ve söndü. Oniki yıl geçti ve artık bu uykudan uyanmak istediğimi bile duymaz oldum.”
Bay Gonçarov, Oblomovluk, sadece değişen bir toplumda çöken bir sınıfın dramını simgelemekle kalmıyor, belki bundan daha fazla, bütün bir doğu insanının izler taşıdığı kadim bir ruhu ve yaşama bakış tarzını ifade ediyor.
Biz “Doğu”lular, Bay Gonçarov, batılıların bin bir merak ve heyecanla aradığını çoktan bulmuş da kaybetmiş gibi davranırız. Yaşamak nedir? Hayatın anlamı nedir? Kâinat, dünya, tarih nedir? Savaş ve ölüm, aşk ve barış, tahakküm ve özgürlük nedir? Çok, hem de çok iyi biliriz. Tarih “biz”dedir Bay
Gonçarov. Batılılar kelt kabileleri halinde insan eti yiyerek dolaşırken, “Doğu”, yıldızlar arası mesafeyi ölçüyordu. Ateşi ve suyu dizginliyor, atı ve kurdu terbiye ediyordu. Batılıların bütün gelecek “kurgu”ları, Doğu’nun masallarındaki “yaşanmışlığın ürünü sahiciliğin” yanında cin Ali Tefrikası gibi kalır. Oblomov’u anlamak için, bu kadim ruhun yorgunluğunu anlamak gerekir. Bizim topraklarımız, dağlarımız, denizlerimiz yaşanacak her şeyi görmüşlüğün ürpertici dinginliğine sahiptir. Dinlerimiz, insanın açığa çıkmış bütün bilinci, bilinçaltı ve potansiyellerini “bilerek” konuşur. Dillerimiz, sonsuz olasılıkların, inceliklerin, nüansların bütününü ifade edebilecek yaratıcılığa ve şiirselliğe sahiptir. Devletlerimiz, birkaç bin yıllık deneyimin üstüne oturur, sözlerimiz bütün ihtimalleri karşılayacak bilgeliklerle doludur. Biz biliriz ki, “dünya Sultan Süleyman’a bile kalmamıştır”, “dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden ibarettir”, “Malda yalan mülkte yalan var, var biraz da sen oyalan…” Biz, tarihin erken vakitlerinde her şeyi çok ciddiye almış ve sonra hayal kırıklığı yaşamışlığın ürünüyüz, Bay Gonçarov. Bugün farkında ve bilincinde olmasak da, bu “yaşamak ağrısı” derinden derine her şeyimize nüfuz etmiştir. Efsanelerimiz, destanlarımız, söylencelerimiz, masallarımız, atasözlerimiz, deyişlerimiz, türkülerimiz… Biz “insanlığın” “bir kere ve bütün zamanlar için” açığa çıktığı, patladığı, yaşadığı ve söndüğü dünyanın çocuklarıyız ve belki de bu yüzden son üç yüz yıldır batıda yaşananlara hayranlıkla bakarken bile, aslında içten içe küçümseyen, yukardan bakan, önemsemeyen bir edayı da saklı tutarız. ‘Bakalım bu gidişle nereye varacaklar?’ diye tedirginlikle süzeriz onları. Oryantalizm, Doğu’nun zenginliklerini yağmalamak için yola çıkmış ve Doğu’nun bu muazzam gerçek zenginliğini anlama, algılama, çözümleme çabasına dönüşmüştür. Bizim batılılaşmamız bile, bir doğulu tavrın ürünüdür. Biz, her şeyi yeniden keşfeden şaşkın ve azgın toplulukların olası şerrinden korunma içgüdüsüyle davranırız; bize, tüm insanlığa, tüm evrene hadlerini aşan zararlar vermelerinden endişe ederiz. Bizim fi tarihimizde çok azgın topluluklar, hükümdarlar, kabileler çıkmıştır, biliriz. Ne saltanatlar, şaşaalar, yenilikler, büyüler, efsunlar görmüşüzdür. Biraz para, yeni silahlar ve sözde yüce gayelerle Tanrıcılık oynamaya kalkan ne firavunlar tanımışızdır. Büyüklenme, kibirlenme, ilahlığa soyunma, Doğu’nun çocukluk hastalığıdır. Ne icatlar, keşifler yapmış, ne kadar çok sevinip, ne içten ağlamışızdır. Biz her şeyi belki birkaç defa yaşamaktan yorulmuşuzdur. Bu yüzden, en geniş anlamıyla “oblomovluk” bize aittir. Batılılar anlayamaz ve o yüzden “Oblomov” romanı batılı dillere çevrildiğinde kayıtsız ve ilgisiz davranılmıştır.
Kendimize haksızlık etmeyelim Bay Gonçarov. “Oblomov” yanımızı anlamaya çalışalım; hayat karşısındaki ürküntüyü, kötülüklerle baş edememe korkusunu, gündelik işler peşinde koşturmacanın anlamsız ‘anlam’larını, tekrarı, tekerrürü… “bilip”de kaçmak, güvenli bir limana sığınmak, “yatıp uyumak”, belki yanlış ama anlaşılır bir şey aslında. Çünkü; oblomovluk, bir asosyallik değil, antisosyallik, tembellik değil şuurlu atalet, agorafobi değil, bir varoluş trajedisidir. İnsanlara, topluma ve dünyaya duyulan bir nefretin değil, tanrıya ve kadere sitemin ifadesidir. Oblomov, temiz yürekli, iyi niyetli, dürüst ve zeki bir kişiliktir. Duygusal ve saftır. İnançlı ve ahlaklıdır. Her şeyi yarına bırakmak, ertelemek, eyleme geçmemek son tahlilde “sorumsuzluğun” ürünü değil, tersine sorumluluk duygusuyla irkilmenin yarattığı donukluğun sonucudur. Oblomov, uyuşukluk değil, belki fazla uyanıklığın; hayata yukardan bakmanın, bütün sonuçları görerek “son”ları karşılamak istememenin yıkılmışlığıdır. Yalnızlık, “sigara külü kadar yalnızlık”tır, Oblomov. İçe dönmek, kendinden ibaret bir dünya kurarak yaşama havlu atmaktır. “Gölge etmeyin başka ihsan istemem demektir”. Ölümü, “yaşayan ölü” haline dönüşerek yenmek, hayat kıvılcımlarını yok ederek ölümün işlevini elinden almaktır.
Oblomovluk, bir hastalıktır, evet. Ama, maalesef biz istesek de istemesek de, bizimle birlikte yaşayan bir hastalıktır. “Biz”e ait, doğulu ve asil ruhların bir yüzüdür. Bizim dünyevi cennet düşlerimizi dengeleyen karşı kutbumuzdur. Oblomov yanımız, her daim içimizde yaşar ve bazen bizi kuşatarak yerimize geçer. Oblomovluk, bizim “mutsuz bilinç”imizdir. Binlerce yılın içgörüsüdür. Hayat denen garip yolculuğun, tarih denen insanlık masalının, dünya denen terkedilmişliğin, zamanın, ölümün, insan’ın mahzun bir tebessümle kenara çekilip temaşa edilmesidir. Oblomovluk, “ben oynamıyorum” demektir. “Siz önden buyurun, devam edin” demektir.
Bay Gonçarov, Mektuba başlarken, Oblomov’un yüzyıl sonra bizim için ne kadar anlamlı olduğunu vurgulamıştım.
İyi bir şey olduğundan değil, tersine bir şekilde bu hastalığı üzerimizden atmak zorundayız. Anlamı şu; Oblomovluk, bizim yani doğulu yanımızın tarihe tekrar dönmesi ve yeniden, kaldığı yerden yaşamaya başlaması için bir yüzleşme nedeni olarak okunabilir. Dedim ya, her şeyi zaten yaşamış olmaklığın verdiği o derin “yapacağız da sonra n’olacak” tavrı, o kendini yeniye, ileriye, değişmeye, farklı olana merak duymaya, geleceği başka tür tasarlayıp onun için uğraşmaya kapatmış olan yanımızı diriltmek için bir iç hesaplaşma imkanı olarak değerlendirebiliriz. Oksidentalizmi, yani batıya yukardan bakan ve kendine güvenen o bilge tavrı kuşanmakla işe başlasak mesela?
Çünkü, bugün o hale geldik ki, hayal kırıklıkları, beyhude çabalar, bizi tüketen çatışmalar sonunda bütün idealist insanlarımız hayata küstü. En önemlisi bizim devletin bizatihi kendisi oblomovlaştı. Her sorunun üzerini örtmek, her şeyi ertelemek, mazeretler üretmek, gün doldurmak… Bu davranışlar devletin “uykuya daldığı”nın göstergeleri. Sadece güvenlik gibi yaşamsal ihtiyaçları için hareket eden ve bunun dışında bir irade, hareket, politika geliştiremeyen felçli bir hasta gibi.. Sonuçta hangi deli bir kuyuya taş atsa kırk akıllı yıllarca çıkaramıyor. Hiçbir sorunumuzu çözecek kararlılık ve cesareti gösteremiyoruz. Bunca kurum, kuruluş, parti, dernek, örgüt var ama o kadar anlamsız sorunlarla o kadar ciddi ciddi boğuşup ta çözememek, hatta yeni sorunlar çıkarmak, oblomovluk değil de ne?
Kendi uyuşukluğumuzun suçunu başkalarında aramak doğru değil, tabii ki… Ama söylemeden geçemeyeceğim, romanınızdaki iyi niyetli Stoltz karakteri Rusya’da oblomovluğun tasfiyesini ve pozitif bir dönüşümün itici gücünü oluşturmuş olabilir. Fakat bizde Stoltz tipi, yani batıcı ve batılılaşmış unsurlar, bırakın topluma, ülkeye faydalı olmayı, bizi daha fazla oblomovlaştıracak ne şeytanlık varsa yapmak için bir birleriyle yarışıyorlar. Sonuçta çalışmak, koşturmak, başarmak, dolu dolu yaşamak isteyenler ahlaksızlık, hırsızlık, sahtekarlık, eyyamcılık, oportünizm, zevkperestlik ve parataparlık ile özdeşleşiyor.
Bu tipin karşısında ise oblomovluk daha sahici ve dürüstçe bir şey olarak kalıyor. Yani bizim varoluşumuz, illa iki negatif uçtan oluşan tüketici bir paranteze hapsolmuş görünüyor.
Bay Gonçarov, anlayacağın o ki, “bizi de yaktı bizim ateş” Belki, bizim yeni bir ruha ihtiyacımız var. Bir ortak ülkü, yüce bir amaç, bizi hayata ve tarihe biz kalarak döndürecek parlak bir ışık!. Belki aramak ve bulmak zorunda olduğumuz şey, terk ettiklerimizdir.
Ahmet ÖZCAN
Hoşçakal…
* Oblomov, İvan Gonçarov, roman, Sosyal Yay. İst, 1988
Kaynak: Ahmet Özcan, Açık Mektuplar, Yarın Yayınları, İstanbul.

Son Yorumlar