Otoriterliğin Demokratik Araçları

Günümüz siyasetinin en büyüleyici çelişkilerinden biri, demokrasinin kendi mahiyetinde taşıdığı öz-yıkım gücüdür. 20. yüzyılın sonlarından beri tanık olduğumuz olgu, otoriterliğin eski tezahürlerini aşar. Tank paletlerinin meclis kapılarında gürlediği dönemler atık geride kalmış; yerine seçilmiş liderlerin kendilerinin halk yönetimi kurumlarını sistematik biçimde içeriden aşındırdığı bir çağ başlamıştır. Steven Levitsky ve Daniel Ziblatt‘ın adlandırdığı “rekabetçi otoriterlik”, çağımızın karma yönetim türlerinin yaygınlaşmasını betimler.

Otokratik dönüşümün temel dinamiği, şekli meşruiyetin korunması ile gerçek demokratik işleyişin eşzamanlı tahrip edilmesidir. Seçimler sürer, ancak rekabet şartları düzenli biçimde ortadan kaldırılır. Yargı bağımsızlığı, basın çoğulculuğu ve sivil toplumun özerkliği gibi demokrasinin koruyucu kurumları, yasal görünümlü müdahalelerle işlevsizleştirilir. Demokratik prosedürlerin biçimsel olarak korunup içeriksel boşaltılması, çağımızın en ince siyasi mühendisliğidir.

Ancak düşünce tarihinin ironik diyalektiği, her evrensel sürecin kendine özgü yerel tecelliler bulmasında yatar. Vladimir Putin önderliğindeki Rusya, bu çelişkili dinamiğin belki de en ustaca örneklendiği coğrafyalardan biridir. Post-Sovyet geçiş sürecinin demokratik potansiyelinin nasıl sistematik olarak tahrip edileceğinin paradigmatik vakası olarak Rusya, 2000 yılından itibaren geliştirilen “yönetilen demokrasi” modeliyle biçimsel demokratik kurumları korurken gerçek rekabetçi siyaseti ortadan kaldırmıştır. Oligarşik kapitalizmin siyasal kontrolü ve petrol devleti mekanizmalarının pekişmesi, rejimin temel karakteristiğini oluşturur.

Putin sisteminin en sofistike özelliği, muhalefeti tamamen elimine etmek yerine kontrollü bir muhalefet yaratarak sistemin meşruiyetini koruma stratejisidir. Liberal Demokrat Parti ve Adil Rusya gibi “yapısal muhalefet” partilerinin varlığı, çoğulcu görünümü sürdürürken hiçbir alternatif sunmaz. Buna karşılık, Navalny’nin Rusya’nın Geleceği Vakfı ve Boris Nemtsov gibi gerçek muhalif liderlerin sistematik baskı, hukuki taciz ve fiziksel elimine edilmesi, gerçek muhalefetin yok edildiğini gösterir. 2020 anayasa değişiklikleri, Putin’in iktidarını 2036’ya kadar uzatma potansiyeli yaratarak anayasal despotizmin kurumsallaşma sürecini tamamlar.

Avrupa’nın kalbi ise benzer çelişkilerin farklı bir coğrafî-kültürel zeminde nasıl serpildiğini gözler önüne serer. Viktor Orban liderliğindeki Macaristan, Avrupa Birliği içerisinde demokratik gerilemenin en sistematik ve teorik olarak gelişmiş örneklerinden birini sergiler. 2010 yılından itibaren Fidesz Partisi’nin iktidara gelişiyle başlayan süreç, “illiberal demokrasi” kavramının pratik tezahürü olarak liberal demokratik normları sistematik biçimde aşındırır. Orban’ın açıkça dile getirdiği bu konsept, Batılı liberal değerlere alternatif olarak sunulan ancak mahiyetinde otoriter kontrolü meşrulaştıran ideolojik çerçeve sunar.

Macaristan deneyiminin en karakteristik özelliği, Avrupa hukukunun ve kurumsal denetiminin varlığına rağmen demokratik kurumların nasıl içeriden çürütülebildiğinin göstergesi olmasıdır. Anayasa Mahkemesi’nin yetkilerinin sınırlandırılması, medya mülkiyetinin oligarşik yapılarla kontrolü ve sivil toplum örgütlerinin “yabancı ajan” yasalarıyla baskı altına alınması, AB hukukuna biçimsel uyum sağlarken gerçek demokratik işleyişi tahrip eder. Seçim sistemindeki manipülasyonlar, özellikle seçim bölgelerinin yeniden çizilmesi ve kampanya finansmanı düzenlemeleri yoluyla, muhalefeti yapısal açıdan dezavantajlı konuma sokar.

Okyanusun öte yakasında ise Latin Amerika’nın entelektüel geleneğinin paradoksları kendini gösterir. Venezuela’nın otokratik dönüşümü, bu kıtada demokratik gerilemenin en dramatik örneklerinden birini oluşturur. Hugo Chavez’in 1998’de iktidara gelişiyle başlayan süreç, başlangıçta meşru demokratik süreçler çerçevesinde gerçekleşmiş, ancak zamanla “Bolivarcı Devrim” söylemi altında sistematik bir kurumsal yıkıma evrilmiştir. Petrol rantının siyasal kontrolü ve toplumsal mühendislik projelerinin hayata geçirilmesi, bu dönüşümün benzersiz özelliklerini sergiler.

Maduro döneminde süreç açık baskıcı nitelik kazanmıştır. 2015 parlamento seçimlerinde muhalefetin ezici galibiyeti sonrasında, yasama organının yetkilerinin sistematik biçimde boşaltılması ve paralel kurumların oluşturulması, Venezuela’nın rekabetçi otoriterlikten açık despotizme geçişinin işaretidir. Juan Guaido’nun 2019’da geçici devlet başkanı ilan edilmesi ve sonrasında sürgüne zorlanması, Leopoldo Lopez gibi muhalif liderlerin ev hapsinde tutulması demokratik temsili tamamen ortadan kaldırmıştır.

Avrupa’nın doğusunda ise tarihsel travmaların çağdaş siyaset üzerindeki gölgesi daha net belirir. Polonya’nın Hukuk ve Adalet Partisi (PİS) iktidarı, Orta Avrupa bölgesinde demokratik gerilemenin en agresif ve yargı odaklı versiyonunu sergiler. 2015 yılında Andrzej Duda’nın cumhurbaşkanı seçilmesi ve ardından PİS’in parlamenter çoğunluğu elde etmesiyle başlayan süreç, özellikle mahkeme doldurma ve anayasal kriz yaratma stratejileri açısından ayırt edici nitelikler taşır. Yargı reformlarının merkezinde, Anayasa Mahkemesi krizinin üretilmesi ve sonraki Yüksek Mahkeme reorganizasyonu yatar. Julia Przyłebska’nın başkanlığa atanması ve sonraki tartışmalı kararları, kurumsal ele geçirme sürecinin tamamlandığının işaretidir.

Sovyet mirasının en dirençli kalıntısı ise Belarus’ta kendini gösterir. Aleksandr Lukashenko dönemindeki otoriter pekişme süreci, Sovyet sonrası alandaki otoriterlik sürekliliğinin en aşırı biçimini temsil eder. 2020 başkanlık seçimleri sonrasında patlak veren kitle protestoları, “Avrupa’nın son diktatörü” olarak bilinen Lukashenko rejiminin hayatta kalma stratejilerinin emsalsiz acımasızlaşmasını tetiklemiştir. Svetlana Tikhanovskaya’nın sürgüne zorlanmış ayrılışı ve sonrasında Koordinasyon Konseyi’nin sistematik biçimde dağıtılması, muhalefet liderliğinin fiziksel tasfiyesini hedeflemiştir. Maria Kolesnikova’nın pasaport yırtma eyleminden sonra tutuklanması ve Viktor Babariko gibi başkan adaylarının hapsedilmesi, rekabetçi seçimlerin imkanlarını tamamen ortadan kaldırmıştır.

Türkiye ise coğrafi konumu kadar siyasi mevkii bakımından da Doğu ile Batı arasındaki gerilimi yansıtır. 2016 sonrası dönemde yaşadığı otokratik değişim, çağdaş demokratik gerileme yazınında karma rejimlerden rekabetçi otoriterliğe geçişin en kapsamlı ve zaman bakımından komplike örneklerinden birini oluşturur. 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrasında ilan edilen olağanüstü hal, Carl Schmitt’in “istisnanın kural haline gelmesi” teorisinin pratik tezahürü olarak anayasal düzenin sistematik askıya alınmasını ve yürütme gücünün emsalsiz genişlemesini sağlamıştır.

19 Mart 2025 sonrası yaşananlar sürecin dramatik doruk noktasını teşkil eder. İmamoğlu’nun diplomasının 18 Mart’ta iptal edilmesinin hemen ardından gözaltına alınması, rejimin muhalefet liderlerini sistematik biçimde etkisizleştirme stratejisinin en açık örneğini sunar. CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in gözaltını “bir sonraki Cumhurbaşkanına karşı bir darbe girişimi” olarak nitelendirmesi ve İmamoğlu’nun 23 Mart’ta tutuklanarak Marmara Cezaevi’ne gönderilmesi, demokratik süreçlerin tamamen çöktüğünün delili mahiyetindedir. Protestolar 19 Mart’ta başlayarak ülke geneline yayılmış, bu süreçte binlerce kişi gözaltına alınmıştır. CHP’nin düzenlediği kalabalık mitingler, toplumsal muhalefetin kesafetini göstermiştir.

Yirmi birinci yüzyılın başlarından itibaren küresel ölçekte gözlemlenen demokratik gerileme fenomeni, geleneksel diktatörlük modelleri ile çağdaş baskıcı yönetim biçimleri arasında köklü farklılıklar sergiler. Türkiye, Venezuela, Macaristan, Polonya, Rusya ve Belarus örnekleri, bu dönüşümün benzer kalıplar izlediğini ortaya koyar. Her vakada ortak olan unsur, görünürde demokratik kurumların korunması ile gerçek demokratik işleyişin eşzamanlı tahrip edilmesidir. Otoriter konsolidasyonun temel stratejileri benzer araçlar kullanır: yargı bağımsızlığının aşındırılması, medya çoğulculuğunun tahrip edilmesi, sivil toplumun susturulması ve yerel yönetimlerin merkezi kontrole alınması.

19 Mart 2025’te vukua gelen Türkiye krizi, bu sürecin nihai aşamasına bir örnektir. Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması ve ardından yaşanan kitle protestoları, otokratik rejimlerin karşılaştığı meşruiyet krizinin küresel çaptaki örneklerinden biridir. Ekonomik istikrarsızlık, toplumsal kutuplaşma ve uluslararası izolasyon, despotik konsolidasyonun kaçınılmaz neticeleri olarak tüm vakalarda tekrarlanır.

Mukayeseli perspektiften değerlendirildiğinde, otoriter dönüşümün başarı oranı jeopolitik kısıtlamalara bağlıdır. AB üyeliği veya NATO ittifakı gibi ulusüstü kurumsal bağlılıklar, otokratik konsolidasyona karşı sınırlı koruma sağlar, ancak iç dinamikleri değiştirmede yapısal sınırlar mevcuttur. Türkiye’nin tecrübesi, uluslararası kısıtlamaların despotizm karşısındaki yetersizliğini dramatik biçimde ortaya koymaktadır.

Hasıl-ı kelam, çağdaş baskıcı dönüşüm kademeli ve yasal yollarla gerçekleşir, onu geleneksel darbelerden daha sinsi ve etkili kılar. Demokratik kurumların dayanıklılığı test edilirken, sivil toplumun direniş kapasitesi otoriter konsolidasyona karşı son savunma hattını oluşturur. Çağımızın en acı paradoksu ise demokrasinin kendi yarattığı araçlarla nasıl kendini yok edebildiğine şahit olmaktır.

Yahya Kemal TAŞTAN

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir