Melih Cevdet Anday, unutulmaz eseri Raziye’ye “Sevdalanmaya gidiyormuşum meğer,” diye başlar. Ne güzel bir başlangıç, değil mi? Okurunu daha ilk cümlesinde kendine bağlayan, kendi yolculuğuna, hani ucunda sevda olan bir yolculuğa çıkaran bu kitap, edebiyatımızın birçok alanında yapıtlar üreten yazarının 1975 yılında yazdığı bir roman. Siyasi görüşü nedeniyle toplumda tutunamayan bir genç ile idealizmi yüzünden kendine sürgünde bir cennet kurmuş üvey dayısının ve o dayının dünyalar güzeli kızı Vedia’nın hikâyesinin anlatıldığı Raziye’de usta şair Anday, şiirsel betimlemeleriyle okuru baştan sona kadar lezzetine bağlı tutmasını biliyor.
Hani bazı kitaplar vardır; hayatımıza erken girerler ve yıllar sonra tekrar okuduğumuzda ilk seferinden çok daha fazla etkileniriz. İşte Raziye bende öyle bir yerde. Geçtiğimiz gün evde kitapları karıştırırken karşılaştık tekrar Raziye’yle. İşte yine aynıydı; vuruluverdim ilk cümlesine. Hem aynıydı hem bambaşka: “Sevdalanmaya gidiyormuşum meğer…” Puslu günün geceyi geçen saatinde, odanın orta yerinde duran okuma masamın hemen başında, bu cümleyi okuduktan sonra ne kadar süre orada öylece durduğumu kestiremiyorum şimdi. Ama portakal çiçeği kokusunun esintisinden söz edebilirim size. Sevda denilen şey bizim buralarda sanırım bu çiçeklere benziyor; kokusunun etkisi keskin bir kâğıtla insanın bileklerine kazınır gibi kazınıyor hafızasına.
“Okumak yolda olmaktır,” derler ya, kitaplar da okuma durakları oluyor bence. Bazı duraklarında durmadan geçtiğimiz, bazı duraklarında indiğimiz, bazı duraklarına birkaç kez döndüğümüz bu okuma yolculuğunda Raziye’nin üzerine uzun uzun düşünmemişim meğer. Ya da ne bileyim, portakal çiçeğinin kokusu kesmemiş bileklerimi belli ki. Sahi, ben belki de bileklerimden kanamamışım hiç. “Sanmak” denen duraklarda mı oyalandım nedir? Çok erken varmışım ben Raziye’ye de sanki sonrasına hep gecikmişim; bileklerim bundan biçare. İşte Raziye’nin o ilk cümlesi şimdi bir kez daha durağım. Bu kez masa başına denk gelen o durakta öyle bir durmuşum ki, hafızamın koridorlarındaki yolculuğun sonunda, vardığım yerdeydim şimdi…
Uzun süren bir otobüs yolculuğundan sonra iniyorum yedi tepeli şehrin Altın Boynuz’una. Bu yarımadada bir üniversite toplanma alanımız. Konuşmalar başlıyor. Konuşmalar bitiyor. Buluşmalar başlıyor. Buluşmalar bitiyor. Fuaye yavaş yavaş boşalıyor.
Yazının tam burasında Louis Aragon geliyor aklıma; unutulmaz Elsa’ya şiirleri… “Kâinat paramparça oldu bir akşamüzeri/ Her kurtulan ateş yaktı üstünde bir kayanın/ Gördüm denizin üzerinde parlarken gözleri Elsa’nın, Elsa’nın gözleri.” Artık her yer ateş ve parlayan sadece onun gözleri. Belki de şimdi Raziye oluveriyorsun. Ünlü bir sanatçının kolunda salonu bir baştan bir başa dolanıyorsun da biz bir türlü karşılaşamıyoruz seninle. Ama gözlerimiz, onlar durmuyor; hiç randevulaşmadan buluşuvermeyi başarıyorlar her seferinde. Bakışlarımız portakal çiçeğinin bilek sızlatan kokusunu ellerimizden önce keşfetmiş. Bu sanırım iyi bir şey; ben demiyorum, bileklerim kendinden emin. O gün sadece bunu düşünüyorum; gözlerimin gözlerini buluşunu. “Sevdalanmaya gidiyormuşum meğer,” diyorum. Hiç haberim yokmuş, portakal çiçekleri beni geç kaldığım duraklardan birine çağırıyormuş…
İsmail KUN
Son Yorumlar