Sevgiyi Neden Öğrenmeliyiz?

“Onu zorlamıyor, onu dövmüyor, ona emirle bir şey yaptırmıyorsun. Biliyorsun çünkü,
yumuşak sertten güçlüdür, su kayadan güçlü, sevgi zorbalıktan güçlüdür.”
– Hermann Hesse

Erich Fromm‘a göre sevgi, etkin olarak başka bir insanın içine girmektir; böylece bilme isteğimiz birleşmeyle doyurulmuş olur. Bir olma eyleminde bulunur, önce kendimizi, ardından çevremizi ve bilahare herkesi tanırız; ama aslında tanıdığımız kişiler gerçekte yaşamını sürdürenlerle bir değildir. Victor E. Frankl, bu durumu sevginin yapısıyla açıklar. Ona göre sevgi öyle yoğun bir duygudur ki, sevileni aşarak kişilerden münezzeh hale gelir. Artık sevilenin önemi kalmaz, asıl mühim olan sevgidir.

60’lı yılların ünlü pop grubu The Beatles’ın solisti John Lennon da benzer fikirdeydi. Savaşların ortasında çaresizliğe kapılan insanların ihtiyacı olan şeyin sevgi olduğunu düşünüyordu. Ona göre sevgiyi öğrenen insan önce kendini ve sonrasında bütün dünyayı anlama yolunda ilk adımı atmaktadır. Aynı şekilde Sait Faik Abasıyanık da sevginin güzel şeylerin başlangıcı olacağını söylüyordu. Ancak “her şey bir insanı sevmekle başlayacak” ifadesi estetik olsa da, yeterli mi sizce?

Sevgiyi tabir etmek, hayatı yorumlamakla birdir; zira hayat sevgidir der kimisi, sevdikçe yaşadığının farkına varacağını düşünür; kimine göreyse kadim bir yalandır, nafile bir avuntu… 

Sevginin insanın içinde doğuştan bulunan bir yeti olduğunu düşünerek büyüdüm. Belki de birçok insan için de aynısı geçerlidir. Sevmek eyleminin bir kişilik, karakter meselesi olduğuna inanır, sevebilen insanın bunu elde etmek için pek çaba sarf etmediğini düşünürüz. Hassaten kendini genellikle “iyi” diye tanımlayan canlılarız; kötünün safında yer tutmayı da tasvip etmeyiz. Buna rağmen eylemlerimiz aksini göstermekte. O halde burada bir tezat var, değil mi?

Abartılmış iyiliğin kötülüğe dönüşeceği beyanında zikredilen iyilik ifadesi, bende daima pragmatik bir çağrışım yapmıştır. Kendi iyiliğini önceleyen kişi edimini devamlı olarak fayda odağında teşkil edeceğine göre; herkes elinde bir orak, kavramları kendine göre yontup duracaktır. İyilik-kötülük ikilemi çıkarlar doğrultusunda içi boşaltılan mefhumlar olacak ve haliyle sevgi de bundan payını alacaktır.

Şahsi görüşüm, iyiliğin ve kötülüğün belirli bir aşamadan geçtikten sonra eyleme dönüşeceği yönünde. Kant okumalarım sırasında, iyiliğin maksadının eylemi nitelendirdiği savına denk gelmiştim; o halde kötülüğü tanımlayan da kişinin niyeti midir? Niyet okumak gökteki yıldızları ya da kumsaldaki taşları saymak gibidir; her zaman görünenden fazlası bulunur. Bu durumda kavramları hallaç pamuğu yapmak yerine onları doğru öğretmenin daha faydalı olacağı kanısındayım.

Etiğin anlaşılması sorumluluk bilincini gerektirir, yapacağımız her seçimin bir sonucu olduğunu unutmadan hareket etmemeliyiz; kişisel öğreti ve felsefemizi inşa ederken yürüyeceğimiz yolu, idrakimiz ölçüsünde kavrayabildiğimiz bilincine ulaşmalıyız. Bundan dolayı değer eğitimi birçok başka alanın sunduğu bilgilerden daha kıymetlidir bana göre. Değerlerin öğrenilmesi süreci bilişsel yolculuğumuzun bir başlangıç noktasıdır ve buradan hareketle yolumuzu çizeriz; ki insanlık tarihi Homeros‘tan Dante’ye bu yolculuğun izleriyle doludur. Bilim ve sanatın yönünü belirleyen en önemli itici güçtür. Varlığımızı isnat ettiğimiz değerlerin arasında en önemli ve belirleyici olanı ise bahis konusu ettiğimiz sevgidir.

Sevginin, sevmenin öğrenilebileceğini Selda Uygur hocam gösterdi, tüm içtenliğiyle inandırdı ve bu adım köklü gelişim sürecimin başlangıcı oldu. Sayesinde sevgiyi bilmemenin sergilediğim yıkıcı davranışların neticelerinden bihaber kalmama yol açtığını anladım. Sanırım hepimiz için hayatın tarifi böyledir; şayet bize ışık tutacak güzel bir insana denk gelirsek ve sevginin etkilerine tanık olursak, içsel bir hesaplaşmaya girişerek doğru olanı bulma şansı elde ederiz. Değişime kapı aralar ve arzu edersek bu yolda ilerleriz.

Dolayısıyla bir insanı sevmekle değil, sevginin özünü tanımakla başlayacak her şey ve buradan filizlenecek mutluluk…

Goethe, insanları tanımaya başladıkça hayvanları sevmeye başladığından söz ediyordu. Kimileri bu ifadeyi abartılı bulsa da, insanın özünden mi eyleminden mi bahsettiğini belirtmediği için her türlü yorumu mümkün kılar.

Mağrur tavırlarla nutuklar atıyor, devamlı insanın iyiliğinden ve güzelliğinden söz ediyoruz. Halbuki yarattığımız yıkım mukayese edildiğinde, herhangi bir canlının bizden masum olacağı aşikar. Eylemi dünyada binlerce canlı türünün sonunu getirmiş olan bizlerin sureti, cehennemin duvarlarında sergilense dahi, hak değil mi? Başkalarının seçimini yaşıyor oluşumuz, kendi seçimlerimizin mesuliyetinden kaçma hakkı mı veriyor? Dışarıda sürüp giden ne varsa, yalnızca gördüğümüz kadarı mı gerçekten vuku buluyor?

Birisi barışı başlatmalı der Zweig, tıpkı savaşı başlattığı gibi. Bu bakımdan umudun henüz yok olmadığını görmek sevindirici. Birileri halen hayata dokunmakta ve küçük de olsa adımlar atarak ümidizi diri tutmaktalar. Zaten böyledir, temaslarla başlayan iletişim sevgiyi kararlılıkla inşa eder. Doğaya dokunmak, diğer canlıların yaşamına tanıklık etmeyi gerektirir. Bilmekle tanımak arasındaki fark yalnızca bu şekilde anlaşılır. Dünya bizlerin inşa ettiği devasa beton yığınlarından ibaret değil; canlılık ve varlık, karmaşık felsefi çıkarımların çok daha ötesinde bir noktada bulunmakta. Sahip çıkmak yerine var olan dokuya hassasiyet göstermeli ve nihayetinde şehirlerden ayrılmasak bile, doğanın bütünlüğünü koruyarak gezegenin genelinde sürmekte olan yaşama saygı göstermeliyiz.

Bu bakımdan şehirlerde müşterek bir düzen içerisinde yaşadığımız canlıların hayatının taşıdığı değerin farkına varmamız lazım. Kuşkusuz yaşadığımız yer bizim aynamızdır; sokağa her çıktığımızda tanık olduğumuz manzaralar, zihnimizi besleyen kaynaklardan belki de en mühim olanı. Renklerin yanı sıra kokular, sesler ve dokusuyla yaşam alanımız duygu ve  düşüncelerimizi belirleme hususunda tartışılmaz bir öneme sahip. Tarihte birçok sanatçı evini değiştirdiğinde üslubu da farklılaşmıştır. Hassas bir etkendir mekan algısı, kişiyi baştan başa şekillendirir. Haliyle Adorno‘ya mülhem bir söylemle, doğru bir hayat istiyorsak, ikamet ettiğimiz mekânla bağımızı iyi kurmalı ve kendi duvarlarımıza hapsettiğimiz canlıların yaşamına gereken özeni göstermeliyiz.

Harari, insanın doğaya karşı takındığı tavrın gelişim süreciyle ilgili olduğunu öne sürer. Ona göre geçmişte yaşadıklarımızın yol açtığı acziyet hissini saldırarak örtmeye çalışırız. Zaten böyledir, korkan kişi saldırganlığı ile kendini hemencecik belli eder. Yoksunluğunu şiddet diliyle dışa vurur, böyle rahatlamaya çabalar. Haddizatında hepimiz böyleyiz. Eksikliğini çektiğimiz ne varsa başkalarından elde etmemiz gerektiğini, acımayarak ve yakıp yıkarak çıkarlarımızı korumak zorunda olduğumuzu düşünmekteyiz. Belki yapımız böyle, ya da sistemin kurbanıyız; bu ayrı tartışma konusu. Lakin emin olduğum yegane şey, insanın zulmünün kendinden başlayarak ötekine sirayet ettiği. Ötekinin bir kimliği ya da tanımı olmasına bile gerek yok; masumiyetin sureti müşterektir nasıl olsa. Bunun için cehennem başkaları ifadesi bir ayna görevi görür; yani, sadece diğerleri değil, bütün doğa insanın kurdu veya aynası olabilir.

Şöyle bir uzaklaşalım kendimizden, hayal edelim. Bir yaz sabahı Alpler’in yamaçlarında yürüdüğünüzü düşünün. Keçilerin sekerek etrafınızdan geçiştiği bu dağlarda Heidi ile Peter’in nice macerasını seyrettik, değil mi? Çam ağaçlarının yoğun kokusu buram buram sarar bedeni, çimenin hışırtıları arasında attığımız her adımda karşımızda dünyanın bir başka yansıması belirir. Her adımımız gerçeğimize dair farklı kimliklerin tezahür noktası olur; farklılıkların temeline ulaşır ve ardından hepsinin aynı kökten kaynak aldığını görürüz. Ağaçlar çeşit çeşittir, kuşların sesleri, çiçeklerin renkleri birbirine benzemez ama hepsi aynı ormanın bir parçasıdır, değil mi?  

Hayaller gerçeğin yerini tutmaz elbette, yine de bir şekilde sevgi yolunu bulur. Evden çıktığımızda muhtemelen sokağın bir köşesine sinmiş kedi ya da köpek göreceğiz; gidip başını okşayalım, mamasını suyunu verelim; işte size sevgiyi öğrenmenin en kolay yolu. Temasla başlar her şey ve yaşam dokunuşlarda ortaya çıkar. İlmek ilmek, adım adım, sabır ve sebat içinde inşa edilir. Hissetmeden, anlamadan ve anlaşılmadan dilin dahi kifayeti yoktur; kelimeler başıboş sözcüklerdir ardında bir anlam yatmıyorsa ve bakışlar boşlukta yitip gider, gözlerin nazarı kendini aşıp karşısındaki ulaşmıyorsa.

Gelgelelim, Kafka gibi düşünüyorsanız eğer, yaşamın sırrını bir köpeğin bakışlarında keşfedebilir, bir kediyi severken huzur bulabilir veya bir ağacın dibinden geçerken uçuşan kuşlarla sebepsizce mutlu olabilirsiniz. Yeter ki isteyin, yeterince isteyin; illaki olur.

***

Sevgiyi öğrenme süreci edebi eserlerde de kendine yer bulmuştur. Doğayı gözlemleyen yazarlar, insanın arayışının benzerini hayvanlara da çeşitli yollarla isnat etmişler ve böylece yaşama hak ettiği hürmeti sunmuşlardır. Eğer yaşamı anlamak istiyorsak her dokusuna nüfuz etmeli, bağ kurmalıydık. Bunun yolu da elbette hisleri ve düşünceleri paylaşmaktan geçiyor. Birçok yazarın başta kedi, köpek ve atlar olmak üzere birçok canlıyla bağ kurduğu bilinir, hatta bazı yazarlar kendilerini doğanın kollarına bırakarak yaşam anlayışlarını değiştirirler. Dünyayı doğanın bir parçası olarak yeniden yorumlarlar.

Jack London bu doğrultuda akla gelebilecek ilk isim. Doğayla kurduğu ilişki doğrudan romanlarına da yansımıştır. Beyaz Diş, Vahşetin Çağrısı ve Katıksız Sevgi gibi eserlerinde yaşamı yalnızca insanların bakışıyla yansıtmakla yetinmeyerek hayvanların gözünden de anlatmış, duyarlılığı ve kıvrak zekasıyla kurduğu empati ortaya olağanüstü eserler çıkmasına sebep olmuştur. Anlatıcılığındaki başarısının sebebi de zaten anlaşılacağı üzere, anlatıcı olarak bakış açısını değiştirmesinden ibaret değildir. Sevgi başta olmak üzere macera tutkusu, yalnızlık, sadakat, saygı ve benlik arayışı gibi mefhumları işlediği karakterlerin yeterli derinliğe sahip olmasıdır. Bizlere sunulan kişiyle duygusal bağ kurmamıza imkan sağlaması, anlatılan hikayenin üzerimizdeki tesirini de artırmıştır. Bir köpek ya da insan olması fark etmez, yaşadıkları bizi doğrudan etkiler, hislerine ortak oluruz.

Fakat burada derinlikten kasıt entelektüel algı ya da birikim değildir; London’ın karakterlerinin derinliği, yaşamı doğrudan doğruya kapsayıp metne dahil eden tutumundan kaynaklıdır. Bir kurt ya da köpek de olsa okurken ne denli benzediğimizi görür, zorluklar karşısında gelişimini izler, hassas bağlar kurar ve birlikte çıktığımız yolculuktan bambaşka biri olarak kendi gerçekliğimize geri döneriz. Artık ne o hikayesi anlatılan şahıs aynıdır, ne de biz. Şahsiyet değişimi okuru aynı oranda değiştirmese bile birçok noktada muhakemeye iterek sabit kalmasını önler. Herakleitos’un deyimiyle aynı suya yeniden girsek de, hem su hem de biz değişmiş, farklılaşmış oluruz.

O halde soralım madem: Jack London ve diğer bütün anlatıcılar bunu nasıl başarır? Poetika adlı eserinde klasik tiyatro anlayışını özetleyen Aristo, Mimesis ve Katharsis kavramlarından bahseder.

Mimesis, sahnede ya da örneğimize uygun olacak şekilde söylersek, kitapta yaşananın izleyici veya okuyucuya gerçekle bağını koparacak biçimde yansıtılmasını tabir eder. Kendi gerçeğinden koparak kurgunun atmosferine kapılır önce; yoğun duygular zihnine sirayet eder ve ardından olay yahut durumla bağ kurarak karakterle bütünleşir. Nihayetinde artık kahramanın sonsuz yolculuğunun bir parçası haline gelmiştir.

Katharsis ise bu bütünleşmenin kurulmasının ardından duyguların yönetimi sürecine verilen isimdir, arınma anlamına gelir. Çok sevdiğiniz bir kitabın ya da filmin sonunda yaşananlar sizi çok etkiliyorsa, bitirdiğinizde göğsünüze bir ağırlık çöküyor, içinizde eksik bir şeyler kalıyorsa, bu durum eserle kurduğunuz bağın gücünü gösterir. Aristo, bunu bir arınma olarak görüyordu; yoğun duyguların tazyikini azaltan bir terapi. Edebiyatın anlatı geleneğindeki yeri düşünüldüğünde bu kuramdan izler taşıması pek şaşırtmayacaktır. Yeşilçam filmlerini izleyip de az mı ağladık… Melodramın bunca sevilmesi boşuna olamaz.

Şimdi de gelelim kurgusal eserlerdeki diğer izdüşümlerine. Martı Jonathan Livingston’ın hikâyesini okumayan yoktur sanıyorum. Richard Bach, bir martının gözünden bizlere sınırları aşabileceğimiz mesajını veriyordu. Ancak bunu martıların dünyasından örneklerle sunarak yapıyor ve doğayla bağlarımızı adeta ifşa ediyordu. Tıpkı Samed Behrengi’nin küçük kara bir balığı anlatırken, haddizatında farklılığından ötürü ötekileştirilen herkese umut vermesi gibi. Farklı olabilirsin ama kafanı kaldır, sevmekten vazgeçme ve merhameti asla kaybetme. Çünkü seni kazandıkların değil yitirdiklerin tanımlar.

Akif Pirinçci‘nin Sherlock Holmes maceralarını anımsatan Felidae adlı romanı polisiye türünün güzel bir örneği. Bir köpeğin gözünden yaşanan bir cinayeti, ana karakter tarafından dedektif edasıyla çözülmesini oldukça güzel bir şekilde anlatıyor. Kemal Varol‘un Haw’ı ise 90’lı yılların politik ortamına yine bir köpeğin gözünden tanıklık ediyor. Hayvanların kendi aralarındaki ve insanlarla ilişkilerine yansıyan detaylar okuru alıp nostaljik bir yolculuğa çıkarıyor. 

Bizden bir başka örnek de Yılkı Atıyla adlı romanıyla Abbas Sayar‘dır. Yılkılık bir atın gözünden yaşadığı keder dolu olayları anlatır. İhtiyar atın yıllarca sadakatle hizmet ettiği evinden kovuluşu, kurulan bağların bir anda kopması yaşama dair hatırı sayılır dersler içermektedir. Emeğin çıkarlar karşısında nasıl ansızın hiç haline geldiğini gören okur; ayakta kalabilenin yalnızca pes etmeden yürümeye devam edip, zorluklara rağmen yılmadan yaşama tutunan olduğunu gösterir. Hayat acımasız ya da kötü değildir, onu katlanamaz kılan bizleriz ve yine bizler yaşamı seçeceğiz.

Modern çağ insanları olarak pragmatizmin müridine dönüşmüş durumdayız, aksi takdirde çarkların arasında yok olmamız kuvvetle muhtemel. Bununla birlikte acımasızlığın en uç noktalarına varıyor yolumuz. Sevgisizlik içimizde devasa bir boşluk, kara delik misali büyüyor ve gitgide içine çekiliyoruz. Kaçmak içinse antik çağların adak törenleri misali başkalarını kurban ediyoruz. Derin yaraların şifasını geçici ve tüketici olanda arıyor, içimizde durmaksızın genişleyen boşluktan bu yolla kaçmaya çalışıyoruz. Ya sonra?

Bu açıdan bakıldığında Hachiko’nun bekleyişi bizler için faydasız ve anlaşılmaz gelecektir. Gelmeyecek olanı beklemek neye yarar, değil mi? Kendimizden özge bir dünya olduğunu kabul etmek bile ahmaklığın beyanıdır, katlanamayız aptallığa! Sokak Kedisi Bob katlandı ama; üstelik bir insana dokunarak birçok insanın hayatını değiştirdi. Sahi bir kedi sizin üzerinizde ne kadar etkide bulunabilir? Bir kedi ya da köpek kaç kişinin yaşantısını etkileyebilir? Vicki Myron’ın kaleminden kütüphane kedisi Dewey’i okuyunca tahminlerin bile ötesinde olduğunu anlarız. Bob, Dewey, Hachiko ve ismi, hikayesi henüz anlatılmayan birçoğu… Beklemek, aramak ve değiştirmek. Bulmaya gerek dahi kalmaz, yalnızca doğru kararları vermek yeterlidir. Gerisi kendiliğinden gelecek, su yatağına varacaktır.

Anlatıcılığın diğer bir yolu ise kişiselleştirmedir bilindiği üzere. Ezop’un fabllarında, Grimm Kardeşler’in Bremen Mızıkacıları’nda veya Herman Melville’in Moby Dick’inde doğa motif ve dekordur, insanın kendi gerçeğiyle yüzleştiği alegorik kurgunun sıradan bir unsurudur. Hayvan Çiftliği’nde Orwell hayvanları anlatmaz; Ezop, Beydeba ya da Mevlana’nın anlatılarında olduğu gibi hayvanlara isnat edilen soyut kavramlar, bir piyes edasıyla hem öğretmek hem de fikir aşılama aracı olarak kullanılır. Yani, başka bir deyişle, insana dair durumları hayvanlar üzerinden anlatarak göstergeleri inşa ederler. Göstergeler de bizleri yazarın arzuladığı noktaya ulaştırır.

Bu göstergeler, tilkinin kurnazlığı ya da köpeğin sadakati gibi bağdaştırmalarla insanın doğayla bağının soyut yansımalarını oluştururlar. Haliyle animizmin de tesiri olduğu söylenebilir. Hayvan ve insan ruhlarının fiziksel tezahürü birbirinden farklı olsa da, özünde aynı noktadan doğarak var olduğu düşüncesi birçok medeniyetin anlatılarında aynı şekilde yer almıştır. Dolayısıyla göstergeler bu temelden doğan metinlerle insanın kendi gerçeğine farklı bakış açıları katacak birçok zemini meydana getirir. Zeminlerin arasındaki geçişler ise edebi okumalar vasıtasıyla gün yüzüne çıkacaktır. Tilkinin kurnazlığının kıssadan hisse olması bundan sebep. 

Rus Yazar Mihail Bulgakov, Köpek Kalbi adlı yapıtında “köpeğe dönüşen insan” vurgusunun üzerinde durarak yine bir yan anlam ve soyutlamaya başvurur. Köpek yalnızca insanlıktan uzaklaşmanın bir göstergesidir. Nihat Genç’in deyimiyle, “köpekleşmenin” tarifidir. Değerlerin yitimi, insanı kendinden farklı, yitik bir mahluka dönüştürür; burada görünen bir köpek olsa da işin arka planında yine insanın kendisi bulunmaktadır. Bize sesleniyor: “Söylediğinle yaptığın çelişiyor, riyaya sapıyorsun, ne olacak bu halin?” diyor.

Hakeza Kafka‘nın Dönüşüm’de Gregor Samsa üzerinden anlattıkları emsal niteliktedir. Samsa, hayatı boyunca hor görülen, küçümsenen ve değersiz sayılan bir insan olarak ruh halinin yansımalarını aktarır. Orwell’ın sistem eleştirisi için hayvanları sembolleştirmesiyle aynı alegoriden faydalanır. Yine Bulgakov’un Usta ile Margarita’sında şeytanın bir hayvan bedeniyle vücut bulması da kesişim kümesi misali önümüzde bir kapı aralar. Az evvel değindiğimiz üzere animizmin canlıların ruhları arasındaki ilişkiyi ele alış biçimine benzer şekilde, bir hayvanın ruhu üzerinden kurgunun metaforik zemini hazırlanır. Burada elbette yazarın doğrudan animizmden etkilendiğini söyleyemeyiz; ancak Eco‘nun Aşırı Yorumu’na dahil olma ihtimali bulunsa da üzerinde düşünmeye değer.

Bir başka nokta ise doğanın bizatihi kendisi ve üzerimizdeki etkisidir. İnsan-hayvan ilişkilerinin belirleyici oluşu halihazırda hayatımızda eksikliğini hissettiğimiz değerlere duyulan ihtiyaçtan kendini göstermektedir. Henry David Throeau, Nietzsche, Rousseau ve birçok yazarda olduğu gibi doğayla bütünleşik bir yaşam kurduğumuzda hissettiğimiz ferahlık tesadüf olamaz. İnsan şehirlerde olsa da bilinci halen toprağa ve suya temas etme şevkiyle yanmaktadır. Teni rüzgarın dokunuşlarına muhtaç, gecenin karanlığında ateşin dansını izlerken meftunluğun doruklarına ulaşmayı arzulamaktadır. Damarlarımızda akan kanda var bu, kulaklarımızda kuşların cıvıltıları, kokladığımız her kokunun arasında doğal olanın yeri daima ayrı; bir çiçeği dalında koklamanın hazzıyla, esansını duyumsanın  verdiği zevk bir olabilir mi hiç…

Hayat böyledir, an gelir bizleri tanımlayan kitabi bilgiler sıcak bir kucaklaşma ya da bir yaprağın titreyişi kadar tesir edemez; özgürlüğü ancak böyle zamanlarda tadar, idrak ederiz. Engellerle çatışırız, teamüllere meylimiz zihnimizde korkunun tohumlarını filizlendirir. Oysaki önümüze serilen sınırlar benliğimizin bizzat kendimiz tarafından sıkıştırıldığı görklü zindanlarıdır, bir adım daha atarsak nefes almamız içten bile değil.

Sevginin değerini belirleyen atılan adımın ardından gelen olgunlaşma sürecinin meyvesi oluşudur; sevmeyi yalnızca severek öğreniriz. Nasıl ki şiddet şiddeti körüklüyorsa, aynı şekilde sevgiye maruz kaldıkça içselleştiririz. Samimi şefkat ancak olgunlukla mümkün olur. Sevgiyi bilmeyen, görmemiş, yaşamamış bir sokak köpeğine ilgi göstermek nasıl ki korkuya ve paniğe sürüklenmesine yol açacaksa, benzeri insan için de geçerlidir. Farkımız yok, sevilmek istiyoruz işte, var mı dahası?

Hayvan sahiplenen insanlara iyi bakın; sahiplendikleri canları evlatları yerine koyar ve ellerinden geldiği ölçüde zaman ayırmaya gayret ederler. Bunu yalnızca sorumlulukları gereği yapmazlar, Jack London’ın katıksız sevgi diye tabir ettiği hale bürünmenin huzurunun farklı bir hal olduğunu hissederler. Sevilenin kıymetini belirleyen sevgidir zira, sevdiğin müddetçe varlığın tezahürü olarak her canlı eşittir ve sevgine bürünüp senden bir parça olur. Kan bağının yerini can bağ alır.

John Lennon haklıydı yani, sevgiye ve anlatmaya ihtiyacımız var. Sevgiyi öğrendikçe kendimizi bulacak, sevdikçe özgürleşeceğiz. Ve sevgi içimizde yer ettiğinde, karanlığın içinde zuhur eden gün ışığı misali habis hisleri ve düşünceleri tarumar edip ortadan kaldıracak. Geriye dostlar kalacak, sarılacağımız ve dünyayı paylaşacağımız dostlar… 

Bahse Değer Diğer Eserler:

Dişi Kedi – Colette
Kujo – Stephen King
Momo – Michael Ende
Timbuktu – Paul Auster
Siyah İnci – Anna Swell
Hachiko – Leslea Newman
Nuhun Gemisi – Marcel Ayme
Kedi Mektupları – Oya Baydar
Şairin Kedisi – Adnan Binyazar
Fedor Amca – Eduard Uspenski
Kedi Gülüşü – Deniz Kavukçuoğlu
Kuyu ve Sarkaç – Edgar Allan Poe
Hayvan Hikâyeleri – Julio Cortazar
Watership Tepesi – Richard Adams
Ben Bir Kediyim – Natsume Soseki
Bir Eşeğin Anıları – Comtesse De Segur
Dişi Kurdun Rüyaları – Cengiz Aytmatov
Uygarlığı Değiştiren 100 Kedi – Sam Stall
Kitapları Kurtaran Kedi – Sōsuke Natsukawa
Mavi Köpeğin Gözleri – Gabriel Garcia Marquez
Güneşi Uyandıralım – Jose Mauro de Vasconcelos
Kedi Murr’un Hayat Görüşleri – E.T.A. Hoffmann
Rikki-Tikki-Tavi, Orman Kitabı – Rudyard Kipling
İnsan Postuna Bürünmüş Köpek – Ingvar Ambjörnsen

Emre Bozkuş

Kaynakça:

ARİSTOTELES, Poetika, Çev. İsmail Tunalı, Remzi Kitabevi, 1987, İstanbul.
DEGRAZİA, David, Hayvan Hakları, Çev. Hakan Gür, Aralık 2006.
FRANCİONE, Gary L., Hayvan Haklarına Giriş: Çocuğunuz mu Köpeğiniz mi, Çev. Elçin Gen, Renan Akman, Mart 2008, İstanbul.
FRANKL, Victor Emil, İnsanın Anlam Arayışı, Çev. Selçuk Budak, Okuyan Us Yayınları, Aralık 2009, İstanbul.
FROMM, Erich, Sevme Sanatı, Çev. Işıtan Gündüz, Say Yayınları, Eylül 1985, İstanbul.
HARARİ, Yuval Noah, Hayvanlardan Tanrılara: Sapiens, Çev. Ertuğrul Genç, Kolektif Kitap, Eylül 2016, İstanbul.
LONDON, Jack, Katıksız Sevgi, Çev. Şemsa Yeğin, Can Yayınları, Ocak 2019, İstanbul.
NERSE, Çetin, Hayvan Hakları, Ayrıntı Yayınları, Şubat 2016, İstanbul.
REGAN, Tom, Kafesler Boşalsın: Hayvan Haklarıyla Yüzleşmek, Çev. Serpil Çağlayan, İletişim Yayınları, 2007, İstanbul.
ZWEİG, Stefan, Satranç, Çev. Ahmet Cemal, İş Bankası Kültür Yayınları, Eylül 2015, İstanbul.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir