Sonu Yokmuş Yazgıların…

“Yazmasam çıldıracak değildim, evet. Lakin yazmadığımda hep eksiktim, hep noksandım. Kainatı aşkla arşınlamaya başlamıştım bir kere, kendi gönlüm dardı bana, hep bir tamamlanma isteği sonrası…”

İnsan ne için yazar ki? Bu sorunun yanıtı zamanın ruhuna göre değişiyor sanırım. Yaşadığımız bu günlerde kitle iletişim araçları, sosyal medya hayatın bütün alanlarını eline geçirmiş durumda. Artık bire bir iletişim, karşılıklı muhabbet, insana dokunma ve karşımızdakinin gözlerine bakarak sohbet etmek yok. Bunun yerine kabloların içinden akıp gelen, televizyon, telefon, bilgisayar ekranlarına düşen mekanik iletişim var. Herkes yazıyor, konuşuyor, mesaj kutuları, sms’ler, mailler hıncahınç mesaj dolu. Peki birbirine dokunan, birinin sadrından dökülüp bir başkasının gönlünde, aklında yankılanan sözler var mı? Neredeyse yok. Herkes yazıyor, herkes konuşuyor ama kâle alınacak, değer verilecek söz neredeyse neredeyse tükenmiş. Yazmak için yazılıyor yazılar… Herkes aslında bir başkasıyla iletişimde iken aslında yalnızlığın en kesif ikliminde, kimsesizliğin ayazında… İnsanlar sosyal medyada ben buradayım diye çığlık çığlığa ama birbirini duyan yok. Herkes kendi çığlığında sağır… 

Bu satırları Yasemin Kapusuz‘un “Sonu Olmayan Yaz(g)ılar”  kitabını okurken düşündüm. Kitaptaki yazıları okuduğumda bu yazılar varolanla olması gerekenler arasında bir kıyas imkânı sundu bana. Bugünün mekanik iletişimiyle, gönülden damlayan sözlerin etkisi arasında bir kıyaslama, samimiyetle, sürekli ben buradayım aceleciliği arasındaki derin uçurumu… 

“Sonu Olmayan Yaz(g)ılar” şiirle düz yazı arasında salınıp duruyor. Şiirsel metinler… Yazmak için yazılmamış… Kadim kitaplardaki üsluptan esintiler… Kapusuz’un kapalı, simgesel bir dil ve anlatımı var. Düz bir okumayla metin kendini açmaz. Sezgi ve ruh faal olmalı okurken… Yazarla aynı ruh iklimi ve frekansta olmak gerekir. Metin ondan sonra açıyor kendisini. Sözcükler, yazıldıktan sonra canlanıyor adeta. Bitmeyen, devrilen, sarsan/sarsılan etki devam ediyor. 

“İddialı, fantastik, sansasyonel, modern çizgide değildi yazdıklarım. Bunu ben de biliyordum. Mütevazi, samimi, nostaljik belki, ceviz sandığından çıkan bir gelin ayinesi gibiydi.” diyor Yasemin Kapusuz yazdıkları için. Belki söylenenlerden bazıları kusurmuş gibi algılanabilir. Ama kesinlikle ben bu özelliklerin yazıya güç kattığını ve kitaptaki yazıları başka yazılardan ayırdığını düşünüyorum. Klasik metinler de gücünü samimiyetinden, derinliğinden ve zamana teslim olmamaktan alır.

Kesik cümleler, devrik cümleler yazıların bitmediğini gösterir. Bu kitapta da aynı şekilde yazılar okunup tüketilmiyor. Okuyucunun zihninde yaşıyor. Sadece okunmuyor, hissediliyor, hissettiriyor. 

Kitap 29 hikâyeden yada şiirsel metinden oluşuyor. aynı zamanda bir iç yolculuk, içe yolculuk çağrısı… Bu iç yolculuk günümüzdeki kişisel gelişim kitaplarının tükettiği ya da çağırdığı bir tüketim nesnesi olan iç yolculuk değil. Bazen şehre yağmur yağarken ve sonra gökkuşağı belirirken  annelerin dualarında çıkılan yolculuk. Bazen de bir çölde, şehrin ve masmavi denizin ortasında… Kimileyin büyük bir cenge girersiniz bir masalın başında, münaacatta kimileyin de zülüfleri salkım söğüdün altında sonbaharın son demlerini duyumsarsınız.

Kitaptan çok kısa bir bölüm:

“Uzun Hikâye”nin başında gibiyim. Kara trende. Ah bu gönül şarkıları eşliğinde. Türkülere dayasak sırtımızı, gecikmiş olur kara tren ama olsun. Başıma gelebilecek en güzel şey gelmiş. Yağmurda mahsur kalmışım., “semaya ağlayarak”. Gök yarılmış, yıldırım yelleri, âşıklar namına yürekleri dağlamış. Tren yavaş yavaş yol alıyormuş bir yandan. Gözlerin yağıyormuş gökten, inciler saçıyormuşsun toprağa. Bulutlar mı suya düşmüş, su mu gözlerine kaçmış, bilemiyormuş serçeler. Nereden bilsinler?” 

Muaz ERGÜ

  • Sonu Olmayan Yaz(g)ılar, Yasemin Kapusuz, Çıra Yayınları, İstanbul, 2021

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir