Yarayı Gösteren Yazar

“Yazmak benim için sadece gördüğümü anlatmak demek.” 

Bu cümle ilk öykü kitabıyla okuyucu karşısına çıkan Zeynep Delav’a ait. Delav aslında yazmaya yeni başlamış değil. Yıllardır kalemiyle birçok alanda ben de varım diyor. Felsefe ve Psikoloji eğitimi alan, kitap ekleri ve kitap dergilerinde tahlilleri, eleştirileri yayınlanan Delav TRT’de editörlük, danışmanlık ve metin yazarlığı da yapmış. Kısacası yazının mutfağından…

Kitap iki bölüm olarak yayımlanmış. ‘Çok Bin Vuruş’ on iki öyküden oluşan ilk bölümün adı. İkinci bölüm ise novella kabul edilebilecek kitaba da adını veren Kemik Tozu.

‘Çok Bin Vuruş’ yazarın editörlük geçmişinin de etkisiyle ‘Cinnet mekân’ adlı roman dosyasının etrafında geçen bir öykü. Dosyasını yayınevine e-posta yoluyla göndermek yerine Denizli’den kalkıp gelerek elden teslim etmeyi tercih eden adam üzerinden sektörün mutfağında konuşulanlar ifşa edilmiş sanki. Yayıncılık piyasasının katı gerçekleri bir yanda:

“Az fikir çok iş… Yoksa zordu özel sektörde yorum yaparak çalışmak.”

Öte yanda yazdığı romana acılarını, umutlarını yükleyen bir yazarın çırpınışları:

“Yazmak denilen şey, boğazı sıkan kazak giymek gibi, gevşetemezsen nefes alamıyorsun.”

Satır aralarında tadını kaçırmadan, kararında yazarın yazmak üzerine saptamaları da gözlerden kaçmıyor:

“Devam ettikçe okuduklarına inanmaya başladı. Kurmaca metinde bu çok önemli bir şeydi. İnanıyor musun sorusuna cevabın evet ise olay bitmiştir.”

Öykünün bütününe baktığımızda ise yayıncılık camiası tabiri caizse üzerinde çalıştığının kadavra değil, bir yaşam öyküsü olduğu konusunda ikaz ediliyor. Belki de editörlükten kitabı olan yazarlığa yumuşak bir geçiştir. Kim bilir?

Yazarın tamamıyla erkek gözünden tasvir ettiği iki öyküsü var kitabında. ‘Bipolar’, çocukluğunda evi terk eden annesine yolun yarısı denilen otuz beş yaşında ‘iki uçlu mizaç bozukluğuna’ yakalandıktan sonra kavuşan Hakan’ın yaşamından kesitler sunuyor okuyucuya.

“İnsanlar sen güldüğün için mutlu sanıyor ya seni, değil işte.” diye isyan ediyor Hakan. Yazarın bu alandaki birikimine dayanarak yaşadığı hayatı…

“Kaç yıldır hayattayım, içim kuyu gibi, ne istersen var dibinde… Paslanmış firkete, saman çöpü, kuş pisliği… Su, boz bulanık. Kuyu öyle derin ki, sesleniyorum sesimi bile geri vermiyor, hele yüzümü hiç göremiyorum.” cümleleriyle derinlere inerek tanımlıyor. Bazen de bir bipolardan beklenecek netlikte vicdanı tarif ediyor:

‘Soğuk namlusu sürekli şakağa dayalı başa bela silahtır vicdan!’

Erkek gözünden yazılan ikinci öykü ise ‘Ölümü Öp.’ Ölmüş bir genç adamın arkasından olanları yorumladığı bir öykü bu. ‘Kadınların gözlerini hep ensemde hissettim. Sevgi zannettikleri duygudan araklama, şefkatten devşirme tuhaf hallerine ifrit olmakla geçti ömrüm’ cümleleri değme maskülen bakış açısı sahibi er kişilerin kaleme almaktan imtina edeceği imaları taşıyor sanki. Yoksa anlatıcıya kalsa;

“Ölmek biraz olsun sevdiklerinden kendi yükünü almak demek.”diyor ve ilave ediyor “Ölüm ağır, suyun kaldırma kuvveti, toprağın da çekme kuvveti var sonuçta.”

Çukur ve Çamur metaforları ‘Bipolar’ hikâyesindeki ‘boz bulanık suyu olan kuyuyu’ anımsatıyor hemen:

‘İçinde bir çukurla dolaşıyorsun. Allah’tan o çukur görünmüyor…’

‘İnsanın ömrünü yiyen bir cümle var. Çamur gibi, battıkça battığın. İçinden çıkamadığın gibi, gitgide çamurla aynı renge dönüştüren, güneş vurdukça da üzerinde kuruyup kaşındıran, tuhaf bir hayat. Biz buna “Bir daha deneyelim!”  sendromu diyoruz…’

‘Çok Bin Vuruş’ adlı bölümün diğer on hikâyesinde ise hayata kıyısından köşesinden bulaşmış, dertleri başlarından aşmış, ahları arşa ulaşmış kadınlar var. Hangi birinden bahsetmeli ki? Kitabın tümünde itilip kakılmış, horlanmış, kenarda köşede kalmış insan hayatlarından kesitler sunulduğu bir gerçek. Yazarın dil ve üslup olarak kadınsı seslenmediği de. Ama kadın sorunlarına daha bir hassasiyetle eğildiğini de inkâr edemeyiz. Bunun yazar mesuliyetine ilave olarak yaşanmışlıkları yakından gözlemlemeyle alakalı olduğunu tahmin ediyoruz. Ne kadar rikkatli olursa olsun gözleme dayanmayan hiçbir kalem salt okumalardan edindiği fikirlerle bu denli yüreğe dokunan metinler ortaya koyamaz.

‘Çikolata Aşkı’ öyküsünün hasis bir koca elinde zehre dönen hayatına evlat hatırına tahammül etmeye çalışan yeni annenin çığlığını duymamak mümkün mü?

“Yoksulluktan değil, yoksulluğu düşünmekten öleceğim.”

Dam öyküsünde kader mahkûmu kadınların sessiz sedasız çektikleri, en masum, en ezik, en çilekeş kabul edilebilecek kadınların bile kahır karşısında deliye döndükleri içeriden anlatılmış sanki:

“Kustuğu yerde uyuyan insanlarız biz, çiçek ne halt etsin… Etlerin yere dökülse de gökyüzüne bakarken havayı çekeyim içime dersin…  Burada hiçbir şeye şaşırmayacaksın! Hiç eşiğin ne içinde ne dışında duran böcek ölüsünün kıpırdadığı görülmüş mü? Hele o böcek hapishane de ise hiç şaşırmayacaksın!”

‘S/anki’ öyküsünde evli bir adama ilgi duyan kadının içinde bulunduğu duruma bile bile lades demesi çok zarif aktarılmış. Karşısında ise Zuhal Olcay’a benzeyen kadınlardan hoşlanan bir erkek var. Kendi karısı dâhil;

‘Hiçbir zaman fotoğrafın bütünü olamamak, her defasında var olan fotoğrafa başka bir fotoğraftan kesilip bantla yapıştırılmak gibi… Kırmızı balona fit olan çocuklar gibiyim, bunun farkındayım hem de…’

Kitabın şüphesiz en ilgi çekici öykülerinden biri de ‘Ölüyorum Kederimden.’ Kapak kompozisyonu da bu öyküden esinlenerek oluşturulmuş. Bir taburenin gözünden yapılan evliliklere rağmen küllenmeyen bir aşkın ateşle biten sonu.

“Köklerinden ayrılınca daha fazla tutunma çabası sarıyor ama ne çare! Koptun mu bitiyor. O tutunma denilen şey, kendi kendini, eşyanın da ruhu var diyerek avutmaktan başka bir şey değil…”

Yalnız bu öyküde dikkatimi çeken, belki de kitaba dair ender eleştirilerimden biri taburenin ağzından aktarılan şu cümle ‘Her kapı açıldığında bir ümit doluyor insanın içine’. Bilmem ki yazar eşyanın ruhuna fazla mı kaptırmış kendini?

Son olarak kitaba adını veren ‘Kemik Tozu’ öyküsüne değinmeden geçemeyiz elbette. Kemik Tozu bir kaç farklı karakterin iç içe geçmiş öykülerini konu alan bir novella. Kaç insan arzu ettiği, hayalini kurduğu hayatı yaşayabilir? Herkes buna imkân bulabilir mi veya? Ya da bunu kişinin kendi tercihleri mi belirler? Bu ve buna benzer sorulara cevap arayan bir öykü Kemik Tozu. Belki cevap arayan çok iddialı olur! Yol bulmaya çalışan diyelim.

‘Her şeyin kontrolsüzce büyümesi boğabiliyor, sevginin de nefretin de! Çok sevmek ya da çok nefret etmek için ölmek istemeyip diri kalmak istiyorsun ama istediğin şey ölüme denk geliyor. Hayat çoğu kere böyle…

İnsanın kendisine kefil olması, canına vereceği en büyük ceza!..

Paran yoksa sesin hep az çıkıyor…

Yokluğa katlanmanın yolu alışmaktan geçmiyor, sadece çaresizlikten geçiyor.

Bir şeyi kazıyıp atmak gerekiyorsa, sonrasında vereceği boşluk hissinden korkmamak lazım. Yük ettiğin şeyin ağırlığını düşünmek iki kere yük. Oysa çukur açmak, niyet etmektir.

İnsan çok yorulunca her şeye inanmak istiyor. İnanınca yorgunluğunun geçeceğini düşünüyor sanırım.’

Kemik Tozu neresinden bakarsak bakalım hiç ilk kitap acemiliği taşımıyor kanaatimce. Başta da söylediğim gibi mutfaktan gelmenin avantajı Zeynep Delav’a çok şey kazandırmış. Bir de seneler süren yazı faaliyetlerinin içinden yapılmış seçki olduğunu düşünürsek bu öykülerin okuyucusunu pişman etmeyeceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Kitabın geneline sinen bir karamsarlık olduğu eleştirilerine şahsen katılmıyorum. Hayatın rutin akışı içerinde neyle ne kadar karşılaşma ihtimalimiz varsa Kemik Tozu öykülerinde de o kadar var. Son cümleyi yine yazar söylesin. İşte kitabın final cümlesi:

‘Dağ bitmez, sis geçmez. İnsan gitmeyi göze alarak, kendine kavuşur.’

Sinan TERZİ

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir