Hep Bir Şeyler Eksik…

“Bir küçük insan zerresi hâlinde bu sabah; bütün insanları, çocukları, kuşları, yemişleri, sefilleri ve açları beyhude bir sevgiyle seviyor; kederlenmeye zaman kalmadan birdenbire bir sıçrayışla ayağa kalkıyorum. İlk vapuru karşılamaya koşuyorum. Ve bekliyorum. İlk vapurdan bin bir yabancı çıkıyor. Bir dost çehresi bulamıyorum. Bir şeyler anlatmak ihtiyacındayım. Vapurdan kimseler çıkmayınca kaleme kâğıda sarılıyorum…” S. Faik/Sarnıç

Ah hepimiz biraz, ustanın bir şeyler anlatmak ihtiyacındaki hâli değil miyiz? Bu çırpınışlar, bu hayali aşklarda hayal sevgililer yaratmalar, hiç tanımadığımız insanlar için bir şeyler karalayıp onlara; daha umutlu, daha mavi, daha güzel bir dünyada buluşma sözü verircesine kalbimizi sonuna kadar açmıyor muyuz? Bir kaos dünyadan, çocukluğumuzda kalan o ipek ülkeye kaçmak, annelerimizin nasırlı ellerini yüzümüze sürmek, babalarımızın biraz tehditkâr ama en çok sevgiyle kalkan kaşlarının kaç derecelik açı yaptığını yeniden merak etmek, o kayıp iklimde kalan öbür yarımızı arayıp bulup eksikliğimizi tamamlamak ihtiyacında değil miyiz?

Bizler güzel insanlarız aslında; evet bizler, çiğdem gibi yakışıklı devrimci ağabeylere özenip aşklarımızı, gülüşlerimizi, en güzel günlerimizi devrimden sonra kurulacak bir cennete saklamıştık; olmadı. O aydınlık ve mavi günlerden kala kala böğrümüzde bir bıçak yarası, birkaç harlı kavga hatırası kaldı, bir de Ayşe’nin gülen gözleri.

Sonra zaman, güngörmüş bir çiftçinin bereketli avuçlarından tohum saçar gibi savurdu bizi, gökte yıldızlar gibi dağıldık. Şimdi  ayrı yörüngelerde ve yasal vatandaşlığın prangalarında iş-ekmek-fatura üçgeninde çırpınıyoruz. Çocuklarımızı iyi okullarda okutup iyi arabalara biniyoruz, gâvurun elimize tutuşturduğu el kadar bir alete esir olmuş bir hâlde, gölgelerine bile höyküren birtakım cahil insanların kaprislerini gün yirmi dört saat çekiyoruz. En acısı da bir zamanlar adını söylerken yüreğimizin ağzımıza geldiği o nazenin sevgiliyle ayrı odalarda iki bilgisayara dönüşmüş hâlde hımbılca yaşlanıyoruz.

Bizim hayallerimizi çaldılar yoldaş, umutlarımızı…

Göğümüzden maviyi çaldılar, ufkumuzdan güneşi… Ruhumuza öyle bir katran karası doldurdular ki hepimiz birbirimizden nefret eder olduk. Oyuna geldik anlayacağın. Biz ki bir zamanlar sırtımızı ancak yoldaşımıza dönerdik, şimdi duvarlara dönüyoruz ve duvarlar örüyoruz herkesle aramızda. Aşkı meşki mutluluğu geçtik, çocuklarımızı her saat başı arayıp eve dönüp dönmediğini kontrol ediyoruz. Kendimize kallavi 780.000 km karelik bir cehennem yaratmayı başardık sonunda.

Aşk nazenin bir kuş gibi uçup gitti uzaklara. Vefa, aslında İstanbul’da bir semt adı olduğu gerçeğini pekiştirdi, “dostlarla da yollar ayrıldı bir bir”; şimdi zaman, kaleyi muhkemleştirme zamanı, yalakalık, yağcılık, lobicilik zamanı… Bize değmeyen yılanların bir gün şahmeran olabileceklerini düşünemedik.

Sizce de hayatımızda bir şeyler eksik değil mi? Nasıl desem hani; horoz şekeri, ayva tüyü, domates kokusu, annelerimizin kokusu, babalarımızın tanrısal sesi, komşuların güleç yüzleri, bakkalın, fırıncının sattığı ekmekten sıcak sohbetleri, eski yağmurların çömçe gelin bereketi, Ayhan Işık, Türkan Şoraylı yazlık sinemalar, elvan, Yedigün gazozlarındaki büyülü tat, Arap kızlı jikletler, “bir ekmek bir politika” ya da “Abdülcanbaz” günleri…

Mehmet BİNBOĞA

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir