Son yıllarda öyküye olan ilgi neredeyse şiirle yarışır oldu. Bu nicelikte, şiirde bir yerlere gelemeyeceğini anlayıp şansını bir de öyküde denemek isteyen edebiyat tutkunlarının payı oldukça büyük. Günümüzde düzenli olarak yayımlanan öykü dergilerinin çoğalması ne kadar sevindiriciyse; gençlerin, hatta orta yaşı geçmiş, özellikle çağdaş kentli kadınların, söz konusu türün alt yapısı hakkında yeterince donanım edinmeden şiirdeki gemlenemez acemi heveslerini öyküye de taşıyıp üslubu es geçerek metne çalakalem dalmaları da bir o kadar üzücü.
Oysa öykü bir gazete haberi, fıkra, deneme ya da şiir değildir; kaldı ki başımızdan geçen günlük sıradan olayların, belki minnacık bir ders verme niyetiyle ağzı gözü temiz bir kalemden yazıya geçirildiği türün adı “fıkra”dır. Yazınsal türler hakkında kapsamlı bir araştırma, uzun okumalar yapmadan yazacağımız her metnin ölü doğma olasılığı hayli yüksektir. Bu bağlamda, gerek sosyal medyada gerekse dergilerde, kitaplarda rastladığımız öykülerdeki kimi acemilikleri ve yapılması gerekenleri şöyle sıralayabiliriz:
1- Öyküde konu-tema sınırlamasına dikkat edilmemesi:
Yazınsal bir yapıtta hakkında sözü edilen nen, kavram, olgu ya da nesneye konu; bu konunun sınırlandırılmış alt birimine de tema denir. Metinde konuyu anlamak için, “Bu metinde ne anlatılıyor, temayı saptamak için de “Bu metinde konunun hangi yönü üzerinde duruluyor?” soruları sorulur. Konu, metnin daha ilk tümcesinde hissettirilirken, tema gelişme tümceleriyle belirginleştirilir. Örneğin, “Son yıllarda öyküye olan ilgi neredeyse şiirle yarışır oldu…” tümcesinde konu “öykü”dür. Devam eden tümcelerde ise “Öyküde dikkat edilmesi gereken özelliklerden söz edilmektedir ki buna da “tema” diyoruz.
Öncelikle unutmamak gerekir ki öykü, roman özeti değildir. O hâlde konuyu olabildiğince sınırlandırmalı, okuru âdeta kameradaki “zoom” diye tabir edilen yakınsamayla metnin büyülü havasına sokmak gerekir.
Son yıllarda, özellikle kimi öykücülerin, hatta orta yaşa gelmiş kimi heveslilerin yaptığı en bilinen yanlış, metinde an’a yoğunlaşamamaktır. Birçok öykücü, çocukken ya da gençken izleyip bilinçaltında kalmış bir Yeşilçam filminden (Yabancı film sahneleri kullananlar da az değil.) hatırladıkları uzun bir hayat hikâyesini birkaç sayfaya özetliyor. Gerek dergilerde gerekse kitap olarak yayımlanan birçok öyküde sık görülen bu yanlışla yazarlar; öykü zamanını aylara, yıllara hatta bir ömre yayıyor. Öyküyü romandan ayıran belki de en önemli fark: Öykünün kısa bir zaman diliminde geçmesidir. Öykü, yaşamdaki kısacık bir anın billurlaşmış dil senfonisidir. Şairin, küçücük bir şiirde imgenin sonsuz olanaklarıyla duyumsatmaya çalıştığı çağrışımları, öykücü dil marifetiyle kotarmalıdır. Dolayısıyla gerek Maupassant tarzı denilen “olay öykülemesi” gerekse Çehov tarzı “durum öykülemesi”nde yazarın dikkat kesilmesi gereken en önemli nokta; olayın ya da durumun çağrıştırdığı görüntülerin, hareketlerin bir orkestra ahengiyle belirli bir zaman aralığında geçmesidir. Elbette ki geri dönüşlerle zamanı genişletme olanaklarından faydalanacaktır yazar ama bu, kesinlikle romandaki gibi enine, uzununa yayılıp tarih bilimini çağrıştıracak denli kronolojisi uzun bir zaman olmamalıdır.
Örneğin; edebiyatımızda en bilindik öykülerden “Kaşağı” ve “Eskici” adlı metinlerde zaman, hepi topu birkaç gündür. Bu cümleden olarak romanda olduğu gibi, iyi bir öykünün planı yapılırken de zaman sorunsalını en başat unsur olarak düzenlemeli; anlatıyı ona göre sınırlandırmalıyız. Demem o ki romandaki olaylar, “süreç” denilen inişli-çıkışlı çoklu zaman planına oturtulurken; öyküde bu, “sürenin” (an’ın) elverdiği ölçülerde gerçekleşmelidir.
Dolayısıyla, kaba hatlarıyla bir roman özetini çağrıştıracak zaman israfından kaçınmalıdır öykücü. Zaten öyküde aslolan, dilin çağrışım gücüdür. Şiire en yakın türün öykü kabul edilmesi tesadüf değildir, zira bu iki türü birbirine yakınlaştıran unsur, ancak ve ancak şiirsel dil akrabalığıdır.
2- Öyküde mekân sorunsalı:
Öyküde mekânı canlandıran betimlemelerdeki yapaylık veya konuya uygun düşmeyen renkler, sesler, kokular, iklim gibi, mekân betimlemeleri için olmazsa olmaz unsurların yerli yerinde kullanılmaması durumunda metnimiz aksar. Birçok öykücü mekânla ilgili bir kafa karışıklığı yaşıyor. Öyküde mekân betimlemesi ilaç niyetine kararında verilmelidir, fazlası hastayı öldürür. Birkaç sayfalık bir öykünün yarısı mekân betimlemesine ayrılırsa bu, uzay filmlerinde tasarlanan canlıların vücutlarına göre anormal büyük kafa oranına benzer. Oysa öykücü için metinde önemli olan her konuda “altın oran” hesabıdır. Öyküde mekân çok gerekliyse; mekân betimlemesinin, kahramanın tanıtılmasında olmazsa olmaz önemi varsa, ancak böylesi bir durumda söz konusu altın oran ölçüsü zorlanabilir. Kaldı ki son dönemde tiyatroda dekorun neredeyse tarihe karıştığı gibi; öyküde de mekân, çoklu fonksiyonunu kaybetmiş gibidir. Hele de post-modern öyküde handiyse olay da yoktur. Her şeye rağmen yine de illaki mekân tasvirine ihtiyaç duyuluyorsa, bu çalışmanın mantık çerçevesinde yapılması gerekir: Yani ki trajik bir ölümün konu edildiği bir mekânın betimlemesinde albenili nesneler, oynak kıvrak şarkılar, gökkuşağı gibi cıvıl cıvıl renkler kullanılmamalıdır. Erbabı hiç mi kullanmaz bunları; kullanır elbet fakat öyküyü bir kısa film olarak düşünürsek malum trajik olay, ancak o alengirli sahnelerin finalinde gerçekleşir. (Ör. “Gamsız’ın Ölümü” R. Nuri Güntekin)
3- Öyküde dil-cümle ve üslup yanlışları:
Edebiyatın hemen bütün türlerinde, hatta konuyu daha da genişletirsek; her türlü yazınsal metinde (edebi metinler ve haber metinleri, kullanma kılavuzları, hazırlıklı ya da hazırlıksız konuşmalar da dâhil) ikide bir tekrarlanan sözcükler, o kompozisyonu zedeler. Dil zevki; bir yazarın, şairin, hatipin (konuşmacının) en güçlü silahıdır. Bu silahın tutukluk yapmaması için azami dikkat gösterilmeli, dili bileylemek için değerli kitaplardan günlük okumalar yapılmalıdır. Bir yemeğin lezzetli olması için nasıl ki tuzu, biberi, yağı, soğanı, eti ya da sebzeyi aynı tencerede buluşturmak milim şaşmaz bir göz kararı gerektiriyorsa; yazarın sağlam bir metin yaratabilmesi için de benzer bir duyarlığa sahip olması gerekir. Anlatım yanlışlarıyla dolu, çok kısa ya da bir sayfa tutan çok uzun tümceler, metnin ahengini bozar.
Metindeki tümcelerin boyutunda aşırıya kaçmak, balans ayarı bozuk bir aracın kaza yapmasına benzer bir son taşır içinde. Bu da yazarın sıkıştığı yerde, “Benim üslubum budur.” ucuz savunmasıyla kotarılacak bir durum değildir.
Yukarıda sözünü ettiğimiz tuz-biber örneğinden gidersek, anlamı zayıflatacak tekrar sözcüklerden, ikilemelerden, sözcükte anlam ve dil sapmalarından (ör. “cehennet” E.Ayhan, “sombahar” E.Batur) dil oyunlarından ve her tümceyi eylemli yüklemlerle bitirmekten kaçınmalıyız. Belki şiir kaldırabilir ama öykü; öznesi, yüklemi, tümleci belirsiz tümceyi pek kaldırmaz.
Özellikle hareketli öyküde, olayların hızına göre uzun ya da kısa cümle oluşturmak; metnin anlattığı hikâyenin gerilimine, merak unsurunun yoğunluğuna ve etkisine hizmet eder. Mekân tasvirlerinde ya da psikolojik betimlemelerde uzun cümleler sırıtmaz; hatta bu dinginlik, okuru rahatlatır ama olaylar hızlanıp finale doğru dörtnala giderken kısa eylem cümleleri metni kurtarır.
Öykü dilinde, hatta tüm yazınsal metinlerde kimi yazar ve şairlerin kullandığı yerel dil ya da şive, geçen yüzyılda kalmış metin içi araçlardandır ve bu türden metinlerin günümüz yazınında yeri yoktur. Sözlü gelenekte ya da tiyatral metinlerde ucuz komedi numaralarından biri olan şivenin kullanılmasına hoş bakılsa bile, kültür dilinin önemli bir yazınsal türü olan öyküde mümkün olduğunca şiveden kaçınılmalıdır. Öykücünün birincil görevi yerel dilleri ya da şiveleri yaşatmak değildir. Dil konusundaki savrukluğun ortadan kalkması için gerekli olan, o dilin kültür diliyle eserler verilmesidir.
Dil konusunda bir başka sorun da günümüzde kimi genç yazarların sözde “özgür sanat” adına, ahlaken ayıp sayılan sözcükleri veya küfürlü söylemleri metinlerinde yerli yersiz kullanmaktan çekinmemeleridir. Her konuda olduğu gibi bu konuda da aşırıya kaçmak, öykünün okunma, hatta yazılma amacını da aşar. Metnin akışına uygun olarak veya kahramanların karakter özelliklerini en kısa yoldan hissettirmek için tadında argo kullanılması belki hoş görülebilir ama ayarı kaçırılınca argo da sırıtır metinde.
4- Öyküde olay iskeletinin dikkate alınmayıp şiiriyet dozunun abartılması:
Mensur şiirle öyküyü karıştırmamalıyız; diyelim ki mensur şiirde imge, coşku ve sanatlar yüzde yetmiş, asıl hikâye yüzde otuzluk bir orandaysa, öyküde bunun tam tersi olmalıdır. Asıl olayı ya da durumu es geçip öyküye aklımıza gelen her uçar-kaçar, ipe sapa gelmez imgeyi boca edersek o metin öykü olmaktan çıkar.
5- Öyküde heyecan ve merak unsurlarının, gerilimin ya da olası duygusal yakınlaşmaların nabzının tutulması:
Kimi yazarların okura kıyamayıp Ahmet Mithat Efendi merhametiyle olayın finalini öykünün başında ağzından kaçırdıklarına tanık oluyoruz. Olay öyküsünde bu affedilmez bir hatadır, elbette ki polisiye öykülerde bu türden bir kurgu vardır ama bizim sözünü ettiğimiz öyküler bu tür hikâyelerin dışında kalanlardır. Yazarın birinci görevi metnini okutmak olmalı, bunu sağlamak için de okura acımamalı ve faş edilmesi gereken bilgileri yeri gelmeden ve zamanından önce söylememelidir. Heyecanı ayakta tutmanın yolu, açıklamaları gıdım gıdım bir çiçeğe can suyu verir gibi vermektir. Aksi halde metnin büyüsü bozulur.
6- Öyküde yazım ve imla kurallarına uymamak…
Bu konu her ne kadar yayınevlerinin uhdesindeymiş gibi görünse de sorumluluk sahibi bir yazar; en küçük bir noktanın, virgülün anlama olan katkısını unutmamalı; metnini ona göre tekrar tekrar gözden geçirmelidir.
7- Öyküde işlevsel nesnelerin önemi:
Başarılı sayılan birçok öyküye dikkat ederseniz bu metinlerin oldukça sağlam bir nesneye dayandığını görürüz. Nesne-insan ilişkisinde nesne, insanın belli zamanlarda ilişki içinde olduğu bir fiziksel araç-gereç olmanın ötesinde, olgu ve kavramsallık arz eden de bir varlıktır. Dolayısıyla usta öykücülerin birçoğu metinlerini bir nesne etrafında kurgular. Örneğin Ömer Seyfettin, “Pembe İncili Kaftan, Kaşağı ve Bomba” adlı öykülerinde; Sait Faik, “Semaver” adlı öyküsünde nesne-insan ilişkisini en güzel şekilde anlatır. Oliver Henry’nin “Noel Hediyesi” adlı öyküsünde öykü kahramanı yoksul kadının, kocasının çok istediği saati alabilmek için saçlarını kazıtıp satmasının anlatıldığı metin ve Portekizli yazar Saramago’nun, “Ölümlü Nesneler” adlı kitabında yer alan öyküler, nesnelerin hayatımızdaki ve edebi eserdeki işlevi hakkında oldukça yetkin örneklerdir.
Çehov’un tiyatro için söylediği, “Sahnede bir silah varsa, oyunun sonunda mutlaka patlamalıdır.” klişe sözü kadar değilse de öyküde kullanılan ya da detaylandırılan nesnelerin metin içinde işlevsel bir özelliği olmalıdır. Paragraflarca bir kayığı anlatıp da kahramanları denize çıkarmamak olmaz.
8- Kurguda nedensellik ve gösterme teknikleri.
Kahramanların yaptığı eylemlerin bir nedeni, gerekçesi olmalıdır metinde. İçkiyle arası hoş olmayan bir kahramanın meyhaneye gitmesi olağanüstülük arz eder mesela, bu davranışın bir nedenle temellendirilmesi gerekir. Bu kahraman meyhaneye gelmişse, meyhaneyle ilişkili bir başka kahraman gelmeli aklımıza; büyük ihtimalle birinci kahraman, ikinci kahramanı arıyordur mekânda. Bu, olay öykülemesinde kullanılan basit bir nedenselliktir.
Öykü, roman kadar hareket alanı geniş bir tür olmadığı için, özellikle olay öykücülüğünde kahramanlar uzun boylu tanıtılamaz. Dolayısıyla da zaten sınırlı olan kahramanların da birbirlerine benzememelerine dikkat edilmelidir.
Kahramanın kim olduğu, nereden gelip nereye gittiği, huyu suyu satırlar dolusu anlatılacağına, bir sinema tekniği de olan “gösterme” tekniğinden faydalanılmalıdır. Örneğin bir kahramanın utangaç olduğunu kör gözüm parmağına bir şekilde anlatacağımıza, onun bir hareketinden söz ederek oldukça utangaç biri olduğunu gösterebiliriz.
9- Diyalog kurmada ölçüyü kaçırmak:
Özellikle kısa öyküde diyalog kurmak maharet ister: Metin boyunca baştan sona konuşma kurgulanırsa o başka bir türe dönüşür, öykülemenin büyüsü bozulur. Ne zaman hatırlasak içimizi cız ettiren Ömer Seyfettin’in “Kaşağı” adlı öyküsünde yazar, diyalogları öykünün sonuna doğru “pastada çilek” babından kullanmış, metnin bütününü kahraman bakış açısıyla kaleme almıştır.
Hatta yürek söken bu diyalogların edebiyatımızdaki en bilinen örneği, Refik Halit Karay’ın “Eskici” adlı öyküsünde içimize paslı bir hançer gibi batan o meşhur son sahnedir. Ortaokul Türkçe derslerinin gediklisi olan bu öyküde, anne-babası ölmüş beş altı yaşlarındaki bir Türk çocuğu olan Hasan, akrabalarının yanına, Lübnan’a gönderilip orada yaşadıkları anlatılır. Aylarca sokakta tek Türkçe sözcük duymayan Hasan, âdeta anadilin güneşinden mahrum kalmış bir çiçek gibi gün günü solarken, bir gün kapıya Türk bir eskici gelir. Hasan, adamın Türkçe konuştuğunu anlayınca çılgınlar gibi sevinir, onunla saatlerce konuşur, eskicinin işi bitip giderken yaşanan o sahne, sanki bir öykü değil de gerçekmiş gibi, tüm zamanlarda bizi en çok yaralayan sahnelerdendir:
“Hasan, yüreği burkularak sordu:
– Gidiyor musun?
– Gidiyorum ya, işimi tükettim.
O zaman gördü ki küçük çocuk, memleketlisi minimini yavru ağlıyor. Sessizce, titreye titreye ağlıyor. Yanaklarından gözyaşları birbiri arkasına, temiz vagon pencerelerindeki yağmur damlaları; dışarının rengini geçiren manzaraları içine alarak nasıl acele acele, sarsıla çarpışa dökülürse öyle, bağrının sarsıntılarıyla yerlerinden oynayarak, vuruşarak içlerinde güneşli mavi gök, pırıl pırıl akıyor.
– Ağlama be!.. Ağlama be!
Eskici başka söz bulamamıştır. Bunu işiten çocuk hıçkıra hıçkıra, katıla katıla ağlamaktadır. Bir daha Türkçe konuşacak adam bulamayacağına ağlamaktadır.
– Ağlama diyorum sana! Ağlama!..
Bunları derken onun da katı, nasırlanmış yüreği yumuşamış, şişmişti. Önüne geçmeye çalıştı, ama yapamadı, kendisini tutamadı, gözlerinin dolduğunu ve sakallarından kayan yaşların –Arabistan sıcağıyla yanan kızgın göğsüne– bir pınar sızıntısı kadar serin, ürpertici, döküldüğünü duydu.”
***
Kısacası, kalıcı metinler oluşturabilmek için o türün disiplinlerini öğrenmeye zaman ayırmalı, o türle ilgili akademik yayınları takip etmeliyiz. Öykü sanıldığı kadar kolay bir yazınsal tür değildir, emek ister…
D. Mehmet BİNBOĞA
Son Yorumlar