‒ Mısdafa la, amman la, fisdanımı Hacce deyzemin düunüne yetişdiricim tama; dediimi getiri la…
‒ …
‒ İlaa, saa diyom saaa!.. Valla saa para veririm.
‒ Get gız! Ötean de eyle dediydin, daha vericin, deal mi?
‒ İki gözüm oönüme aksın ki boyuz veririm.
‒ Yemin et!
‒ Yemin. Yemin diyom işde saa..
‒ Vallaha billaha de.
‒ Ula yemin diyom saa işde, daha ne istiyon, ömür dörpüsü?
‒ Ben de getirmiyom ha! Getirmiyeceam.
‒ Ben de saa yapacaa biliyom dur… Yok yok, tamam; vallaha paranı vericim. Hadi getir şu mostrayı…
Mostra; bir şeyden örnek olarak gösterilen şey…
Yaklaşık, kırk santime altmış santim gibi bir tahtaya, sıra sıra delik açılarak veya ince çıtalar çakılarak bir zemin hazırlanır; bu zemine dükkânda satılan mesela düğme, iplik, kumaş gibi mallar sergilemek amacıyla onların yeni ve güzel çeşitlerinden birer tanesi bu tablanın üstüne sıkı sıkıya yerleştirir. Bu örnek, alış veriş yapmak isteyenlere, dükkânda iken alacağı malın çeşidini incelemek ve seçmek için kolaylık sağladığı gibi, dükkâna gelmeyen/ gelemeyenlerin, özellikle hanımların da evine gönderilerek, alacağı şeyi orada beğenmesi sağlanırdı.
Mostrası olan satıcı, bir bakıma, diğerlerine göre daha avantajlı olurdu.
Çok değil elli altmış yıl öncesinde bile kasabalarda, kadınlar öyle her akıllarına estiği zaman çarşıya pazara gidemezlerdi. Her aklına estiği zaman ne demek, hemen hemen hiç gidemezdi. Eğer, bir şey önüne geçemeyeceği kadar gerek olmuşsa, yanına da yoldaş bulamamışsa çarşafına bürünür, peçesini yüzüne kapatır ve kenarlardan, köşelerden korkudan titreyerek, “Amanın bizim adam görmeden gedip gelseydim” tedirginliği içinde gölge gibi süzüle süzüle, en kestirme yoldan gidip alacağına alır; alır almaz da gerisin geri aynı yoldan evine dönerdi.
Niye kestirme yollardan, biliyor musunuz?
Herifine hatta kayınbiraderine, kayınbabasına, ağabeyine görünmemek için! Eğer evin erkeklerinden biri görürse. Görünce de ‘Ula şu bizim avrat/bizim kız yanında kimse olmadan nireye gediyor ola?’ diye takip ederse -ki birçoğu ederdi- eve gelince de hesaba çekerse -ki birçoğu çekerdi- o zaman, herifin tüm ukalalığı ve tüm bilgiçliği, tüm kocalığı, tüm erkekliği, tüm kazaklığı üstünde olurdu da başlardı hesaba çekmeye:
‒ Ulan, peki; maademaaki attere (aktara) ilik almıya geddin; pekii niye yalıız geddin; niye şuradaahı yol dururken buradaahı ayhırı yoldan geddin hıı; ne aranıyordun orada?
Kadıncağız, bu cevapsız, bu anlamsız ve bu, sadece ‘Sen suçlusun; sen kötü niyetlisin’ diye bar bar bağıran soruya ne diyebilirdi? Söyledikleri kâr eder miydi?
Dahası, o erkek, kadının/kızın -takip ediyor ya- gittiği yoldan geri gelmediğini görürse bu sefer sorgu çeşidi değişirdi:
‒ Ulan galtak! Peki, ne aranıyordun da geddiğin yoldan geri gelmeyip başka yoldan geldin ilaa?
Bu soruya muhatap olan kadının yüzde biri dayaktan kurtulurdu… Hadi zavallı dayağa katlanıyor diyelim, bu ithamın, bu töhmetin; erim, kocam, eşim diye aynı yastığa baş koyduğu şu herifin bu ettiğine ne demeliydi; bunu nasıl içine gönlüne nasıl sindirirdi? Unutabilir miydi bir sonraki fasıl başlayıncaya kadar; kalbindeki sevgi dağarcığında eksilmeler, azalmalar olmaz mıydı?
Hatta bir kısım kendini bilmez, her duyduğuna üç-beş yalan katıp, söz daha ağzında ıslanmadan konu komşuya yetiştiren dedikoducu kadınların diline bile düşme tehlikesi vardı…
Epeyce sonra kadınlar ille yanlarına kocasının bildiği ve güvendiği bir veya iki hanımla gitmenin kapısını aralamışlardı.
İşte bütün bu ‘netameli’ davranışları engellemenin yolunu, yine erkekler bulmuş ve mostrayı icat etmişler. Kadınlar çarşıya geleceğine alacakları şeyin örnekleri kadınlara gitsin, demişler. Tuhafiyeciler daha çok düğme, iplik; manifaturacılar da bez, kumaş mostraları hazırlamışlar. Bu mostralar, dükkânlarının önde bir yerde dururdu. Hanımlar, varsa kendi çocuğunu yoksa komşu çocuklarından birini göndererek, alacağı şeyin mostrasını isterdi. Satıcı, onu verirken kim olduğunu kimin oğlu olduğunu öğrenir, sonra da fiyatlarını belirtirdi. Mostra geldikten ve konu komşusunun taydaş hanımları ile birlikte, enikonu inceledikten sonra birini beğenir, işaret parmağını üstüne basarak belirtir, parasını verip tembihini sıkı sıkıya yapardı:
‒ Aha şundan! Garışdırma haa, garışmam soona bak! Aha şundan alıcın, tamam mı?
Çocuk da gider, gösterilen şeyden alış verişi tamamlardı.
İşin bir başka tarafı da kadınların, kendileri gidemediği gibi, kocalarının da kesinlikle mostra-mustra getirmeye razı olmamaları, dahası bunu bir ‘Ar-namıs’ meselesi gibi saymaları; gurur meselesi yapmaları vardı. Bu konuda erkeklere “bir iki üç” deyip koro halinde bir cümle söyletsek şunları söylerlerdi:
‒ Erkean de avrat işini yapması neymiş yav!?
Öte yandan -laf aramızda- gerçekten, bazı haddini bilmezler, işin bir tarafını şakaya getirip alış verişe yalnız çıkmış kadınlara, özellikle de biraz modern giyinen (turuncu renkli naylon çoraplı, yüksek topuk ayakkabılı ve mantolu) kadınlara, çarşıda pek rahat vermezlermiş. Olmadık şakalar, laflar, üzerine bir şey atmalar; yüksek sesle “Hanım hanım hart deedi…” diye başlayan edepsiz tekerlemeler gırla gidermiş. Köşkerler çarşısı, bir zamanlar kadınların korkulu yerlerden biri olmuş. Duayen köşkerlerden Topal Ali diye anılan Sakkalardan Kembeşoğlu Ali (Sağ) emmi bir konuşmamızda şöyle özetlemişti:
‒ Şeherin avratları daha yeni yeni köşgerler çarşısından geçmeye başladılar. O da eskiyi duyup bilmediklerinde…
Sonra ekledi:
‒ Evin böyükleri, ekâbirleşmiş hanımlar, eğer gızları, bacıları şeyle dursun; gonu-gomşuları çarşıya çıhacak olursa, onlara; ‘çarşıda şuraya şuraya ille de köşgerler çarşısına yalıız getmen haa!’ diye tembah ederlerdi.
Yıllar geçti. Başka yerlerden gelen memur hanımları, kadın öğretmenler, tahsil yapan kızlar çoğaldı. Onlara bakarak çokları çekinerek de olsa çarşıya gidip gelmeye başladı. Bu arada esnaf, asıl alışverişi kadınların yaptığını fark etti. Bunun üzerine, onların rahatça güven içinde gelecekleri yerlere, yani çarşıya giriş yapan cadde ve sokaklara doğru yayılarak dükkânlarını açtılar.
Şimdi mi? Günümüzde mi? (Bu soruya, yaklaşık yirmi beş yıl önce duyduğum ve hafızamın bir köşesine yazdığım iki hanımın konuşmasıyla cevap vereyim) durakta konuşuyorlardı:
‒ Zeman nasıl da deaşiyor kele anam; dün gişileri gendilerine mostra getirmeye utanırlardı; boön, garılar gendileriynen gişilerinin donlarını seçe seçe alıyorlar gı! Amanııın, heç mi ar-namıs galmamış; heç mi utanır yüz galmamış bunlarda gıızz? Amanın yüzüüüümm!!’ (Amanın yüzüüüm, diyen kadınlar elleriyle yüzünü tırnaklıyor gibi yaparlardı, o da tek eliyle öyle yaptı) Öteki onayladı:
‒ Hee gız, ötean ilmeçer (filkete/çatal iğne) alım dee çarşıya geddiydim; dükkânın içini avratlar aazınaadar dolduruk. Biri utanmadan tuman beanirken ne dese beanin, utanmadan ‘O tuman güccük; ıcık böyüünü verele…’ diyor gız! Amanızın, yüzümü gözümü cınnaklayıcım vallaha, yani ne demeye getiriyor biliyoo… Get anam get diyemeyicim namıssızım… İtiniz olum, bu nasıl iş, gıyamatın alameti deal mi Allah’ıızı severseaz?
Bu iki hanımın yirmi beş yıl önceki konuşmasından o ana kadar kadınların çarşıya, alış verişteki tavırlara bakışları epeyce anlaşılıyor.
Ben onu bunu bilmem. Onurunu, edebini bilen hanım; alışverişini de bilir, nerede ne zaman ve nasıl davranması gerektiğini de… Yeter ki, edepsiz erkekler geri dursunlar.
Gelin sevgili okuyucular, hep birlikte gönlümce bir mostra hazırlayalım. Bir sırasında sevgi olsun, bir sırasında saygı; birinde başkasına zarar vermeyecek özgürlük, diğerlerinde cömertlik, fedakârlık, iyilik, çalışma ve paylaşma; bir başka sırasında okuma olsun, sonrakinde sorgulayıcı düşünce olsun, bilim ve dünyayı kuşatan güzellikler olsun…
Hangisini beğenirdiniz?
Arif BİLGİN

Son Yorumlar