Bir Başka Başlangıç

İnsan ülkesini terk edip gitmek ister mi? İsterse neden ister?

James Joyce, Dublinliler kitabındaki hikâyelerinde başka bir ülkeye gidemeyenleri anlatır. Aslında kaderini değiştirmek için gitme niyetindedir karakterler. Kimi bir evlilik vaadiyle Brezilya’ya; iyi bir hayat yaşamak, öğrenim görmek, kıstırıldığı alandan kurtulmak, iş bulmak için Londra’ya, Amerika’ya, Fransa, Belçika, Hollanda’ya gitmek arayışındadır. Dublin’e dışarıdan gelenler hem zengin hem kültürel ve sosyal yönden imrenilecek görünümdedir, bu hikâyelerde.

James Joyce gidemeyenleri; bir çaresizlik, geleneksel bağların engellerine takılmışlık, yoksulluk, kabalık, görgüsüzlük, yüzeysellik içinde gösterir. Belki de Joyce bu yüzden uzun süre İsviçre’de yaşadı ve Zürih’te öldü. Büyük eseri Ulysess’i de İsviçre’de yazdı zaten. Stefan Zweig “Dünün Dünyası”nda İsviçre’de görüştüğü Joyce’u ilginç bulur ancak önemsemez nedense.

James Joyse’un, Dublin’deki bir günü anlattığı Ulysess, bilinç akışı yöntemiyle yazılan, çoğu yazarı etkileyen bir romandır hâlbuki. Dublin özlemi dışarıda, uzakta, bir başka ülkede yazılabilirdi belki de. İçindeyken insanı çürüten bir etki yaymaktadır.

İnsanın ülkesinden soğuması, burada kalmasının hiçbir şeyi değiştiremeyeceği karamsarlığından doğar. Vatan anlamsız, kıstırılmış bir hayatı yaşamaya zorlayan bir kapana dönüşür bu insanlara. Boşunalık duygusu yaygın bir iklime kapı aralar. Hem bireysel hem toplumsal ümitsizlik sarar insanları. 

Ülkede her şey umutsuz ve herhangi bir çabanın onaramayacağı ölçüde kötü göründüğünde insanlar, başka ülkelere kaçmak isterler. Dünya, küçük bir köy artık ve her yerden haberdardır insanlar. Özellikle ideolojik, siyasal ve kültürel bir adanmışlık içinde yaşayanlar, gittikçe umutlarını tüketip başka bir yerde yeni bir başlangıç için heveslenirler. 

Bu bilinçte olmayanlar, ülkesine dair abartılmış büyük hayaller besler. Bu hayaller; dinî bir yönelişle fâni dünyanın yakında sonra ereceği, en azından ölümlü insan için öte dünyada mutlu bir gelecek beklentisi yönünde olabilir. Daha ilerisi küçük uyarıcılardan büyük umutlar doğuran hamasetlerdir… Kimileri bu umuda abanmayı besler. Ülkenin süper güç olacağı, petrol bulup zenginleşeceği, bir şekilde az gelişmişliği yırtacağı, bütün dünyanın kıskanacağı bir noktaya ulaşacağı fısıldanır, gerçekte buna dair emare ve gelişmeler olmadığı hâlde… Olsa bile adaletsiz bir uygulama ile petrol zengini ülkelerde halkların açlık ve yoksulluk içinde zulümlere maruz kaldığı bilindiği hâlde…

Böyle bir umudu savunan aptallıklar, ülkeden kaçmak için yeni sebepler verir insanlara. Aptallık Orta Çağ karanlığını geri getirmek için yaygın bir anlayışa hayat verir. Öyle ki yılın üç yüz altmış beş günü ülkeye müjde veren, atılım yaptıran haberler; zekâlara hakaret ettiğinin farkında bile değildir. Kamusal bütçeden paylaşım “Ali Babanın Çiftliği”ne benzer. Kimsesizlere sahip çıkacak, onların sesi olacak bir akım, parti, grup yoktur ortalıkta. Herkes, gemisini kurtaran kaptanlara dönüşür. Zenginin gemisi karada yürür, sahipsiz olanların kayığı sığınacak liman bulamaz. 

Adaletsiz ve kayırıcı uygulamalar, belirli bir azınlığın şımarmasına ve diğer insanları yok saymasına varıp dayanır. İnsanların umutlarını kıran, hayatını zorlaştıran ve yeteneklerini kendi aleyhine bir fazlalık hissettiren pervasızlık her yerdedir. 

Toplumsal sorunlar, bireylerin üzerine karabasan gibi çöker. Artık iç dünyanızı zenginleştiren, derinleştiren edebî, kültürel, sanatsal canlılık; eleştirel bir edebiyat ortamı bulunmaz ülkede. Düşünce magazine, sanat propagandaya indirgenir.

Çocuklarının geleceği konusunda karamsar olan ahali; onların iş bulma, insan gibi yaşama imkânları kalmadı diye düşünecek duruma gelmiştir.

Zaten imkânı olanlar çocuklarını ileri ülkelerde okutur, orada edindiği eğitimle dünyanın her yerinde iş bulacak bir donanımı vardır. Hiçbir yeteneği yoksa tercüman olarak bile iş bulabilir. 1960’tan beri hayatını değiştirmek Avrupa’da iş bulanlarla yaygın bir örneklik sunmuştur zaten.

Ülkesini terk edip yabancı ülkelere açılmak hem cezbedici hem korkutucu bir maceradır. Konuştuğu dili anlayacak insanlar arasından, hiç bilmediği yabancılara karışmayı kim göze alır? Ülkesinden ve kendisinden umudu kesenler… Bu umutsuzluk içindeki insanlar mı suçlu yoksa eşit ve adil bir yönetimle ülkeyi yaşanılır kılmayı başaramayanlar mı?

20. yüzyılın başında açlık, yoksulluk içinde başka ülkelere kapağı atmayı birinci hedef gören insanların ülkesi olan İrlanda, bugün Avrupa Birliği’nin kişi başına düşen en yüksek millî gelire sahip ülkesine dönüştü.

Ülkesinden kaçmayı düşünmeyen daha iyiyi, güzeli, adil ve insani olanı talep etmektedir. Muhterem ve saygı duyulacak bir taleptir bu…

Hamasetle yerli ve millî olmayı başat bir tercih gösterenler, yüz yıl sonra da ülkeyi aynı makûs talihin içinde görmeyi isterler aslında. Mevcut düzenden nemalananlar arasından çıkar bunlar. Gelişmişlik geçmişe bakarak değil, günümüzdeki başka ülkelerle ölçülür oysa.

Bu ölçüye saygı duyanlar ve başka ülkelerle rekabet ve mukayeseyi göze alanlar, makûs talihimizi ve mevcut kaderimizi değiştirebilir ancak.

Mustafa EVERDİ

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir