Bütün kültürler karmakarışıklığın bir sonucudur.
Claude Levi Strauss
Bütün kültürlerin tarihi, kültürel ödünç almaların tarihidir.
Edward Said
Hayatımızı yaşarken bizi belirleyen zihniyet nedir? Hangi anlayışla hayatı cennet ya da cehenneme çeviririz?
En başta din gelir. İhyâü Ulûmi’d-Dîn okuruz. İlmihale göre ayarlarız hayatı. Dünya ve kâinat tasavvuru buna göre oluşur. “Her şeyin sebebi Allah”tır mottosu inananların amentüsü olur. Tamam da nasıl bir Allah ve nereye kadar insana seçim hakkı tanıyor?
Temel önceliğimiz Tanrı’nın iradesi meselesidir. Her şeyi belirleyen Tanrı, kâinatın işleyişinde amildir. Biz onun iradesine tabi oluruz. İyilik ondandır. Her şeye gücü yeten kadir-i mutlak, irade ve gücünü sınırlayan hiçbir şey yoktur. Tanrıya her şey mümkündür. Size sadece onun emir ve yasaklarına uymak kalır. Kader ve kaza ondandır. O her şeyi önceden belirlemiştir. Size düşen Tanrı iradesine iştirak etmek. Burada ahlak, seçimlerle değil dinin emrettiklerine uymakla oluşur. Hayat ‘Asr-ı Saadet’teki şekil form ve idrakiyle düzenlenmelidir.
Tasavvuf Gazali’nin öngördüğü bu iradesiz kul tanımını aşmak için insanın her yaptığı Tanrının tezahürüdür, diye bir yol açar. Vahdeti vücut Tanrı insanla görünür ve insanın yapıp ettiği Tanrısaldır, anlayışı demektir. Böylece kelam ve fıkıhçıların şekle yönelik, lafzî baskısını hafifletip kelamcıların insanı Tanrının kuklaları gören bakışlarını reddeder. Sanat, müzik, sema, raksı mubah görüp insana ibadetleri emreden fıkıhtan gelen baskıyı yumuşatır. Hukukun zapt u rapt altına aldığı insana özgürlük alanı açmaya çalıştığı, tekke-cami farkında da görülür esasen. Onlara göre ahlak, seçimlerimizle oluşur. Hesap günü varsa, ilahi adalet olacaksa bize seçim hakkı verilmiş olması gerekir. Böylece hayata, insanlara anlayışlı yaklaşmaya çalışır, dini mensubiyetten doğan önyargıları aşarak başka dil-din ve inançta olanlara hayat hakkı tanır.
Bugün karşılaştığımız tasavvufta bu anlayışı göremiyoruz, itirazlarını duyar gibiyim. Elbette bugün keramet, rabıta derken gerçeküstü öykülere kadar uzandı bu yoldakiler. Müritler özgürlükten, akıldan, gerçeklikten uzak bir teslimiyet ve kaderciliğe varıp dayandı. Günlük hayatta şeyhin ‘iktidarı’ için müritleri akıldan, ahlaktan uzak bir sürüye dönüştüğünü bile görüyoruz. Badeci şeyh gibi olaylar görürüz, hicran içinde. Siyaset ve iktidar da kolay yönetilen tebaayı arzular. Oy deposunu partisine ciro edenlere imkânlar sunar, ekonomik-sosyal kamusal alanlar açar.
Filozof-Tanrı-Doğa
Filozoflar farklı yaklaşır konuya. Mesela, İbn-i Sina Tanrı akıldır, der. O halde akla uygun bir Tanrı ‘zaruret’le bağlıdır, doğanın yasaları ile. İbn-i Sina, Aristo ve Yunan felsefesinden etkilenmiştir. Ancak bütünüyle taklit ve intihale yönelmez, sentez sahibidir. İbn-i Rüşd‘le birlikte doğada ve kâinatta işleyen her şey bir sebebe dayanır derler. Bir kanuna bağlıdır (sünnetullah), doğadaki her işleyişte illiyet bağı var.
İnsan aklını seferber edecek bir yol arıyor filozoflar. Gazzali bu yolu Tanrı iradesini sınırlayan bir bakış diye mahkûm etti. Onun bütün derdi Tanrıyı kurtarmak. Tanrı kavramına inanıyorsak, akıldan, kanunla sebep ve sonuç bağından münezzeh olması gerekir, diyor. Yani insanı değil Tanrıyı merkeze alıyor. İnsanın aklı ve iradesi bu dünyada, hayatında etkili değildir. Her şey Tanrının iradesine göre işler. O zaman insan olarak ne kadar çaba gösterirsen göster sonunda belirleyici olan insan değil Tanrıdır. Ahlak Tanrı emri olan ibadetleri yapmaktır. Hatta tuvalete hangi ayakla gireceğini bile emrederek seni kuşatan kurallar manzumesi olur din.
Tanrı ile kutsal kitaplar aracılığı ile sözleşme yapıyoruz. Tanrının emrine uyarsak ahrette bize mutluluk verecek. Uymazsak cehennemde azap ve ceza gelecek. Tanrı ile sözleşme yapmayı öngören din, devletle sözleşme yapmayı ve hukuk içinde bir dünya kurmayı yasaklayan bir Tanrı anlayışı sunabilir mi?
Hukuk Devleti kuran ülkeler Tanrı ya da insan arasında bir seçim yaptılar. Tanrı hukuk devleti kurabilen ve dünyada düzen ve organizasyon ile örnek bir medeniyet inşa eden ‘inananlar’ öngörmüyor mu? Tarihimizde bu gerçekleşebildiğine göre bugün ve gelecekte niye bu yönde çaba gösteren bir din anlayışı inşa edemiyoruz?
Geçmiş-Gelecek
Bağdat, İstanbul, Kurtuba, akla da itibar ediyor, felsefeye de. Tercümelerle dünyadan haberdar da oluyordu. Farklı din anlayışları, mezhepleri, ekolleri bir arada tartışma yapıp görüşlerini savunma imkânı da sunuyordu. İbn-i Sina sebep sonuç ilişkisinde gözleme dayanmamızı öngördü. Gözlem, batıda siyasi-ekonomik hukuki düzenin imrenilecek güzellikte olduğunu gösteriyor. İslam dünyası dâhil doğu bu ülkelere göç edip orada yaşamak için ‘can’ atıyor.
Evet, geçmişte İslam dini mensupları da imrenilecek şehirler, devletler kültürler kurdular. Oraya ulaşmak isteyen insanlar, iyiye, güzele, gerçeğe yöneliyordu aslında. Bugün batıya yöneliş de aynı saiklerle. Yoksa Hristiyan olmak için değil. Tarihteki ihtişamlı medeniyetimiz, gelecekte bunun mümkün olduğuna dair bir kanaat vermeyecekse geçmişe bu yoğunlaşmamız nedendir?
Nasıl bir sonuç öngörüyoruz ki bu coğrafyada mevcut zulüm düzenlerini verili kabul edip olması gerekeni kurmaya yönelemiyoruz: Batıyı şeytanlaştırarak!
‘İlim Çin’de bile olsa alınız’ anlayışından böyle toptancı bir bakışa nasıl ulaştık? Batıyı, medeniyetini şeytanlaştırmak yerine iyi yanlarını almak için bir çaba içinde olsak, insanı yükselten, şahsiyet veren, onurlu vatandaşlara hayat hakkı tanıyan yönetimlere vücut verebiliriz. Zulüm yönetimlerine kader diye neden teslim olduk? Sebep sonuç ilişkisini gözlemlemek yerine ‘komplo teorileri’ne yatkın bir hale geldiğimizden belki de.
Medeniyet- Küfür- Hukuk
İbn-i Sina Aristo’yu da esas alır, Yunan felsefesine de eğilir. Aristo’dan etkilenen İbn-i Sina ve görüşlerine düşmanlık, sonunda ‘batı’ düşmanlığı getiren din algısına yol açar. Batının üstünlüğünü sadece ‘sömürüye’ bağlamakla diğer bütün faktörleri gözden kaçırmıyor muyuz? İsveç, Norveç, Finlandiya nereyi sömürmüş de bugünkü ‘insana şahsiyet kazandıran’ sistemlerini kurabilmiş?
İnsana seçme hakkı veren özgürlük tanınmazsa batıda olduğu gibi din hayatın dışında kalacaktır. Oysa her görüşe özgürlük veren bir anlayışla din gelecekte de varolabilir. Geçmişteki zamandışı anlayışların kıskacından kurtulması halinde mümkünler alanına girebilir, İslam medeniyeti.
Bir medeniyetin ‘İslami’ diye tanımlanması da gerekmez. Kültürler farklı olabilir ancak dünya medeniyeti tektir. Kültürlerin toplamından ve kesişmesinden medeniyet oluşur. Dâhil olduğumuz medeniyetin bütünüyle bize ait olması da gerekmez. Böyle bir şey mümkün de değil aslında. Her kültür birbirini etkiler, diğerinden bir şeyler alır ve verir.
Bize düşen insanlık âlemine daha iyisini sunan bir medeniyet anlayışına, hayata nesnel bir bakışla ulaşmamız mümkündür. Batının batmasına endekslenmiş bir temenni ile değil.
Dünyada akla uygun olanı inşa eden her şeye düşmanlık, doğuya, batıya, siyasal sistemine, adaleti gerçekleştiren hukukuna ve insanca yaşama imkânı veren medeniyetine düşmanlığı da getirir. Burada ‘küfür’den kaçınmıyoruz, medeniyetten uzaklaşıyoruz. Ülkelerimizde hukuki güvenceden mahrum, mağdur ve mazlum kalmamızın sebeplerini hep dışımızda aradık. Oysa belki de sorun bizde, bizim zihniyetimizde, hayatımızı belirleyen dini önyargılarda gizlidir. Sorunun farkına varabilmek için öncelikle örgütlü dinin, -dindar/veya değil- bireylere dini özgürlük tanıması ile mümkün olabilir.
Mustafa EVERDİ
Mustafa Sari
Bizdeki fiili durum içler acısı… Muhafazakarların iktidara geldiğinde daha demokrat ve daha özgürlükçü bir ülke olacağımıza inanmıştık.😔 Hasılı, aldananlar ve aldatanlar ülkesiyiz….😊
Keyifle okudum kalemine ilmine bereket… İnanç dine bakış farklılıkları; bir ön yargı mı, rasyonel bir bakış açısımı, yoksa yanlış kavrayış biçimi mi bunda bile aynı düşünmek mümkün görünmuyor ama (bu coğrafya özelinde diyorum ki) “din” konusu daha çookk tartışılacak gibi görünüyor.
Bence her şey olması gerektiği gibi. Ben buna “denge” diyorum. Kimileri uzaklarda harika bir batı hayaliyle yaşarken, batılılardan kiminin sığınağı da doğu’dur belki. İkisi de birbirine muhtaç. Olan, ezberlerle ve hayallerle yaşayanlara oluyor.
Peki kim şanslı, kim bahtiyar ya da nasibine kavuşmuş? İşte onlar, yüreğini rengarenk bir ibrişime bezemiş olanlardır. Yoksa hayat avunmalarla, savunmalarla ve takıntılarla geçer.
“Müritler özgürlükten, akıldan, gerçeklikten uzak bir teslimiyet ve kaderciliğe varıp dayandı.” Mürit irade eden demekken tam teslimiyet içinde olması çelişki.
Mağduriyetimizin sebebini hep dışta aramamızı işaret edenler, dini önyargıları pekiştirmeye çalışanlar sorunun kendilerinden kaynaklandığını gizlemek isteyenler olabilir.
Teşekkürler🙏
Ön yargıdan uzak, kendilikli ve özgün bir makale olmuş üstadım. Çok yararlandım. Tebrikler, teşekkürler.