Unutan ve unutulan bir ülkenin güzel çocukları!
Dini önemseyip, Türkiye’yi unutanlar, Türkiye’yi ciddiye alıp dini unutanlar! İslam diye diye insanı unutanlar. Bütün bir İslam âlemine mensup olanlar!
Doğu acıların, zulümlerin ülkesiydi doğru ama ikâmetimiz de Doğudur, Türkiye’dir, Türkiye’dedir.
Zamanla bu coğrafyadan kopanlardan bizi ayıran bu topraklarla haşr-u neşrimizin kıdemi. Coğrafya değil sanki sırtımızda bir yük. Kahramanlık nişanesi değil utanç vesikası artık.
Şiddete maruz kalmalar, açlıklar, soygunlar, haksızlıklar, yolsuzluklar bu coğrafya için canlı bir suçlamadır. Milletimizin varlığı zalimlere, soyguncuların varlığı milletimize bühtandır. Milletin ağıdı zulmü kınayan bir protesto, zalimleri mahkûm eden bir beyan. Mazlum rütbesini almak, aşk ve umudun zaferi, zalimlerin yüz karası, en son mertebesi tesellinin.
Yalnız bir yolculuğa çıkmış milletim, insanlığa sırtını dönerek nereye varacaksın? Güç verdiklerinin vurduğu sillelerle nasıl çıkacaksın insan içine, hangi yüzle?
Bir mankenin sırrını açıklamaktan daha önemsiz, Aşkın sırrını açıklamak. Hiçbir televizyonda, gazetede kendine yer bulamaz, hiçbir şehirde yoktur mekânı. Küllükler bile yer vermez ona. Marmara kahveleri. Sakarya çay bahçeleri. Çünkü sırları açıklamak, anlamını kaybedenin makamı, başarıdan umudunu kesenlerin, yenilgilerine mazeret arayanların durağıdır. Muhabbet tellallarının baş tacı edildiği bir dönemde aşkın kitabını yazmak elbette gazetecilere kalır. Böyle bir zillet gerçeklerden kaçanların, nisyan ile malul olanların bu dünyadaki cezası.
Kadınlar saçlarını, evlatlarını idam eden iplere kattılar. Erkekler seslerini, meydanlarda silahlara mermi yaptılar. Sevgiye ağu katıldı artık, sulanıp sulusepken bir konfetiye dönüştü. Herkesin birbirine ilgisi deve dikeni ve konuşmalar cenazelerde çalınan müziğe benzedi. Şehit analarının feryadı kameraların dehşetinden vakarından soyulmuş ve kimilerine sermaye sayılmıştır. Ölümlerden, tel örgülerden mayınlardan, derin nehirlerden geçip bir kaşık suda boğulmuştur.
Televizyon günlerinde kurulan mükellef sofralarda herkes aç kalmıştır. Kürsülerden söylenen, ahmakıslatan yağmurlar gibi, ne toprağın çatlamasını önler, ne de sağlar tohumun yeşermesini.
Yanyana dizilen kulübelerden, teneke damlı gecekondulardan, kısa günün kârı beklentilerden ne bir şehzade çıkar, ne de bir prenses. Seçkin mekânlarda geviş getirenler beyaz, besili ve hantaldır, ne bir nezakete ne de soylu bir davete imadır. Herkes yekdiğerini cadı kılar, canavar sayar, çarpıtır. Düşene tekme vurmak moda, çamura düşeni baştacı yapmak stratejik oyun planı.
Hilkat garibesidir düşünce delileri, gelinleri Gülistanın cadısı. Oğullar bu toprağın tepegözü, sağduyunun Deli Dumrul’udur. Akl-ı selimin yolunu kesen eşkıya, şehrin subaşısı artık. Herkes aynı havayla sallanmakta ve medyanın, holdinglerin şarkısına el çırpmak büyük destektir. Her bir doğum partisi, embesil gençleri çoğaltmak, gösteriş görgüsüzlüğe katmaktır. Kim geleceğe bakarken kimler kimlerden hınç almaktadır? Her gün kusulan bu kadar kine, kıvrak rakslarla eşlik edenler neden çoğalmaktadır? Her yöne yayılan düşmanlıklar, nasıl kapılır güzellikleri boğan bir şehvete?
Dava adına tahsilâtlarla dikilen binalar her depremde neden yıkılmakta ülkenin direğini sarsmaktadır. Artık toplumsal yükselişe davet, vebalı damgasıyla şehrin dışına itilmek demektir. Herkes neden suskun? Vicdanımıza estetik yapan bir “bir tanık programı”, onay verenleri koruyan bir yasa mı var? Söz gümüşse sükût altın iken artık bir suça evrilmiştir.
Kim milyarlık mevduatlara bakıp bakıp Fatih ya da Yavuz olmaktadır? Yolculuğunu korumasız sürdürenler, ilticanın yolcuları, sahipsiz cüzam hastaları gibi itilip kakılmaktadır. Hakikatin yanında yöresinde hiç kimse yoktur. Biçimsiz camilerin, kaba devasa belediye anıtlarının vicdanıdır sanki sürekli sürgünde bir mahkûm. Her yola çıkan, “Güneşe göç var da/Kalan biz miyiz?” diye acı bir terennümde, hüzne ev sahibidir.
Afganistan, Mısır, Suriye, Irak, Tunus, Sudan, Cezayir, İran kıraçlarından getirilen cılız insanları bütün bir Türkiye’ye ektiler. Binlerce yılın tortusu bu, inancımızın hayal kırıklığı. İnsanı saksılarda büyütmek, olmayan değerlerle aldatmak gibidir. Medine vesikası gibi hatıralarla “mansiyon” ödülü almaya benzer. İnsanlık iklime, toprağa, zamana uyumsuzluktan solar, kurur, botanik bahçelerinde nesli tükenen bir hatıra artık.
Doğuyu yükselten değerler ve bu toprağın mayasına katılan cevherler, saklanıyor gönlümüzün kuyumcu kasalarında. Yoksa hayata taşımak mümkün değilmiş diyecek insanlar. İnananlar… Ya münkir olacağız zulme ve geleneksel tortulara. Ahlakın isyanı, öncelikle ahlak tacirlerine ve din simsarlarına. Artık Dirilişin amentüsü, evrenin sırlarından. Gizli ayinlerin şifresi, umudun şeref misafiri. Medyanın kör noktasında ve siyasilerin çok uzağında neşvü nema bulacak.
Ben artık çağdaş bir Hallac’ım, dindarı da yan bakar, dinsizi de… Her fikrin fanatikleri. Bir çıkmaz sokakta kaybolmak, en sonunda ölümüm. Plaza ve genel merkezlerde “görünür olmak” yaşamak sayılırken.
Okuduğumuz kitaplardan ambara ne koyduysak gidip doğulu mültecilerin ayak izlerine ekeceğiz bundan böyle. Okul önlerinde esrar satanlar gibi polis takibini göze alıp oltalara takılan çocukları sevda türküleri ile zehirleyeceğiz. Kelimelerden afyon tarlası kurup, her dadananı ortak edeceğiz iflâh etmeyen bir maceraya.
Bütün sırlarımızı, en güçlü fırtınalarda, şehirlerin cumhuriyet meydanlarında rüzgarın önüne, bozkırlarda türkü söyleyen çobanların kavalına katacağız. Fay hattında arayacağız görkemini, inkârın satır aralarında.
Kadri kıymetini bilmeyenlere açık etmeyeceğiz artık ve mahsup etmeyeceğiz hiçbir alacağımıza. Onu sabah şarkılarının en mutena mısralarında seslendirecek, akşam seanslarında neon lâmbalarının gözbebeğine tıkacağız, Prime time’larin en avami dizilerinin jeneriğine korsan bir yazılımla ekleyeceğiz.
Söyleyin bize, yasaklansaydı ne olurdu sözümüzün akıbeti? Söylemek risk olmaktan çıkınca mı anlam kaybına uğradı cihat çağrılarımız.
Tanrıya şükür belediye otobüsleri gibi, hep aynı yolu arşınlarız durmadan. Kimisi beş yapar devrini, kimisi sonsuz. Doğal gaza katılan sarımsak kokusu gibiyiz biz. Bir arıza olmadan kokusunu alamazlar, sesini duyamazlar, hayalini göremezler.
Kim bizim ideallerimizi bir sabah vakti çöp kamyonlarına attı. Çöplüklerden ekmeğini kazananlar dışında kim aramaktadır en kıymetli kayıplarımızı. Manevi mimarlar yerini toplum mühendislerine ne zaman terketti?
Ve kim buna bakıp bir damla gözyaşı döktü.
Kim gözyaşı medeniyetlerinde boğuldu Dicle ve Fırat sahillerinde. Telörgülü sınırlarda.
Kim yaklaşmaktadır aşkın gerçeğine, kim, her gün bir protokole katılıp hiç bir şey söylemeden dönenler mi?
Yoksa yalnızlığın en sessiz yerinde seslerine bir karşılık almadan ağlayanlar mı? Kim bekliyor yeni bin yılın müceddidini, ilk önce kim görüp haber verebilecek? Yüksek binalarda korunmaya alınanlar mı yoksa ufka gözlerini dikip gerçeğin gemisi gelecek diye bakışlarına anlamlar yükleyenler mi?
Kim buğday talebinden nefes talebine terfi edecek? Ve kırk yıl bu milletin dergâhına eğri odun taşıyacak? Geleceğini ve gerçeğini taşıyacak.
Kim?
Mustafa EVERDİ
Son Yorumlar