Şiddetsiz Dünyaya Doğru

Yazarımız Nilgün Çelebi Hanım’ın Mardin Valiliği ve HEGEM işbirliğinde
22-23 Haziran 2009 tarihlerinde Mardin’de düzenlenen Aile ve Şiddet
Sempozyumu’nda sunduğu bildiri metni. O tarihten bu tarihe
değişen bir şeyler var mı? Okuyucularımızın
dikkatine sunarız.

 

Mevcut Durum

Şiddet modern dünyanın neredeyse vazgeçilmez bir unsuru haline geldi. Gün geçmiyor ki bir yerde bombalar patlamasın, tokatlar şaklamasın, çığlıklar atılmasın, kalpler kırılmasın, tehditler savrulmasın, duygular incinmesin, mobbingler yaralamasın. Şiddet; sosyal hayatın makro yapılanmaları olan uluslarüstü ve uluslararası ilişkilerden sosyal hayatın mezzo yapılanmaları olan toplumiçi kolektivite ve kurumlar arası ilişkilere, oradan sosyal hayatın mikro düzlemindeki kişiler arası yüz yüze ilişkilere kadar yayılan bir yelpazede karşımıza çıkabiliyor. Sanki eskiden, çok eskiden, biz daha az modernken daha asude, daha dingin, daha huzurlu bir hayatımız vardı. Modern olma yolunda ilerledikçe daha hoyrat, daha acımasız, daha şiddet dolu bir dünyada yaşar olduk. Oysa modernlik bize tam tersi bir dünya vaat etmişti. Modernlik sosyal hayatın kendiliğinden gelişen bir dönemi değil fakat bilinçli bir proje idi. Bu projenin fikir babaları moderniteyi hem barbarlık döneminin açık şiddetine hem de geleneğin örtülü şiddetine karşı, temeli insan canlısının bilinçli çabalarıyla atılan bir sonsuz barış çağı olacağı müjdesiyle sunmuşlardı. Ne oldu da bu beklentilerin karşılanmasında sorunlarla karşılaşılır oldu? Bu sorunun cevabı için biraz geçmişe uzanalım, belleğimize başvuralım.

Arka Plan

Modernite adı verilen ve 17. yüzyılda Thomas Hobbes gibi fikir babalarının öncülüğünü yaptıkları uygarlık projesi temelde M.Ö. 300’lerde yaşayan Aristoteles‘in insan imgesine dayanır. Anımsayalım; Aristoteles insanın iki yanının bulunduğunu, öncelikle ortaya çıkan ilk yanı itibariyle insanın ‘rasyonel-olmayan’ bir canlı olduğunu ileri sürer. ‘Rasyonel-olmayan’ bu canlı hayvanî karakterli iştah, şiddet, haz, cinsellik, üreme gibi itkilerle donanmıştır. Oikos (hane, ev) ‘rasyonel-olmayan’ canlının mekânıdır. insan canlısının ikinci yanı ‘rasyonel-olan’ yanıdır. ‘Rasyonel-olan’ insan, aklını kullanabilen, mantık kurallarına uygun olarak düşünebilen, düşündüğünü dilbilgisi kurallarına uygun olarak ifade edebilen, teori geliştirebilen, kavram üretebilen, şiddet dahil her türlü duygu ve itkilerini aklı ile denetleyebilen insandır. İnsan canlısının bu ikinci yanının ortaya çıkış mekânı polis’dir (şehir, kamu). Aristoteles’e göre polis olmasaydı insan rasyonel yönünü asla ortaya çıkartamaz, hayatını güçlünün güçsüzü zor kullanarak ezdiği bir barbar ortam içinde sürdürmek zorunda kalırdı. Açıktır ki, Aristoteles polis’in geliştirilmesinden yanadır. Ama bu onun şiddetin, zor kullanmanın insanın doğasının aslî unsuru olduğunu sayıltıladığını fark etmemizi engellememektedir.

İlk çağda eski Yunan’da kurgulanan bu insan imgesi Romalılarca da benimsenir. Açık şiddet kullanımının insan doğasının içkin özelliği olarak nitelendirilmesiyle emek sömürüsü, giderek despotik köleci düzen meşrulaştırılmış olur.

Şiddet ve sömürüyü insan doğasının dışına kısmen çıkartan teolojiler ilk çağdan kökenlenen Musevilik ve Hristiyanlık’tır. ‘Kısmen’dir; zira şiddet ve kötülük bir yandan her iki dinde de açıkça insan doğasının dışına çıkartılırken, bir yandan da Adem ve Havva’nın cennetten kovulmalarına yol açan büyük günahlarının murisleri olduğumuz dikte edilmek suretiyle adeta arka kapıdan içeri alınmaktadır. Şiddet ve kötülüğü tamamen insan doğasının dışına taşıyan teolojiyi İslamiyet sunar. İslamiyet çocukların masum doğduğunu ifade eder. İster kısmen ister tamamen şiddetin insan doğasının oluşturucularından biri olarak görülmesinden vazgeçilip şiddetin kaynağının insanın dışına çıkartılması kuşkusuz insana karşı olumlu bir bakışın işaretidir. Ama yine de insan din sayesinde şiddetsiz bir dünyaya kavuşamamıştır. İnsan din yoluyla ne şiddet uygulamaktan men edilebilmiş ne de şiddete maruz kalmaktan korunabilmiştir. Şiddet sadece bir önceki döneme göre daha az göze batar olmuş, orta çağda açık şiddet yerini örtülü şiddete bırakmaya başlamıştır.

Dinlerin Özsel olarak mümin ile tanrı arası ilişkiye odaklanmış olmaları dinlerin bizatihi sosyal düzen tesis ediciliklerini neredeyse imkânsızlaştırmaktadır. Din adına yola çıkanlar sosyal düzen tesis etmeye yöneldikçe inancın gücünü siyasi alana transfer etmeleri gerekmekte bu ise bir adım sonra dinin siyasetin bir enstrümanına dönüşmesine yol açmaktadır. Din adına davrananlar insanlar arası ilişkiye müdahil oldukça dinin kutsallığım sorgulanabilir hale getirmekte, giderek din üzerinden şiddet kullanımının meşruiyeti konulu tartışmalara sebebiyet vermektedirler.

Orta çağda yaşanan bu durum sosyal düzenin nasıl mümkün olduğu sorusunun cevabının başka bir alanda aranması gereğini ortaya çıkarmıştır. İşte modernite projesi böyle bir ortamda geliştirilir. Proje temel sayıltısını Aristoteles’in insan imgesinden alır. Hayatı birlikte deneyimleyen kişi ve kolektivitelerden oluşan insan birlikteliklerinin kökeni Hobbes’a göre, birer kurt olan ve birbirleriyle sürekli savaşan bireylerdir. Söz konusu kurtlar birbirleriyle savaşırken aslında kendilerini de imha ettikleri için ‘lupus’ olarak adlandırılmaktadırlar. Hobbes’un görüşünü ilginç kılan nokta, kurt bireylerin günün birinde birbirlerine ve kuşkusuz kendilerine karşı şiddet uygulamaya son verme kararına varmalarıdır. Bu karara Toplum Sözleşmesi denir. Yapılan sözleşme ile toplumda şiddet kullanma hak ve imkânına sahip tek mekanizma soyut bir kavram olan devlet olarak belirlenir.

Görüldüğü gibi, modernite projesi insanoğlunun aslında bir diğerinin düşmanı olduğu sayıltısına dayanmaktadır. Ek olarak dikkati çeken husus, Hobbes’un insan doğası ve sözleşme sürecine ilişkin açıklamalarının hiçbir yerinde teolojik açıklama getirmemiş olmasıdır. Hobbes’un kuramı tamamen seklilerdir. Böyle olmak da zorundadır, zira şiddeti insanoğlunun yeniden içkin özelliği haline getirmektedir. Hobbes’un tekil bireylerin bileşik iradesini yansıttığını sayıltıladığı, ama bu genel iradenin mutlak kralda temsil edildiğini belirttiği soyut devlet nosyonu, zamanla halk iradesinin yine halk tarafından kullanılması gerektiğini vurgulayan bir içeriğe bürünür. Böylece mutlakiyetçi kraliyet yönetimlerinden meşruti monarşilere, oradan da çeşitli zamanlarda faşist, diktatoryal, tek partili, sosyalist, parlâmenter, demokratik gibi nitelemelerle ifade edilen türlere sahip cumhuriyet yönetimlerine geçilir. Bu yönetim tarzlarım hiyerarşik bir dizi içinde görmemizin ardında yatan etken her birinin kendinden bir öncekinden daha geniş bir demokratik içeriğe, başka bir deyişle, yönetimsel kararlara halk katılımına sahip olmasıdır. Görünen o ki, demos’un devlette biriken gücü önceleri sadece insanın yek diğerini (dolayısıyla kendini) imha etmesini engelleyebilirken ancak bir yerlerde de devlete kendini imha edebilme imkânı sunarken zamanla yaşam kalitesinin yükselmesinde somutlaşan daha kapsamlı dönüşümlere de kaynaklık edebilmiştir.

Tarihsel gelişim böyle resmedildiğinde gelinmesi beklenen nokta şiddetin sıfırlandığı bir dünya olmak gerekirdi. Ama öyle olmamıştır. Günümüzde şiddet ne makro ne mezzo ne mikro düzlemde sıfırlanabilmiştir. Acaba neden? Modernite projesinin bu başarısızlığının ardında yatan etkenler neler olabilir?

Şiddetin Tanımına Doğru

Yukarıdaki soruyu cevaplayabilmek için önce şiddetten ne anladığımızı açıklaştıralım. Birleşmiş Milletler’in Kadına Yönelik Şiddetin Yok Edilmesi Bildirisi’ndeki tanımından hareketle ama ona şiddet literatüründe yeri olan bazı yeni unsurlar da ekleyerek şiddeti dışarıdan müdahale ederek bir insanın kendini gerçeklemesini ya da bir kolektivitenin birikimli kültürünü varlığını sürdürme işlevini ifade etmesini, hedefine ulaşmasını engellemeye yönelen her türlü heves kırıcı, incitici, üzücü, yaralayıcı veya öldürücü tavır, söz ya da eylemlerdir” şeklinde tanımlıyoruz. (Tanımın içeriğine geçmeden önce biçimsel olarak öncelikle şunu belirtelim ki, bu metin boyunca şiddetten sıklıkla eylem olarak söz edecek olmamızın sebebi şiddetin tavır ve söz boyutlarını ihmal edilebilir olarak gördüğümüzün değil sadece sözcük ekonomisi yapma niyetimizin işareti olarak alınmalıdır. Bu açıklaştırmadan sonra tanımın içeriğine dönebiliriz.)

Verilen tanımda sözü edilen Bildiri’den farklı olarak şu iki husus vurgulanmaktadır. İlki, şiddet uygulayanın sebebinin bulunması, ikincisi şiddete maruz bırakılanın kendini gerçeklemesine engel olunmasıdır. Şiddet uygulayanın bu eyleminin bir patoloji örneği olmadığının, bilinçli bir tavır olduğunun vurgulanması bizce önemlidir. Şiddet eylemi şiddeti uygulayan tarafından açıkça bilinen bir sebeple işlenmektedir. Aynı şekilde, şiddete maruz kalanın da sadece psikolojik ve/veya fiziksel üzüntü duyması ya da acı çekmesi değil fakat daha temelde kendini-gerçeklemesine engel olunması noktasının vurgulanması da bizce önemlidir. Kendini-gerçekleme (self-actualization veya self-realization) derken kast edilen insanın ya da kolektivitenin bu dünyaya gizil gücünün, yaratıcılığının ve değerlemesinin işareti olarak sunduğu, emeğini ve gücünü yansıttığı sözü, ifadesi, eylemidir. Şiddet tanımında vurgulamaya önem verdiğimiz bu hususa dikkat çeken ilk kişi Johan Galtung‘dur. Galtung “The True World” başlıklı kitabında şiddetin insanoğlunun fizikî ve zihnî potansiyelini olumsuz yönde etkilediğini belirtir ve şiddetin kişinin kendini-gerçeklemesinin kaçınılabilir engelleyicisi olduğunu ifade eder. Şiddetin ifa ve icra edilmesinden kaçınılabilir olduğu hususunu vurgulayan bir diğer entelektüel Erich Fromm‘dur. O da “Escape from Freedom” başlıklı kitabında şiddetin önlenebilir olduğunu söyler. Değil mi ki şiddet hem insanın ve kolektivitenin kendini-gerçeklemesine mani olmaktadır hem de şiddeti uygulayan açısından engellenebilirdir o halde şiddet bir insanlık ve toplum suçudur. Çünkü şiddet yoluyla insanın insani potansiyelini ya da kolektivitenin birikimli kültürünü, ilan edilmiş faaliyetini, işlevini sergilemesine bilinçli olarak mani olunmaktadır. Kuşkusuz burada ‘kendini-gerçekleme’nin önünün açılması gerektiği vurgulanırken kast edilen, bir başka kişi veya bir başka kolektivitenin kendini gerçeklemesine mani olmayacak tarzda bir ‘kendini-gerçekleme’dir.

Tanımda vurgulanan diğer bir husus ise şiddetin sözel ve eylemsel kadar simgesel de olabileceğidir. Şiddetin söz ve yapıp etmelerle ifade edilmesi kadar tavır alışlar, beden, mekân, eşya, materyal kullanımına getirilen kısıtlamalar ve kirlilik yaratmalarla ifade edilmesi de olasıdır. Aynı şekilde şiddet gerçek veya sanal düzlemde de ifa ve icra edilebilmektedir.

Öte yandan, simgesel şiddet örnekleri ile bazı sözel ve bazı sanal şiddet örnekleri örtülü veya kapalı şiddet olarak adlandırılmaktadır. Açık şiddet ise doğrudan kaba kuvvet kullanılarak gerçekleştirilen eylemler ile onur kırıcı hakaret niteliğindeki sözlere işaret etmektedir. Örtülü şiddet de aynen açık şiddet gibi şiddete maruz kalanın kendini gerçeklemesine mani olmaktadır.

Şiddet, İnsan Hakları ve Güç-Emek Bağlantısı

Açık ya da örtülü şiddete maruz kalan kişi veya kolektivite bir başka kişi veya kolektivite tarafından bilinçli olarak utandırıldığı, küçük düşürüldüğü, çekindirildiği, mahalle baskısına maruz bırakıldığı, düşük statü atfedildiği, snobize edildiği, aşağılandığı, incitildiği, kırıldığı, dövülüp işkence edildiği için kendini ifade edemez, konuşamaz, yapıp edemez, yeteneklerini ve birikimlerini topluma sunamaz. Bu kapsamda şiddet, şiddete maruz kalanın fikrinin inceliğine, gözünün ferine, alnının terine, elinin ürününe, kendi onayı, rızası olmadan mani olunması hatta el konmasıdır. Bu mani olma veya el koyma eylemle, sözle veya sembolle yapılabilir: Bazen gönüller kırılır, bazen gönler dövülür. Şiddet insanın kendini ifade edememesine, var kılamamasına, gizil gücünü gerçekleyememesine sebep olandır. Yaratıcılığım sergilemesine engel olandır. Kişinin kendini-gerçekleyebilmesi, içindeki enerjiyi maddi veya sosyal bir değer olarak hayata aktarabilmesi onun en doğal insan haklarından sayılmak gerekir.

Her ne kadar İnsan Hakları sıralamasında ‘kendini-gerçekleme’ bir hak olarak ne birinci kuşak (klasik) ne ikinci kuşak (ekonomik, sosyal, kültürel) ne de üçüncü kuşak (dayanışma) hakların maddeleri arasında sarih olarak ifade edilmişse de çeşitli maddelere getirilen açıklamaların içeriğinde kendini-gerçekleme hakkına dolaylı da olsa değinildiği gözlenmektedir. Söz gelimi düşünce ve ifade özgürlüğü, çalışma hakkı, eğitim hakkı ile ilgili maddelerin açıklanmasında olduğu gibi. Ancak yine de kendini-gerçekleme hakkının İnsan Hakları arasında özel bir madde olarak sıralanmamış olması bizce bir eksikliktir. Zira insanın veya bir kolektivitenin potansiyelini, yaratıcılığını hayata aktarabilmesi aslında onun hayata bir sunumu, armağanı, katkısıdır. İnsanın ya da kolektivitenin potansiyelini yansıtan her sunumu bir değerleme ürünüdür, emektir. Emek içeren her değerleme ise aslında güçtür de. Güç içinde insanın yaratıcılığını barındırdığı için gürler, çağlar. (Hannah Arendt‘in güç ve şiddet açıklamasında bu bağlantıyı görememiş olması şaşırtıcıdır.) “Sosyoloji Notları” başlıklı kitabımızda yazdığımız gibi emek, değerleme ve güç aslında bir ve aynı şeydir. Ne zaman ki emeğe, emeği somutlaştıran değere ve emekten kaynaklanan güce, o emekte ve değerde payı olmayan biri(leri) dışarıdan gelip el koyar işte orada şiddet ortaya çıkar. Emek kendini, kendini üretmeyene kolay teslim etmez. Emeğe ancak zor kullanılarak el konabilir. Zor kullanma; şiddettir. Şiddet daha öncesinden de emeğe müdahale edebilir; emeğin kendini sosyal hayata sunması tamamlanmadan dahi emeğe müdahale edip hevesini kırabilir. Emeğe, değere, emeğin yaratıcısı ya da yaratıcısının açık rızası haricinde gelip el koyan kişi ya da kolektivite, emeğin hayata akan dinamosu olan gücü de gasp etmiş olur. Emeğin ve değerin üreticisine ait olan güce açık ya da örtülü şiddet uygulayarak el koymuş olur. Bu noktada, bizimkinden çok farklı bir güç ve şiddet tanımından hareket etmiş olan Arendt’in “On Violence” başlıklı kitabında ifade ettiği “Şiddet her zaman gücü imha edebilir” tespitini yeniden şöyle ifade edebileceğimizi umarız: Şiddet fırsat bulduğu anda ve yerde gücün asıl sahibini imha ederek kendini gücün sahibiymiş gibi gösterebilir. Şiddetin bir insanlık suçu olmasının yanı sıra bir toplum suçu da olduğunu iddia etmemiz böyle bir zeminden hareket etmemizle mümkün olabilmiştir.

Sonuca Doğru     

Şiddeti açıkça uygulayana önceleri despot, tiran, zorba diyorduk. Açık şiddetin insanlık tarihinde ilkel köleci döneme işaret ettiğini yukarıda belirtmiştik. Modem dönem ise ileride sanki şiddeti açık veya örtülü ama her durumda yeğinlikle uygulayan bir dönem olarak değerlendirilecek gibi görünmektedir. Modem dönemde ne zorba var ne tiran, ne de tanrısal düzen tesis etmek isteyenler. Peki, ama neden hala şiddet var? Bu soruya cevap arayan çok sayıda kişi ve kuruluş var. Bu alt bölümde biz de bu kervanın bir yolcusu olarak, konuya ilişkin mevcut oluşturucu unsurlar arasında alışılagelenin biraz dışında bağlantılar kurmak ve uygulamaya hizmet edebilir önerilere yol açmak isteyeceğiz. Bunun için de en başa, Aristoteles’in insan imgesine döneceğiz.

Öncelikle vurgulayalım ki, tamamen öznel olarak, günümüz dünyasında şiddetin bu denli yaygın olmasının temelinde yatan önemli unsurlardan birinin Aristoteles’in insan imgesi olduğunu düşünmekteyiz. Onun insanın rasyonel-olmayan yönünün rasyonel ve sosyal yönünden daha önce varlık kazanmış olduğunu temellendiren teorisinin sorgulanması gerektiğini, giderek Hobbes’la başlayan Toplum Sözleşmesi teorisi taraftarlarının da sil baştan eleştirel bir okumadan geçirilmeleri gerektiğini düşünmekteyiz. Saldırganlığın, şiddetin ve kötülüğün insan doğasına içkin olduğu iddiasını bir gerçeğin tespiti ve ifadesi olarak okumamız ne denli mümkün değilse bu temel sayıltıdan hareketle geliştirilmiş olan Aristoteles-Hobbes-Arendt çizgisindeki tüm bir siyaset ve devlet teorisini eleştirilemez ve karşı çıkılamaz bir tabu gibi değerlendirmemiz de o denli olası değildir. Kuşkusuz saldırgan, şiddet uygulamaktan ve kötülük yapmaktan zevk alan insanlar vardır ama bunlar insan türünün tipik temsilcileri değil patolojik vakalar olarak görülmelidir. Bu noktada Sigmund Freud çizgisindeki psikanalistlere değil fakat Abraham Maslow çizgisindeki hümanist psikologlara daha yakın durduğumuzu, hareket noktamızın patolojik değil fakat sağlıklı kişilikler olduğunu belirtelim. Bize öyle görünmektedir ki, saldırganlığın, kabalığın, zor kullanmanın, gaspın ve benzerlerinin insan doğasına içkin olduğunu sayıltılamak bu tür tavır, söz ve davranışların meşrulaştırılmasının ilk adımını teşkil etmektedir. Söz konusu sayıltınn reddi önemlidir zira bunun arkasından gelecek olan, saldırganlığın, zorbalığın, şiddet severliğin insan doğasına içkin olmadığı fakat öğrenilen bir tavır ve davranış olduğudur. Bu ise bir adım sonra bu tür tavır, söz ve davranışların meşruiyetini ortadan kaldırtacak, benimsenmelerini, ifa edilmelerini, yinelenmelerini zorlaştıracaktır. Kuşkusuz bu durum sadece şiddet sergileyen tekil bireyler için değil fakat kolektiviteler için de geçerli olup onlar da kurumları bünyesindeki kimi saldırganlık örneklerine işlerine geldiği zaman sistematik destek veren işlerine gelmediği zaman münferit sapkın etiketi yapıştıran bir tavır içinde olamayacaklardır. Bu durum ister makro ister mezzo seviyede olsun tüm kolektivitelerin sadece bugünkü tavır, söz ve eylemleri için değil fakat kollektif kimliklerinin geçmişinde sergilenmiş olan tavır, söz ve eylemleri için de geçerlidir.

Aslında modem dünya Hobbes ve benzeri sözleşmeci düşünürlerin açtığı yoldan değil de yine bir 17. yüzyıl düşünürü olan Hugo Grotius ve benzeri doğal hukuk teorisyenlerinin açtığı yoldan ilerleyebilseydi belki şiddet ne makro ne mezzo ne de mikro düzlemlerde bu denli yaygın olabilirdi. Anımsayalım, Grotius “The Law of War and Peace” başlıklı kitabında tanrının tüm insanlara dostluğu doğal bir ihtiyaç olarak sunduğunu (appetitus societatis) ve bunun da tüm insanlarca fark edilebilir bir durum olduğunu, huzurlu bir birlikte yaşam ihtiyacının temel olduğunu ifade etmiştir. Grotius tüm doğal hukukçular gibi seküler ve nesnel akıl yanlısı bir düşünürdür. (Bu ifadede geçen ‘tanrı’ sözcüğü onun seldiler bir düşünür olmasına engel teşkil etmemektedir; ancak bu hususun daha ayrıntılıca anlatılacağı yer burası değildir). Ne var ki modernite projesi için gerekli olan seküler ve fakat öznel akıl yanlısı olmaktır. Tümelci değil tikelci hatta tekilci olmaktır. O dönemde bu mücadelede kazanan taraf tümel değil fakat tekil akıl yandaşları olmuştur.

Modernite projesinin kuşkusuz insanlık tarihine katkıları olmuştur. Bilimsel ve teknolojik gelişmeler, yaşam kalitesindeki artışlar, maddi gelir artışları, eğitim ve sağlık alanlarında kaydedilen gelişmeler gibi. Ama bunların yanı sıra çeşitli yoğunluk seviyelerinde seyreden süreğen savaşlar, suçun yaygınlaşması ve örgütlü hale gelmesi, terör, kaynakların adaletsiz dağılımı, eşitsizlikler, artan yoksulluk ile bireyin değerlerini yitirmesi, yalnızlaşması, yabancılaşması hali birer sorun yumağı olarak hayatın makro, mezzo ve mikro seviyelerini boylu boyunca işgal etmektedir. Başta Max Horkheimer olmak üzere pek çok Eleştirel Kuram taraftarlarının dile getirdiği bu açmaz durumdan çıkışın yol göstericileri arasında kuşkusuz Mead, Maslow ve Fromm’un çalışmaları öncelikle anılmalıdır.

Sonuç

Biz de, diğer çalışmalarımızda olduğu gibi bu çalışmamıza da, sosyolojinin temel sayıltısı olan insanın ‘sosyal-olabilen’ (sociable) bir canlı olduğu ön kabulüyle başladık. İster sosyal kişi ister kolektivite olsun tüm sosyal birimler ‘sosyal-olabilen’lerdir, ‘sosyal-olma’ yetisine sahip olanlardır. ‘Sosyal-olabilen’ olma, sosyal birimin doğasına içkindir. Sosyal birimler ‘sosyal-olabilme’ özellikleri ile dünyaya dahil olurlar. ‘Sosyal-olabilme’ yetimiz sayesinde biz karşımızdakine, ötekine kendimizi açabilmekte, kendimizi kurabilmekteyizdir. ‘Sosyalolabilme’ yetisine neden ve/veya nasıl sahip olduğumuzu bilmiyoruz. Ama öyle olduğumuzun farkındayız. İnsan olarak ne tek kalmaktan hoşlanıyoruz ne de çatışma içinde olmaktan. Bu yoksunlukların vücut kimyamızı bozduğunu biliyoruz. Patolojik bir durum söz konusu değilse kızmakla, üzülmekle, saldırmakla değil sevmekle, sevilmekle, paylaşmakla memnun ve mutlu oluyoruz. Kolektif birimler de birbirlerini yok ederek değil karşılıklı bağımlılık ve işbirliği içinde işleyişte bulunarak gelişiyorlar. Rekabet çatışmanın değil işbirliğinin bir aracı olarak kullanıldığında öz yıkımcı olmaktan çıkmakta, geliştirici olmaktadır. Sonsuz kâr, ekonomik kolektiviteler için bile mümkün değildir. Gizil güç halindeki ‘sosyal-olabilme’ yetisine sahip, farklılaşmamış bir imkânlar seti olan insanoğlu, George Herbert Mead’in de belirttiği gibi, ‘sosyal-ben’inin farkına ötekiler sayesinde varmaktadır. ‘Ferdî-ben’inin farkına ise ‘sosyalben’i dolayımıyla ulaşmaktadır. Başka bir ifadeyle, biz, tek tek her birimiz kendimiz olabilmek için dışımızda duran bir başkasının varlığına muhtacızdır. Karşımızdaki o kişi olmazsa biz o hep isteyen, hep dikelen hep “ben, ben” diyen yanımız olan ‘ferdî-ben’imizi bile kurmakta aciz kalacağızdır. Biz dışımızdaki birilerine ‘sosyal-ben’imiz için değil öncelikle ve öncelikle ‘ferdî-ben’imiz için su kadar, hava kadar muhtacızdır. Bir başka ifadeyle, rasyonel-olmayan insanın ortaya çıkışı önce rasyonel insanın varlığım gerektirmektedir. Bir başka ifadeyle, insan insanın kurdu değil ağusunu alandır, yarasım sarandır. Bir başka ifadeyle, şiddetsiz bir dünya mümkündür. Bu mümkün dünya elimizin altındadır. Yeter ki çocuklarımızı yetiştirirken onların benlik gelişimlerinde ‘sosyalben’lerinin gelişiminin ne denli önemli olduğunun farkında olalım. Çocuklarımıza kendilerini tanıyabilmeleri için başkalarına açılmaları gerektiğini bunu da başkalarını görerek, işiterek, dinleyerek, onların değerlemelerine, emeklerine saygı göstererek gerçekleştirebileceklerini öğretelim. Çocuklarımıza kendilerini gerçeklemelerinin karşılarındakilerin kendilerini gerçeklemeleriyle mümkün olduğunu, kendin-gerçeklemenin bir hak olduğunu, dolayısıyla onların bu haklarım kabul edip onlara bu imkânı vermeleri gerektiğini aktarabilelim. Şiddetten kaçınmak için mikro düzlemde önerilen bu zihniyet ve tavır değişikliği, insana bu yeni bakış yeterli midir yoksa bunun yanı sıra dikkate alınması gereken başka hususlar da var mıdır? Bu soruya cevabımız “evet, vardır” tarzında olacaktır.

Şiddetten uzak bir dünya kurabilmenin önemli bir dönemeci karşımızdakilerin bizim var oluşumuz için ne denli Özsel önemde olduklarını, onların bizim için ‘kurucu-ben’ler olduklarını kavrayabilmek kadar emeğin kullanımına ilişkin kararların emeğin sahipleri tarafından verilmesi gerektiğinin önemini de kavrayabilmekten geçer. Bu ise bizi sosyal hayatta gücün yeri ve kullanımı konusuna getirir. Şiddet vardır; zira birileri şiddet yoluyla başkalarının emeklerine yani güçlerine el koymak istemektedirler. Emek güç ise ya da daha açık bir ifade ile güç emeğin hakkı ise o zaman emeğin sahibinin emeğine sahip çıkması yani emeği dolayımıyla kazandığı gücü kendi elinde bulundurması gerekir. Emeğin sahibi gücünü kullanıp kullanmayacağının, ne zaman, kimlerle birlikte ne kadarım nasıl kullanacağının kararının verilmesinde birinci derecede yetkili olmalı veya bu kararın verilmesinde birincil paydaşlardan biri olarak görülmelidir. Bu durum sadece sosyal kişilerin değil fakat kolektif kişiliklerin emekleri, birikimli emekleri, kültürleri dolayısıyla güçleri, için de söz konusudur. Mezzo veya makro düzlemdeki tüm sosyal birimlerin emeklerinin, değerlemelerinin ürünü olan gücün nasıl kullanılacağı kararının o birimlerin paydaşlarının karar verme süreçlerine katılımları sağlanarak verilmesi durumunda güç şiddetten arındırılmış olacaktır. Bunun gerçekleştirilmemesi halinde şiddet güce el koyacak, güç kötülüğün simgesi olarak görülür olacaktır. Belki de, Aristoteles’in M.Ö.300’lerde gördüğü bu insanın imgesiydi. Ama öyle olsa bile, iyi ki bu sadece bir imge idi. Gerçek değildi.

Nilgün ÇELEBİ

Kaynaklar:

I -Arendt, Hannah (1970) On Violence, USA: A Harvest Book.
2-Aristoteles (1998) Nikomakhos’a Etik, çev. Saffet Babür, Ankara: Ayraç Yayınevi.
3-Campbell, Tom (1989) Seven Theories of Human Society, Oxford: Clarendon Press.
4-Çelebi, Nilgün (2007) Sosyoloji Notları, Ankara: Am Yayıncılık.
5-Fromm Erich (1941) Escape from Freedom, New York: Rinehart.
6-Galtug, Johan (1980) The True World A Transnational Perspective, New York: The Free Press.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *