Büyük Devlet Ama Nasıl?

Soru:

“Putin ve Rusya, Kamışlı’daki petrol için mi Suriye’dedir?”

Tam iki yüz yıl Rusya’nın başkentliğini yapan Petersburg, Deli Petro tarafından 1703 yılında kuruldu. Şehir alanı Baltık Denizi kıyısında, Neva Nehri etrafında tam 42 adadan ibaretti ve bataklıktı.

Şehrin ikliminin sert ve denizden seviyesinin sıfır olması nedeniyle sık sık seller yaşanıyor ve çalışmaları aksatıyordu. Hiç bir zorluğa aldırmayan Petro, Rusya’nın her bölgesinden zorla getirttiği köylüleri şehrin kurulmasında çalıştırıyordu. Şehrin planlarını ise Alman mühendisler yapıyordu. Adını Aziz Petrus’dan alan şehir, 1716 yılında büyük ölçüde bitirilmişti. Petro, bataklıktan görkemli bir şehir haline dönüştürdüğü Petersburg’un Rusya’nın kültür merkezi olacağını kestirmiş miydi, bilinmez. Ama Petersburg, sarayları, kanalları, köprüleri, müzeleri, ibadethaneleri ile Rusya’nın Batı’ya açılan kapısı olmuştu bunda şüphe yoktu.

Şehir büyüdükçe, güzelleştikçe alımlı bir sevgili gibi  Rusya’nın aristokratlarını, edebiyatçılarını, bilim adamlarını akın akın kendisine çekmeye başladı ve altın renginde kurulmuş, her biri muazzam bir sanat eseri olan saraylarda sanatçılar yeteneklerini göstermekte yarışıyorlardı.

Petersburg’da Moyka kanalının tam kıyısında kurulmuş, altın renkli, her tarafından sanat fışkıran bir saray daha vardır. Bu sarayın hem dış görünüşü, mimari yapısı, hem de içindeki değerli eşyalar ve zengin kitaplığıyla Petersburg’a giden herkesin ilgisini uyandırır. Bu saray Yusufovlar (Yusupov) saraydır. Bu sarayın Rusya’nın tarihindeki önemini anlatmadan önce bu sarayın sahibini tanımakta yarar vardır.

Moskova Kinyazlığı’nı egemenliği altında tutan Altın Orda Devleti Timur zamanında en büyük darbeleri almış ve zayıflatılmıştı. 1400’lü yılların sonuna gelindiğinde Altın Orda Devleti resmen ikiye bölünmüştü. Uluğ Muhammed, devlet içindeki çekişmelerden bıkarak ülkesini Altın Orda Devletinden ayırdı ve İdil Türklerinin yaşadıkları bugünkü Çuvaşistan, Başkurdistan, Tataristan topraklarında bağımsızlığını ilan etti.

1547 yılında Dördüncü İvan 17 yaşında tahta geçti. Korkunç İvan adıyla meşhur olacak olan bu acımasız insan, Rusya tahtında da ilk defa “Çar” unvanını kullanan kimsedir. Etrafında Peresmeterov ve Makari adında çok akıllı danışmanları  vardı. Korkunç İvan çok kısa zamanda durumunu güçlendirerek yeniden toprak işgallerine başladı ve gözünü en yakınındaki Kazan Hanlığı’na dikti. Zaten birbirine düşmüş beylerin çabasıyla Hanlık çok zayıf düşmüştü. Öldürücü darbe 1552 yılında geldi ve 150 bin kişilik Rus ordusu Kazan Hanlığı’nı işgal ederek korkunç katliamlara girişti ve binlerce insan öldürüldü.

Petersburg’daki Yusufov sarayının sahibi olacak Yusufov’lardan Mirza Yusufov, Kazan Hanlığı için yardıma 3 bin asker gönderen tek beydi. Onun kızı Süyüm Büke, Sefa Giray’la evliydi ve Sefa Giray ölünce Kazan Hanlığı’nın işgali sırasında büyük kahramanlıklar gösterdi. Hatta, Rusların işgali sonrası Kazan’dan ayrılarak oraya 70 kilometrelik mesafede bir kale inşâ ettirerek mücadeleye devam etti. Ama Kazan beylerinin ihaneti sonucu tutsak edilerek Ruslara verildi.

Ruslar Türk topraklarını yakıp yıkmakla, insanlarını katletmekle yetinmediler. Onlar bütün Türk beyliklerinin çocuklarını Çar’ın mahiyetine aldılar, okuttular, Rusça öğreterek onlara orduda büyük görevler verdiler. O görevlendirmede Nogay Türkleri kendilerine has bir yer tutarlar.

İşgal edilen topraklardaki soylu aileler büyük oranda yok edildiler. Kalanlar ise din değiştirmeye zorlandılar. Kahraman Mirza Yusufov’un çocukları da din değiştirenler arasındaydılar.

Ruslar Kazan Hanlığı’nı yıktıktan sonra öbür hanlıklara da yönelmişlerdi. Nogay Türklerini o sırada İsmail Mirza ile Yusuf Mirza yönetiyordu. Yusuf Mirza Osmanlı taraftarıydı. İsmail Mirza Ruslarla işbirliği yaparak kardeşi Mirza Yusuf’u öldürttü. Bu olaydan sonra Nogay beylerinin büyük bir kısmı Mirza İsmail’den ayrılarak Kadı Mirza’nın yanına gittiler.

İki tarafın da baskılarına dayanamayan Yusufov sülalesinden bir kısmı 1600’lü yılların sonuna doğru Moskova’ya giderek ortodoksluğu kabul ettiler. Ön isimleri değişse de tarihte hep Yusupov olarak anıldılar.

Yusuf ailesinden Nikolay Yusupov, döneminin yüksek eğitimini aldıktan sonra Çar’ın en yakın adamlarından olur ve zenginliği ile göz kamaştırır. Her alanda büyük yeteneğe sahip bir kişiliktir. Başarılı bir diplomat, çarlığın en yüksek kademelerinde görev almış devlet adamıdır. Çarlar tarafından büyük ödüllere layık görülür. Çar 1. Paul’un, Aleksandr ve 2. Nikolaus’un taç giyme törenlerini o yönetmiştir. Petersburg kurulunca da meşhur Yusupov Sarayı’nı yaptırır. Saray zamanla Rus rönesansının doğuş yeri olur. O saraydaki zengin kütüphane, parlak altın kaplamalar, pahalı mozaikler, pırıl pırıl sütunlar, kristal avizeler, tavan resimleri, saten duvar kaplamaları, mermer heykeller, paha biçilmez vazolar, oymalar, süslemeler, tiyatro değil, adeta tam masalsı bir asiller sarayı. Dönemin en büyük sanatçıları ve onların eserleri burada sahne almış. Bunlar arasında Fedor Schaljapin, Robert Schuman ve Franz List gibi dâhiler var. Günlerce oturup sadece bu tiyatroyu inceleyebilir, ciltler dolusu kitap yazabilirsiniz. 

Ruslar işgal ettikleri Baltık ülkelerinden Sibirya’nın en uç köşesine kadar her yerde o bölgenin ileri gelen zeki çocuklarını toplar, aynen Yusufov’lar gibi eğitir, asalet unvanları verir ve onlara Rus dilinin önemini öğretirlerdi. Egemenlik altına aldıkları bütün halkların çocuklarına kurdukları Rus okullarıyla Rusça öğretir, orada görevli asker veya memur aileler yoluyla Rus geleneklerini, Rus edebiyatını sevdirirlerdi. Dr. Rıza Nur hatıralarında, 1921 yılında “Moskova Antlaşması”nı imzalamak için Bakü’ye uğradıklarında oradaki bütün politikacı ve elit tabakanın kendi aralarında Rusça konuştuklarını yazar.

“Büyük Rusya” sadece kanla, işgallerle değil, kültürel hamlelerle de kurulur. “Büyük Rusya” sınırları içinde olan Baltık Deniz’inden Japonya’daki Küril adalarına kadar kadın, çocuk, yaşlı her halktan insanların hepsi Rusça konuşup yazmayı öğrenmişlerdir.

Büyük Rusya, 1891 yılından itibaren Moskova’dan Japon Denizi’ne kadar tam 9288 kilometre demiryolu döşemiştir. (Bizde Iğdır, Muğla gibi illerde hâlâ demiryolu yoktur.) Daha 15. asırda dünya sahnesine atılan ve Asya kıtasının en büyük bölümünü bir kaç yüz yıl içinde işgal eden Ruslar, sadece uçsuz bucaksız toprakları ile değil, çalışkanlıkları, sınırsızlıkları, kısa zamanda değişim ve dönüşümleri kavramları ve en önemlisi de dilleri ve kültürlerine değer vererek kaliteli insanlar yetiştirmeleriyle “Büyük Rusya” olmayı başarmışlardır.

Petersburg

*****

29 Kasım 1964 yılında Türkiye yeni bir yüzle tanıştı. Bu yüz  biraz köylü, biraz okumuş, itici olmayan sıcak ve gülümseyen bir yüzdü. Anadolu’un orta halli bir ailesinden çıkmış, okumuş, mühendis olmuş ve bazı politikacıların dikkatlerini üzerine çekerek önemli bürokratik görevlere getirtilmişti. Bir süre sonra  bu sempatik yüz başbakan oldu.

O dönemler ülkenin yüzde yetmişten fazlası köylü olduğu için Başbakan köylünün dilinden konuşuyordu. “Dana” diyordu, “goyun” diyordu ve nerede ne ekildiğinden, hangi köylünün mahsulünün kaça satıldığından bahsediyor, insanların gönüllerini fethediyordu. İsmi Süleyman Demirel’di ve halk ona “Çoban Sülü” diyordu.

Süleyman Demirel, güleç ve umut veren çehresiyle halkın karşısına çıkıyor, sık sık “Büyük Türkiye” sözünü söylüyordu. Daha altmış yıl önce üç milyon kilometre kare toprak kaybeden halkımız bu sözden çok hoşlanıyordu. Bu söz her söylendiğinde insanların gözlerinin önüne altı yüz yıllık haşmet, zenginlik ve gurur geliyordu.

İmparatorluğu yıkılınca Anadolu’ya sığınan insanlar, yıllarca kendilerinin yetiştirdikleri bürokratları tarafından ezilmiş, hor görülmüş, yoksul bırakılmışlardı. Bu nedenle hayallerinde de olsa geniş ve rahat bir dünya arzuluyorlardı. Bu arzularını bu tür söylemlerle “Çoban Sülü” yerine getiriyordu.

Süleyman Demirel Amerika’da okumuştu, pratik insandı. Barajlar, yollar, köprüler yapmak istiyordu. Yapıyordu da… Ama bütün yaptıkları iddia ettiği “Büyük Türkiye” hayalinden çok çok uzaklardaydı. Çünkü büyük olmak için eğitimli bir toplum, yetişmiş, meslek sahibi, kaliteli insanlar, özgüveni olan aydınlar, fedakâr ve gerçeği söyleyen politikacılar gerekliydi. Türkiye ise uzun zamandır bundan yoksundu. Aydınların dindar olanları hep “Asr-ı Saadet” özlemi içindeydiler. Bir kısım aydın ise Batı karşısında tamamen yenikti:

“Biz zaten yüzyıllarca Avrupa’dan geriydik ve bu din bizi ebedi olarak geri bırakacaktır.”

Bir kısmı ise 1930’lu yılları düşlüyorlardı. Onlara göre o dönemler her şey güllük gülistanlıktı. Oysa Ankara’dan otuz kilometre uzaklıkta insanlar sıtmadan patır patır dökülüyorlardı. Kısacası hiç kimse gerçekle yüzleşmek istemiyor, çağdaş bilimsel metotlara başvurmuyor ve insanlarımızın duygularını okşayan ütopik düşüncelerle taraftar toplamayı yeğliyorlardı.

Süleyman Demirel’in “Büyük Türkiye”si ondan sonra da her politikacı için cazibeli bir oy sloganı olarak söylenmeye devam etti. Yine her söylenişte insanların yürekleri titredi, heyecandan gözleri yaşardı ve söyleyene ellerinden gelse oylarını değil canlarını da vereceklerdi.

*****

Süleyman Demirel

Elbette ki sadece Rusya’nın, Türkiye’nin değil Almanya’nın da  eskiden beri “Büyük Almanya” hayali vardı. Ama, Almanların Büyük Friedrik diye andıkları ve yarı Alman, yarı İngiliz olan Prusya İmparatoru “Alte Fritz” (Yaşlı Fritz) yedi yıl boyunca İngiliz, Fransız ve Ruslara karşı bütün gücüyle savaştı “Büyük Almanya”yı kuramadı.

Titizliğinden ve kompleksli yapısından dolayı günde altı kez üniforma değiştiren çolak İkinci Wilhelm, “Büyük Almanya” aşkına Bağdat’a kadar demiryolu çekti, o demiryolundan Şam’a gitti, müslümanları yanına çekmek için Selahattin Eyyubi’nin kabri başında uzun bir nutuk çekti, eğitilmemiş, çabuk inanan Müslüman dünyasında Müslüman oldu” dedikodusunu yaydı, dört yıl boyu topu, tüfeği, askerleriyle birlikte Osmanlı’yı da yanına alıp bütün dünyaya karşı savaştı “Büyük Almanya”yı kuramadı. Zavallı, Hollanda’nın Doorn isimli küçük bir kasabasında boş vakitlerinde odun keserek 1941 yılında ömrünü tamamladı ve cenazesinin ülkesine dönmesine izin verilmedği için “Büyük Almanya” hayali ile birlikte evinin bahçesine gömüldü.

Amatör bir ressam, asker kaçkını bir onbaşı olduğu halde etkileyici nutuklarıyla bütün Almanya ve Avusturya halkını yanına çeken, milyonlarca insanı toplama kamplarında öldüren ve yedi düvele savaş açan eli kanlı diktatör Hitler, “Büyük Almanya”yı kuramadı ve Ruslar gelmeden önce, bir kurşun köpeğine, bir kurşun da kendisine sıkarak intihar etti.

Ama…

Gençliğinde hukuk okumuş, evde çiçekler yetiştiren, koyu ekmek gibi ekmek çeşitleri geliştiren, küçük buluşlarıyla patent dairesinden patentler alan, sessiz, sakin, uzun uzun sorulara bile bir kelime ile cevap veren, 1949 yılında savaştan sonra Almanya Başbakan’ı seçilen Konrad Adenauer

Ağzında puro, Çörçil gibi pozlar veren, şişman ve antipatik Erhard Ludwig

Yahudi kökenli, güler yüzlü, espirili, Varşova’da Almanya Başbakanı olarak İkinci Dünya Savaşı’nda olanlar için kurbanlar karşısında diz çöküp özür dileyen, Günter Guillaume adında Doğu Alman ajanını bilmeden yanından çalıştırdığı için hiç de gocunmadan istifa eden ve ölene kadar herkesten saygı gören Wille Brand

97 yaşına kadar günde dört paket sigara içen, büyük bir aşkla evlenmesine rağmen kendisinden 17 yaş küçük sevgilisiyle kaçamaklar yapan, Başbakanlık’tan ayrıldıktan sonra da her Alman’nın saygı duyduğu ve sözünü dinlediği Helmut Schmidt

Uzun boyu, şişmanlığı nedeniyle “Kara Dev” diye anılan, konuşmaları Almanya’da en çok alaya alınan, Almancadan başka bir dil bilmeyen, başbakanlığı döneminde Berlin duvarını yıkıp iki Almanya’yı birleştiren Helmut Kohl

Doğu Almanya’da doğan, bir papazın utangaç kızı olan, fizik okuyan ve iki Almanya birleşince siyasete atılan, Helmut Kohl’un dizinin dibinde siyaset öğrenen sessiz Angela Merkel, askersiz, savaşsız, koca koca laflar etmeden “Büyük Almanya”yı kurdular. Sovyetler yıkılır yıkılmaz Baltık Ülkeleri, Çek Cumhuriyeti, Solovakya, Karadağ, Hırvatistan gibi ülkeler gönüllü olarak bu “Büyük Almanya”nın kucağına koştular.

Yunanistan iflas edip de protestolar başlayınca protestocular sokaklarda papazın kızı Bayan Merkel’in resimlerini yakıp Almanya’yı protesto ediyorlardı. Tabii olarak da herkes bunun nedenini sorguluyordu. Sonradan ortaya çıktı ki, bütün Yunan bankaları, sigorta şirketleri, finans merkezleri “Büyük Almanya”ya aitti. Almanya para vermezse, genç, sempatik, ümit dolu, sosyalist başbakan Çipras kendine pantolon bile alamazdı.

“Büyük Almanya”nın kurulması için ülkede göz yaşartıcı konuşmalar yapılmamış, Alman halkının koltuklarını kabartan tarihe göndermelerde bulunulan sloganlar atılmamıştı. Almanya için tarihin en önemli olaylarından biri gerçekleşince, yani iki Almanya birleşince, “Kara Dev” bir çocuk gibi kızara kızara, utanarak “Einheit”(birlik) diyebilmişti sadece. Ve bütün gazeteler, “Almanya, Doğu Almanya’yı Ruslardan para ile satın aldı,” diye yazmışlardı. Doğruydu. Çünkü Rusya askerine bile ekmek veremiyordu ve Doğu Almanya’dan dönecek ordu birliklerinin bütün lojmanlarının parasını ve diğer ihtiyaçlarını Almanya ödeyecekti.

Demirel ve Anne Babası

Peki, “Büyük Almanya” birden bire nasıl kurulabilmişti? Bunun sihirli formülü neydi?

Sihirli formülü şuydu:

1.

Hiç bir Alman aile, biz Türklerde olduğu gibi çocuklarını doğuştan “dâhi” olarak görmüyorlardı. Çocuklar daha 10-11 yaşındayken yeteneklerine göre ayrılıyor, en başarılı olanlar üniversiteye, biraz başarılı olanlar memur olmaya, daha az başarılı olanlar da meslek okullarına gönderiliyorlardı. Üçüncü grubun aileleri, yani meslek okullarına gönderilen çocukların aileleri ah-vah edip aşağılık kompleksine kapılmıyorlardı. Biliyorlardı ki onların çocuklarından binlerce duvar, elektrik, su ustaları yetişecek ve her biri birer karınca gibi çalışarak zengin yuvalar kuracaklardı. Üniversiteye giden çok başarılı çocukların da arasından binlerce donanımlı mühendis çıkacak ve Alman ekonomisini zirvelere taşıyan buluşlara imza atacaklardı.

2.

Almanya’da da bizde olduğu gibi farklı ideolojiler, tarikatlar, mezhepler olduğu halde herkes birbirine saygı gösterecek, kimse kimseyi aşağılamayacak, hangi görüşte olursa olsun herkes Goethe’yi de, Schiller’i de, Thomas Mann’ı kültürlerine hizmet ediyor diye beraberce sevecek ve onların  dindar, ateist, katolik ve protestan olmaları kimsenin umurunda olmayacaktı.

Sessizce ve çok kısa zamanda gerçekleştirilen “Büyük Almanya”nın kişi başına düşen geliri 2016 yılında yaklaşık 45 bin dolardır. Yüzölçümü Türkiye’nin yarısından biraz fazla olmasına rağmen, ekonomik yüzölçümü dünyanın en büyük imparatorluklarının sınırlarını geçmiştir. Mal satmadığı ülke yok gibidir. İhracatta dünya ikincisidir ve yıllık ihracatı 1 tirilyon beş yüz milyar dolardır.

Bizde ise, bir zamanlar, sempatik, şişman ve güleç yüzlü Başbakan’ımız Süleyman Demirel’in dile getirdiği “Büyük Türkiye” sözü uzun zamandır ağıt gibi bir türkü oldu ve her çalınışında “Ölürüm Türkiye’m” nakaratıyla bizi gözyaşlarına boğmaya devam etmektedir ve biz hâlâ ne tarih biliyoruz ne de coğrafya!

Anadolu

Orhan ARAS

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir